7 Ekim 2013 Pazartesi

CAN ÇEKİŞEN MODERN ZAMAN ŞEHİRLERİNDE ÖLÜMÜ BEKLEMEK...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

‘Şehir ve tarih’ ilişkisi neredeyse modern zamanların ve disiplinlerinin konusu olmaktan çıktı. Çünkü modern zaman şehirleri artık tarihselliklerini yâni varoluşunu sürekli kılma şartlarını kaybetti. Böylece adeta tarihin dışına itilen şehir, tarihsellikten yoksun bir biçimde ölümü bekleyen ve bir an önce ölmek isteyen hastalar halinde varlığını sürdürüyor. Böylesine can çekişen modern zaman şehirlerinde ölümü beklemek, ölümden daha trajik bir hal ve gerçeklik olsa gerek. 

Tarih refleksi insan zihninin doğrudan geçmişe gitmesine ve hâfızasını yoklamasına sebep olsa da, aynı zamanda hadiselerin oluş sürecinin gerçekleştiği zaman dilimini ifade eder. Yaşanan şey, ‘vakit ve an’ bizi tarih içinde yürüyüşe çıkarıyor. İnsanın şehirle ilişkisi de ‘vakit’li bir ilişkidir.  

Tarih mi hızlı akıyor yoksa modern zamanlar insanının tarih algısı mı kayboldu veya bağlamını mı kaybetti? Şöyle de sorabiliriz: Tarih mi şehirleri hızla eskitiyor/ yok ediyor yoksa şehirler mi tarih içinde hızla kendisini yok ediyor? Oysa ki tarihin akışı aynı. Sadece birim zamana düşen olay sayısı çok fazla.

Tarihin insan, olay ve eşya ile belki de kendisini ‘yaşatılır’ kılan en önemli malzemesi şehirlerdir. Şehirler ve mekânların sürekliliği bir anlamda tarihin sürekliliğidir. Çünkü tarih yazımı, olayların şahidi olan yer ve mekânlara muhtaçtır. Onun için kadîm şehirlerin kendilerini ‘yenileyerek devamlılığı’ tarihin en önemli malzemesidir.  Bu bakımdan tarih şehre bağımlıdır. Şehir de tarihe muhtaçtır. Eğer bugün ‘hâlâ’ Mekke, Medine, Kudüs, Roma, Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, İstanbul, Trabzon’dan bahsediliyor ve bu kadîm şehirler hala hayatlarını sürdürüyorlarsa, kuruluşlarındaki iradenin isabetinden ve (her türlü tahribata rağmen) kendilerini sürekli kılan özelliklerini muhafaza ediyor olmalarındandır. Bu şehirlerin “farklı” olmaları sadece tarihsel köklerinin çok eski zamanlara gitmesine değil, büyük ölçüde tarihî sürekliliklerinden gelmektedir.  

Ülkemiz de içinde olmak üzere modern zamanlarda kendini geleceğin tarihine taşıyacak yeni şehirlerin kurulamaması, modern zihnin parçalı, kopuk, kesik, sadece hız ve hazdan ibaret hafızasız niteliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Modern zamanların insanı müthiş malzeme, imkân, birikim, tecrübe ve çeşitliliğe rağmen bunları heba ediyor, kendine has vasıfları olan yeni şehirler kuramıyor. Kurdukları (daha doğrusu eklemledikleri) ise eski şehirlerin gettosu halinde, adeta onlara ‘gecekondu eklemeleri’ şeklinde, varlıklarını onlara borçlu olarak inşa ediliyorlar. İnşa edilmiyor, sadece ilave ediliyorlar. Yâni kimlikleri yok, kendi varoluşlarını anlamlı kılamıyorlar.

Ülkemize bakalım…

Aslında şehirlere musallat olmuş, coğrafyaya baktığında ‘kent ve rant’tan başka bir şey göremeyen “iktidar sahipleri”nin idraklerinin almayacağı “tarih ve şehir” ilişkisi kimbilir belki de geleceğin tarihinde kendisini bekleyenlerce hakikatiyle ele alınır. Görünen o ki; tıpkı erken Cumhuriyet dönemi tarihçi, şehirci ve mimarlarla iktidar ilişkilerinin ‘emir-komuta’ içinde gerçekleşmesi gibi, geç dönem Cumhuriyet dönemi iktidarında da ne yazık ki tarihçi, şehirci ve mimarlar da “emret iktidarım”a kilitlenmiş durumda. Böylece de şehri şehircilerin-mimarların değil, iktidar sahiplerinin iradeleri şekillendiriyor ve ortaya ‘yaşanabilir’ olmaktan uzaklaşmış şehirlerin ‘kent ve rant’ akrabalığı çıkıyor.

Ülkemizin son yıllarda hızla “kentsel dönüşüm” adına seferber ettiği kaynak ve imkânların ortaya nasıl bir şehir tablosu çıkaracağını hayal etmeye gerek yok. TOKİ’nin terminatörlüğünde (zaten şehir vasfı kaybolmuş) şehirlerimizin nasıl ifsat edildiğine bakmak ve üst üste yığılmış beton tabutluklara bakmak yeterli. ‘Yaptıkları yapacaklarının göstergesi’  olan bir totaliter zihniyetin şehir idraki ne yazık ki tabutluklardan ve ‘yaşanmaya değer’ mekânlar yerine ‘malzeme siloları’ndan ibarettir.

Bu zihniyet geleceğin “şehir tarihçileri” tarafından herhalde “şehirlere üşüştüler, mahvettiler, gittiler!” mottosuyla simgeleştirecektir!

Bu bağlamda, bir de ülkemizin dışına göz atarak modern zaman şehirleri ve Kent Kültürü ile ilgili önemli çalışmaları bulunan R. Sennett’e kulak verelim. Sennett, “Ten ve Taş” isimli kitabında modern zamanların ‘binaların toplamı’ndan ibaret şehirleriyle ilgili “Modern binaların çoğunu lanetlenmiş gibi görünen duyusal yoksunluk, kent ortamını sakatlayan sıkıcılık, monotonluk ve elle tutulur kısırlık.” diyor. Daha sonra da modern zaman şehirlerinin sembolü olan New York’u konu edinerek şunları söylüyor:

“Çok yakın tarihlere kadar, New York’taki son derece kalıcı binalar, aynen ortaya çıkışlarındaki düzenlilikle ortadan kaybolmuşlardır. Mesela altmış yıl içinde, Beşinci Cadde boyunca, Greenwich Village’dan Central Park’ın tepesine kadar millerce uzanan büyük malikaneler inşa edilmiş, insanlar bunlara yerleşmiş ve daha sonra bunlar yıkılıp yerlerini daha yüksek binalara bırakmışlardır. Tarihsellik kaygısı güdülen günümüzde bile, elli yıl ayakta kalacak yeni New York gökdelenleri planlanmakta ve finansmanları ona göre yapılmaktadır. Halbuki yeni mühendislik imkanlarıyla çok daha uzun süre ayakta kalacak gökdelenler yapılabilir. Dünyanın bütün şehirleri arasında, büyümek için kendi kendini en çok yıkmış olan şehir New York’tur.  Bundan yüz yıl sonra insanlar Hadrianus’un Roma’sı hakkında, fiber-optik New York hakkında olduğundan daha çok elle tutulur veriye sahip olacaklardır.”

Sennett, modern zaman şehirciliğinin önemli simge ve göstergelerinden olan ‘gökdelen’lerin bile tarihsellik kaygısıyla inşa edilmesi gereğine vurgu yapar ve bunlarda duygusallık ararken, bizim şehirlerimizin kopyacı, klonlanmış, insanı bir timsah gibi yutan gökdelenlerini nasıl anlamlandırmalı? Zorlama da olsa böyle bir anlam dünyaları var mı?

Şehircilik idraki dumura uğramış, medeniyet idraki felç olmuş bir zihniyetin kutsal mızrağı olan ‘kentsel dönüşüm’le ağır ağır can çekişerek -ruhen- öleceğiz!

Galiba Üstad Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup şiirindeki şu mısralar tam da bugünkü şehirlerimizin insanın karşısına dikilmesi ve yutmasını anlatıyor:

“Duvar katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... beynimi içtin!
……
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar tabut mu?”

İktidar sahiplerini ‘kentsel dönüşüm’ muharebesinde tarihe, medeniyete, coğrafyaya, insafa, vicdana davet etmenin zamanı geçti mi dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder