2 Ekim 2013 Çarşamba

ZİYA HURŞİT GERÇEĞİ, İZMİR SUİKASTİ VE İSTİKLAL MAHKEMESİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta “Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, çarpıtılan tarih ve bir skandal!” başlığıyla I. Meclis’te Lazistan (Rize) milletvekili olan ve 17 Haziran 1926 tarihinde İzmir’e gelecek olan Mustafa Kemal’e suikast suçlamasıyla tutuklanıp idam edilen Ziya Hurşit’i konu edinmiştik. Bu yazımızda da Ziya Hurşit’e devam ediyoruz.


Rize Atatürk Evi’nin duvarında I. Mecliste Lazistan Mebusu Dr. Abidin Beyin fotoğrafının altına yanlışlıkla ismi yazılan ‘Ziya Hurşit’in ismi Rize MHP İl Başkanı’nın vaveylacı işgüzarlığı ve Rize Valiliğinin hamaset ve ‘yüksek görev bilinci’yle kaldırılıyor ve bu “Atatürk Düşmanı” mebustan Rize kurtuluyor (!)

Üstad Necip Fazıl’ın “Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan. Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!” mısraları, tarihin nasıl tersyüz edildiği,  egemenlerce yazılan tarih kitaplarında hainlerin kahraman kahramanların ise nasıl hain olarak pazarlandığına vurgu yapar. Mustafa Kemal’e yönelik organize edilen ve önceden ihbar edilen İzmir Suikasti de böylesine bir tarih saptırmasıyla bugüne kadar kullanılan bir propaganda malzemesidir. Henüz bütünüyle ortaya çıkarılmamış, üzeri örtülü bir şekilde günümüzün tarihçilerini bekleyen İzmir Suikasti’nin gerçek yüzüyle aydınlatılması yakın tarihin birçok karanlık noktasını da ortaya çıkaracaktır. Sadece Üstad Necip Fazıl’ın Menemen, Şeyh Said hadisesi gibi İzmir Suikasti’nin de yeni cumhuriyetin kök salması için organize edilmiş “büyük tertip”lerden birisi olduğuna dikkat çeken 1 Aralık 1950 tarihli Büyük Doğu’da Dedektif X Bir imzasıyla “Zulüm” başlıklı yazısındaki şu tespiti hem İzmir Suikasti hem de erken cumhuriyet dönemi sözkonusu olaylarının gerçek sebebini anlamada anahtar cümledir:

“Mürettep İzmir Suikastı yüzünden asılanlar, rejim Şefinin esrarını ve içyüzünü bildikleri için, vücutları yok edilmesi gereken kimselerdi. Bunun için yok edildiler.”

 İzmir Suikastı’ndan 24 yıl sonra olaya ilişkin bu müthiş tespiti yapabilmek gerçekten dehşet vericidir. Umulur ki bugünün ve yarının tarihçi ve siyasetçileri Üstad’ın bu tespitinden yola çıkarak olayı bütün yönleriyle ortaya koyarlar ve idam edilen 19 önemli insan için “iade-i itibar” talep ederler.

 İzmir Suikastı bahane edilerek evvelce kapatılan (5 Haziran 1926) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına mensup olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Paşa ve Refet Paşa gibi hem milli mücadeleye katılan hem de milletvekili olan Paşaların da her türlü despotizm yetkisiyle donatılan İstiklal Mahkemesi denilen ‘İstibdat Mahkemesi’nce tutuklanmaları ve arkasından kendisinden tehlike sezilen ne kadar muhalif şahsiyet varsa derdest edilmesi Mahkemenin maksadını ortaya koymaya yetiyordu.

 Hayatı boyunca Mustafa Kemal’e bağlı kalmış, suikastla hiçbir alâkası olmayan bazı şahısların da “Ben Gazi’nin yirmi yıllık arkadaşıyım. Bana kağıt kalem verin, kendisine mektup yazayım” demelerine rağmen idam edilmeleri, İzmir Suikasti’nin nasıl büyük bir tertip olduğunu ve bunların bu tertipte nasıl kullanıldıklarını göstermektedir. Hatta tutuklanan Kazım Karabekir’in serbest bırakılması için yaptığı girişimler sebebiyle o zaman başbakan olan İsmet İnönü hakkında da İstiklal Mahkemesi’nce tutuklama emri verilmesi de işin bir başka ilginç yönüdür.

 Konumuz geniş manasıyla İzmir Suikastı değil, İzmir Suikastinin tertipçisi olduğu iddia edilen Lazistan (Rize) Mebusu Ziya Hurşit olduğu için Ziya Hurşit’in şahsiyeti ve I. Mecliste temsilcisi olduğu şehrinin, onun ölümünün üzerinden 87 yıl geçmesine rağmen hâlâ sessiz kalması, hatta onu neredeyse ‘hain’ ilan eden kimilerinin tutumuna ilişkindir.

I.Büyük Millet Meclisi tutanaklarını inceleyenler, Ziya Hurşit’in orada yaptığı konuşmalarda nasıl bir muhtevaya, cesarete, gözükaralığa ve muhalif bilince sahip olduğunu görürler. Onun II. Grup diye anılan ve başını Ali Şükrü Bey’in çektiği muhalefet cephesine mensup olması onu ülkenin o günkü ağır şartları göz önüne alındığında iktidar sahiplerince ‘tahammülü imkansız’ şahsiyetlerden birisi haline getirmiştir.

Ziya Hurşit, Trabzon Mebusu şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923’de hunharca bir cinayetle şehid edilmesi üzerine Meclis’te söz alanlardan ve cenazesini Trabzon’a getiren yakın arkadaşlarından birisiydi.

Görülüyor ki, o sıralarda Misak-ı Milli, Lozan, Adalar, Musul-Kerkük gibi büyük meselelerde verilen ‘gizli tavizler’e işaret ve itiraz eden, ayrıcı dönemin siyasi cinayet ve komploları ikinci grup milletvekillerinin ‘ne pahasına olursa olsun’ susturulmaları iktidarın adeta tek seçeneği gibidir. 

Bu meyanda; Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Mersin Mebusu Selahattin Bey, Lazistan (Rize) Mebusu Ziya Hurşit ‘susturulması gereken’lerin başında geliyordu.

Biz, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından, Milletvekili ve İzmir Suikasti için görevlendirilen İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin anıları ve idamları gerçekleştiren Cellat Ali’nin hatıralarından seçtiğimiz kesitlerle Ziya Hurşit’in şahsiyetini ortaya koymaya devam edelim.

İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali İstiklal Mahkemesi’nin İzmir’e gidişini şöyle anlatıyor: “İstiklal Mahkemesi heyeti olarak İzmir’e varır varmaz olay ve failleri hakkında yerel ilgililerin başlattıkları soruşturmaya el koyduk….Öteden beri tasarlanan planla 17 Haziran 1926 günü İzmir’e gelecek olan Gazi’nin öldürülmek ve sonra da Bakanlar Kurulu kaldırılarak hükümetin devrilmek istendiği açık olarak ortaya çıktı…”

Kılıç Ali Ziya Hurşit’le ilgili şunları söylüyor: “Ziya Hurşit’e gelince… Ziya Hurşit, Birinci Meclis’te Rize Milletvekiliydi. 33 yaşını doldurmadığı halde Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi’nin başlangıcında gösterdiği yararlık nedeniyle Meclis’e girmişti. Deniz subayıydı. Yakışıklı, atak ve girgin bir gençti. Ancak Ziya Hurşit maceraperest ruhluydu. Her şeye, her işe itiraz ve muhalefet ederdi… Ziya Hurşit’in Mustafa Kemal’e eskilere dayanan bir kini vardı. Mustafa Kemal, Sakarya Savaşını kazanmış, muzaffer bir kumandan olarak Ankara’ya dönmüştü. Ankara’da muazzam bir tezahüratla karşılanmıştı. Bütün milletvekilleri terasa çıkmış, Gazi’nin geçişini selamlıyor ve alkışlıyorlardı. Ziya Hurşit, Birinci Meclis’in ortasına konulmuş bir kara yazı tahtasının üzerine tebeşirle şunları yazdı:

“Bir millet putunu kendi yapar, kendi tapar.”

 Bu, çekememezliğin, hıncın, hırsın, kinin ifadesiydi… Ziya Hurşit’in Gazi’ye olan kini o kadar soysuzlaşmıştı ki, O’nu Meclis kürsüsünde vurmayı bile düşünmüştü. Bu amaçla Meclis’in çatı arasına çıkmış, orada bir budağı atarak delik açmış, o delikten atacağı kurşunla başarılı olup olamayacağını bile incelemişti. Bunu idamından sonra yakın arkadaşlarından biri bana anlattı. Ziya Hurşit o kadar gözü kara, o kadar cüretkâr bir adamdı.”

“..Sorgulanması ve yargılanması sırasında da gerçekten cesur hareket etti. Gerçekleri olduğu gibi söylemekten çekinmedi…”  Kılıç Ali, Ziya Hurşit’in savunmasından bir bölüm naklediyor:

“… Savcı beyin verilmesini istediği ceza beni ilgilendirmez. Bu madde bana uygulanamaz. Ben suikastı, yani cürmü yaptıktan sonra hükümeti devirmek, Meclisi görevden menetmek isteseydim, ülkeden bir yana ayrılmaz, burada kalırdım. Oysa siz de anladınız, ben Sakız Adasına kaçacaktım. Özetle, kanun açıktır. Kanunun açıklıkla cezalandırdığı fiillerden başka hiçbir şekilde ceza verilemez…”

 Kılıç Ali Ziya Hurşit için “herşeye itiraz ve muhalefet ederdi” diyor. Ziya Hurşit’te böyle bir halet-i ruhiye meydana getiren sebeplere ise asla değinmiyor. Yukarıda belirttiğimiz üzere İkinci Grub’un Misak-ı Milli, Lozan’da verilen tavizler, 12 Adalar, Musul-Kerkük, Batum gibi tarihî ve hayatî meseleler ile, birçok siyasi cinayet, tertip ve komplolar ‘muhalefet’in temel sebeplerini oluşturmaktaydı.

 Uzatmayalım… Mahkeme İdam Cezasını verdiği duruşmaya sanıkları getirtmemişti. Haklarında verilen kararlar kendilerine hücrelerinde tebliğ edildi. Ziya Hurşit de gardiyanlar tarafından hücresinde uyandırıldı ve Cezaevi Müdürünün odasına götürüldü. Savcı ve İmamı görünce idam kararı verildiğini anladı. Cebindeki iki yüz lirayı çıkarıp Cezaevi Müdürüne verdi ve şunları söyledi:

 “Bunu ağabeyim Faik’e verin. Kabrime, şerefime uygun bir mezar yaptırsın. Vasiyetim yerine getirilmezse karışmam! Öbür dünyada iki elim yakandadır müdür bey. Sana orada suikast yaparım, elimden kurtulamazsın!”

 Kılıç Ali devam ediyor: “Ziya Hurşit, Gazi’ye suikast yapmayı kararlaştırdığı Kemeraltı Camii’nin köşesinde kendisi için kurulan darağacının bulunduğu yere otomobille götürüldü. İdam sehpasını görünce alay etmeye başladı:

 -Ne mükemmel şey! Salıncağa benziyor. Yüksekliğine de diyecek yok. Yerde kalan insanlara yüksekten bakacağım.”

Ziya Hurşit’in cesedi sabah 10.00’a kadar sehpada teşhir edilir ve sonra Merkez Hastanesi’ne oradan da Kozluca mezarlığına götürülerek defnedilir.

Bugün mezarı bile belli olmayan bu şahsiyet sahibi Rize Milletvekilinin kemiklerini bile ne yazık ki Rize bağrına basamıyor. Fotoğrafına bile tahammül edilemeyen bir şahsiyetin kemiklerine tahammül edilmesi beklenebilir mi?

 Dönemin siyasî konjonktürü ve despotizmi o kadar dehşet vericidir ki, hiç kimse İktidar sahiplerine karşı ağzını açamıyor, itiraz edemiyordu. Ziya Hurşit’in ağabeyi, onun gibi II. Mecliste milletvekilliği yapmış Ahmet Faik Günday bile hatıralarının ‘Suikast Hadisesi’ bölümünde bu vahîm ‘cinayet’ ve komplolara değinemiyor, neredeyse kardeşi Ziya Hurşit’i İstiklal Mahkemesi gibi ‘mutlak suçlu’ gösteriyor. Hatta o kadar ileri gidiyor ki; kendisi de yargılanıp beraat ettikten sonra Cumhurreisi Mustafa Kemal’e  teşekkür telgrafı çekiyor ve Mustafa Kemal’den “Masumiyetinizin İstiklal Mahkemesi kararıyla tezahürüne memnun oldum. İzhar buyrulan hissiyata teşekkür ederim.” cevabını alıyor.

Ziya Hurşit’in ağabeyine “şerefime uygun kabir” vasiyetine rağmen Ahmet Faik Günday bile maalesef Ziya Hurşit’e mezar yaptırmamış/yaptıramamıştır.

Şimdi de Ziya Hurşit’in boynuna ipi geçiren Cellat Ali’nin Hatıraları’ndan, Ziya Hurşit’in idamı nasıl vakur şekilde karşıladığını ve kendisini ipe götürenlerle istihza edişini okuyalım:

 “Hapishane Müdürünün odasında kararı, hiç istifini bozmadan, sandalyesine kurulmuş dinledi. Sonra da:

-‘İdama mahkûm edilenler kimler?” diye sordu. Kendisiyle birlikte on üç olduğu cevabını alınca hayret eder gibi konuştu:

-‘Peki, ne oldu onlara?’

-‘Hepsi de asıldılar. Haklarında hükümler infaz edildi.’ Bu cevap hiç de hoşuna gitmemişti. Başını salladı, tebessüm ediyordu:

-‘Ben en sonraya kaldım demek?’

-‘Evet’

-‘Desenize bu işte de yine yaya kaldım. Hey gidi hey! Ölümde bile geç kalıyorum!’

Odada bulunan herkes, bu konuşmalar karşısında donmuş gibiydiler. Biraz hayret, biraz da şaşkınlıkla; karşılarında oturmuş bu genç adamın bir idam mahkûmu mu, yoksa bir ziyaretçi mi olduğunu adeta ayırt edemiyorlardı. Öylesine rahat, öylesine cüretkâr bir konuşma tarzı vardı. Bir müddet odayı korkunç bir sessizlik kapladı. Kimse konuşmuyordu. Nihayet:

-‘Bir vasiyetiniz varsa, söyleyin Hurşit Bey’

Bu söz sükûneti bozdu. Ziya Hurşit de cevap vermekte gecikmedi:

-‘Var tabii, dedi. Cebimdeki iki yüz lira ile kardeşim Faik Bey bana bir mezar yaptırsın. Nasıl yaptıracağını o bilir.’

………..

Açık açık alay ediyordu. Ölüme giderken bile şen ve neşeli idi.

 Hocanın telkinlerini dinleyip beyaz gömlek giydirilince de sesinin tonu değişmedi, alaylı konuşması durmadı:

-‘Ne giysem yakışır efendim, dedi! Bakın beyaz da yakıştı işte! Vatandaşlarımın huzuruna böyle ak-pak bir kılıkla çıkmak hiç de fena değil… Yalnız bir eksiğim var, daha doğrusu ben ihmal ettim. Bir sinek kaydı tıraş olamadım. Buna hayıflanıyorum.’

 Cellat Ali devam ediyor: “Başkalarını bilmem ama, benim fena halde asabım bozulmuştu. Ben ki bu kadar kimseyi astım ve yine yüzlercesinin çeşitli sözlerine muhatap oldum; fakat Ziya Hurşit gibisine rastlamadım. Konuşmaları bana öylesine tesir etti ki, nasıl böyle konuşabildiğine akıl erdiremiyordum, havsalam almıyordu bir türlü. Eğer vazifeli biri olmasaydım bu odayı derhal terk eder ve nispi bir sükûna kavuşurdum. Fakat, heyhat…

Cezaevindeki sohbet, formaliteler tamamlanıncaya kadar devam etti. Çıkarken de latifelerinden vazgeçmedi, gülücüklerini kimseden esirgemedi. Otomobile, gezintiye gidenlerin rahatlığı içinde bindi.

 Ziya Hurşit, Gazi’yi öldürmek istediği yerde asılacaktı. Araba, hareket ettiği zaman artık İzmir tamamen uyanmıştı, işçiler yollarda idi; meraklılar şimdi binleri aşıyordu. Yolda giderken, kendisinden evvel asılan arkadaşlarını da teker-teker seyrediyor ve gülerek hepsine birer isim bulup takıyordu. ..

 … İlk işi sehpaya bakmak oldu:

-‘Ne güzel bir şey, dedi. Fena bir salıncak olmasa gerek! Hem oraya asılınca, diğer insanlardan daha yüksekte olacağım, onlara tepeden bakacağım!’

 Bıkmadan, usanmadan hala alay ediyor, hala gülüyordu. Bir aralık durakladı ve sonra:

 -“Kılıç Ali nerede, diye sordu. Gözüme ilişir gibi oldu da”

-“Beni kim asacak?”

-“Ben asacağım Hurşit Bey.”

-“İp nasıl? İyi hazırladın mı? Sakın ben asılırken düğüm falan olmasın, kopmasın?”

-“Merak etmeyiniz, dedim. Hiçbir şey olmaz. Müsterih olabilirsiniz.”

-“Teşekkür ederim. İşte bu hoşuma gitti. Sen işinin ehli bir adama benziyorsun. Doğrusu ben böyle kimseleri takdir ederim. Çok güzel, fevkalade…”

Aman Allah’ım! Neler konuşuyordu bu adam? İyi ama işi ne zaman bitireceğiz? Buraya muhabbete gelmedik ki! Ziya Hurşit telaşımın sebebini anlamıştı:

-“Amma da yaptın ha, dedi. Canım ne oluyorsun böyle? Nedir bu acelen? Telaşa lüzum yok. Ölecek olan benim, siz değilsiniz ki… Elbette rahat ölmek isterim, bilerek…”


Sonra tekrar bana döndü, nasihat eder gibi:

-“Göreyim seni, dedi. Kendini göster, vazifeni hakkıyle yap ve bana eziyet çektirme.”

-“Merak etmeyiniz, dedim. En ufak bir acı bile duymayacaksınız. Bana itimat edebilirsiniz.”

-“Sana güveniyor ve inanıyorum, dedi. Haydi bakalım.”

İnsan asmıyor, sanki muhayyer bir mal satıyorduk! İyiliğini kötülüğünü münakaşa ediyorduk! Karşımdaki bir müşteri, ben de malımı beğendirmeye çalışan bir iş adamı pozunda idim. Kısaca ikimiz de saçmalıyorduk…

Ve nihayet Ziya Hurşit ölmeye karar vermişti! Asılma iznini vermişti bana; etrafındakilere seslendi:

-“Haydi beyler, dedi. Ahrete gidiyorum. İçinizde oradakilere mektup göndermek filan isteyen var mı? Varsa haber versin.”

 İp boynunda idi. Artık ölümün eşiğinde idi ve son sözleri şu oldu:

-“Oh, oh! Meğer asılmak ne güzel, ne eğlenceli şeymiş! Haydi cellad, ipi yavaş yavaş çek artık. Ben gidiyorum ve size de, benim gibi, böyle ipte can vermediğiniz için acıyorum. Hepiniz de çok zavallısınız!...”

Ölüme meydan okuyan ve kaprislerinin kurbanı olan Ziya Hurşit nihayet ölüme kavuşmuş ve akabinde de boynuna şu yafta yapıştırılmıştı: “Türk vatan ve namusunu kurtaran aziz Reisicumhurumuz Gazi Hazretlerine suikast icra ve heyeti vekileyi ıskat ve taklibi hükümet edeceği bir anda derdest edilip bilmuhakeme cürmiyeti sabit olan ve kanunun elli yedinci maddesinin fıkrasına mahsusen tevkifen selben idamına karar verilen Lazistan Mebusu Ziya Hurşit.”

Kimileri için son anlarında ‘çıldırmış’ görünse de ölümü böylesine tebessümle karşılayan Ziya Hurşit’i ne yazık ki hemşehrileri tebessümle karşılayamıyor. Halâ tarihin saptırmalarla dolu sayfalarının karartısı altında kendi vekillerine gereken itibarı gösteremiyor!

 Birinci Meclisin haysiyetli ve cesur milletvekilleri Ali Şükrü Bey ve Ziya Hurşit Bey’e şehirleri Trabzon ve Rize sahip çıkamıyor! Sahip çıkmak şöyle dursun, ürküyor, korkuyor, kaçıyor, ‘ademe mahkûm’ ediyor!

 Çok ilginçtir ki Doğu Karadeniz’den milli mücadeleye iştirak eden ve sonrasında siyasete atılan, I. Mecliste haysiyet sahibi olanların tamamı bir bahaneyle safdışı ediliyor, İstiklal Mahkemesince hesaba çekiliyor.

Üzeri ne kadar örtülürse örtülsün bu haysiyet sahibi insanların kan ve terlerinin ‘niçin aktığı’ bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle ortaya çıkacaktır.  Aynı davada idam edilen Trabzon Mebusu eski Adliye Vekili Hafız Mehmed’in çığlığını hatırlıyoruz: “Zulüm, zulüm, zulüm! Zulümle yapılan bina pâyidar olmaz!”

Biz diyoruz ki: Ali Şükrü ve Ziya Hurşit Beyler’e uzanan el ve dil Trabzon’a, Rize’ye tarihe, haysiyete uzanmıştır!

 İkisine de rahmet ve mağfiret…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder