(Bu yazı, Heyamola yayınları arasında Ekim 2007'de "Temel Kimdir" isimli kitapta yayınlanmıştır.)
MANDAN HOCA’DAN GÜNÜMÜZE OFLİ HOCA :
İRONİK ŞABLONUN ÖTESİ..
Yahya DÜZENLİ
“Oflu Hoca’lar, Kur’an Kursları gibi faaliyetlerle İslam’ı o bölgede canlı tutmuşlardır”
Prof. Heath W. Lowry·
İnsan topluluklarının yaşadığı yeryüzünün her coğrafî karesinde ayrı bir insan ve kültür tipi oluşmasına ve her birinin diğerlerinden farklı yapısına rağmen öne çıkan, ilginç tipoloji oluşturan insan tiplerinden birisi de Of’a mahsustur.
Of’un belki de Trabzon kadar eski tarihi; insan yerleşimlerinin ve kültürünün tarihî süreçte zenginleşen muhtevasından izleri günümüze kadar taşımıştır. İnsanın olduğu her yerde onun hayatla olan ilişkisi coğrafya ve diğer unsurlarla olan etkileşimi sonucu kendine özel yerel bir kültürün ortaya çıkmasını sağlamıştır. En mühimi de bu kültürü yansıtan insan tipinin kendine özgü karakteristiğidir.
Of’un Trabzon’un genel insan karakteristiğinin bir yönünü yansıtan yüzünün belirgin tiplerinden birisi Oflu Hoca’dır. Yani Of’ta yetişen, Of’un yetiştirdiği ve ülkemizin her ilinde, her ilçesinde, birçok köyünde, hatta yurtdışında bile adı ve muhtevası tescillenen Ofli Hoca ne yazık ki bugüne kadar yazılı ve sözlü anlatımlarda ironik alan konusu olmanın ötesinde gerçek muhtevasıyla yazılmamış, konuşulmamış ve üzerinde durulmamıştır. Onun için de Oflu Hocanın adı mizahın/gülmecenin, tebessümün sınırlarıyla kayıtlı kalmıştır. Bugün de aynı anlayış sürmektedir.
Bunun en ilginç derleme örneklerinden birisi Ofli Hocanın Sohbetleri-Şeriatta Ayıp Yoktur [1] isimli kitaba konu olan anlatım biçimleridir. Ayrıca Oflu Hocayı özne alan fıkralar, türküler, filmler, vs. de bu türdendir. Oflu Hoca’yı gerçek muhtevasından, gerçek özelliklerinden saptırıcı bu tür örnekler orijinal kimliğinden uzaklaştırmaktadır.
Amerikalı Antropoloji Profesörü Michael E. Meeker’a göre Oflu Hoca ifadesi ‘Of yöresinde eğitim almış kimse” demektir. [2] Of, medreseleriyle o kadar meşhurdur ki başka yörelerden gelip Of’ta eğitim almak ve Oflu Hoca olarak anılmak prestij ve yetkinlik/mükemmellik göstergesidir.
Peki, niçin Of Hoca’sıyla belirginleşmiştir? Of’ta niçin Oflu Hoca tipi öne çıkmıştır?
Biraz tarihi arka plana gidersek bunun sebeplerine inebiliriz.
Osmanlı belgeleri incelendiğinde Trabzon’un fethinden önce Of’ta yaşayan Müslüman nüfusun olmadığı anlaşılmaktadır.[3] Trabzon’un 1461’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle Of’un da Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte, Trabzon Rum İmparatorluğu döneminde dünyanın birçok tarafına manastırlarında hristiyan din adamı yetiştirip ihraç eden Of (ve Çaykara) bölgesi, fetihten sonra bir mütekabiliyet olarak aynı yoğunlukta medreselerle donatılmış, Müslüman âlimlerin, hocaların yetişmesine sebep olmuş ve bunları ülkemizin her tarafına hatta ülke sınırlarının dışına taşımıştır.
Osmanlı belgeleri (Tahrir Defterleri, Şer’iyye Sicilleri, Ahkâm Defterleri, vs.vs.) bu gerçekliği ortaya koymaktadır. Özellikle XV ve XVI. Yüzyıllara ait Trabzon Tahrir Defterleri’nin Of bölümündeki köyler incelendiğinde birçok köyün altında, fetihten önceki köyün statüsüne ilişkin şu tür kayıtlara rastlarız:
“Asılda bunun (bu köyün) on saburu (parasal bir deyim) … manastırının, on saburu …. Manastırının ve beş saburu …. Manastırının vakfı imiş. Ve onbeş saburu …. nam kâfirin imiş. Padişah emri ile timar oldu.” [4] Yani, Of’un köylerindeki ziraî mahsûl gelirlerinin bir kısmı Of manastırlarına vakfedilmiştir.
Of’un muhafaza ettiği, taviz vermediği, varlığını onunla kaim gördüğü “İslamî değer ve ilkeler”i müstakim bir tavır halinde müdafaa eden, onları kendinden emin bir özgüvenle kendine özel diyalektiyle aktarmaktan çekinmeyen Oflu Hoca tipi bugün de varlığını, etkinliğini, cazibesini sürdürmektedir.
“Derin hocalar” deyiminin kendisiyle bütünleştiği Oflu Hocaların hayatı sadece klasik İslâmî ilim geleneğinin doğu karadenizdeki sürdürücülüğüyle de sınırlı değildir. O aynı zamanda yaşanan günlük hayatla bütünleşmiş, her biri bulunduğu yörede geçerli mesleklerde mâhir bir realite adamıdır da. Çok önceleri kalaycılık, odun kömürcülüğü, daha sonra ahşap ve taş ustalığı, balcılık, vs. gibi mesleklerle de mücehhezdir.
I. OFLU HOCA VE İSLÂMÎ GELENEK
Oflu Hoca; geleneksel İslâmi kültürümüzün diri kalmış/yaşayan yerel örneklerinden birisidir aslında. Özellikle de cumhuriyet döneminin ilk 27 yılında, dallarıyla irtibatı kesilmeye çalışılsa bile henüz kökleri muhafaza edilen klâsik İslâm kültürünün yerel bazda temsilcisi ve taşıyıcısı olmuştur. Bu konuda Trabzon’la ilgili en önemli eserlerden birisini yazan (Trabzon Şehrinin İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583)[5] Amerika’lı Osmanlı Tarihi Profesörü Heath W. Lowry’nin, yazımızın başına aldığımız “Oflu Hoca’lar, Kur’an Kursları gibi faaliyetlerle İslam’ı o bölgede canlı tutmuşlardır” sözü önemli bir gerçeğe işaret eder. Özellikle İsmet Paşa devri olarak belirtilen, ezanın Türkçe okunduğu, Kur’an ve medrese öğreniminin yasaklandığı dönemde Oflu Hocalar önemli fonksiyonlar icra etmişlerdir. Bu konuda; halen yaşayan ve hafızlığını 9 yaşında babasının gözetiminde tamamlamış Hafız Osman Düzenli o yıllara ilişkin şunları söylüyor:
“İsmet Paşa zamanina, Kur’an kursinda, çameye okumak yasak idi. Hau altiyana Hacişerifun pi evi var. Eski pi ev idi. Orda okurduk. Pi da nöbetçi koyardiler Mağaraşa. Eğer jandarma körinursa kelur haber verurdiler. Oyle fena zamanlar idi o zamanlar. Allah’un kelâmini oğrenmek pile yasak idi. Rahmetli Mola Salih varidi hoca idi, çecuk okuturdi. Şindi da oyle yapmak işteyiler.”[6]
Bu dönemdeki yoğun baskılara rağmen Oflu hocalar bir misyoner gibi her türlü baskıya rağmen eski İslâmi kültürden kopuşa karşı direnmişler ve nesiller arası köprü görevi görmüşlerdir. Bu dönemde Oflu Hoca’ların çabalarıyla klasik İslâm itikat, ibadet ve kültürünün halka yönelik geleneksel kitapları olan Mızraklı İlmihal, Enesül Abidin, Necat’ül Mü’minin, Hüccetül İslam, tefsirlerden Mevakip, Tibyan ile Muhammediye, Ahmediye ve Sırr-ı Nebi yoğun olarak evlerde muhafaza edilir ve okunurdu.
Bu konuda Hopşera (Akdoğan)’lı E.Müftü Ali Kemal Saran’ın ilginç bir hatırası şöyledir:
“O sıralar Halk Partisi ‘nin son dönemleri olduğundan, her ne kadar Kur’an okutma yasağı biraz gevşese de yine jandarma korkusu hakimdi. Bunun için hocamız cami önüne dâima içimizden bir nöbetçi diker ve Çaykara yolundan jandarmaların gelmekte olduğu haberi geldiğinde, hemen Kur’anlarımızı caminin tavan arasındaki boşluğa gizler ve cami etrafında oynamaya koyulurduk. Her ciddi olaydan bile, bir oyun çıkarmakta mahir olan talebeler, bu nöbet görevini hiç savsaklamazlar, şakaya alıp, sahte alarm vermezlerdi. Hatta, o sıralarda, Holayisa (Baltacılı) köyünde, Bayramlı mahallesinin Hınıs Hoca lakaplı geçici Sıbyan hocası, aynı zamanda boş zamanlarında kaval çalan bir kişiymiş. Jandarmaların geldiğini nöbetçi öğrenciler haber verince, korkudan Kur’an’ ları gizli özel bölmelere gizleyerek, dışarıya çıkmaya fırsat bulamadan taktik olarak hemen kaval çalmaya başlamış. Bunu gören talebeler de cami içinde kaval sesine ayak uydurarak hoplayıp zıplamaya başlamışlar. Hışımla içeriye girerek, bunu gören jandarmalar da “bu ne hal; camide hiç kaval çalınır mı ! “ diyerek hocayı dipçikle iyi bir dövmüşler. Hoca dayaktan sora kendine gelince, “ Bu ne hal, Kuran okutursun suç; kaval çalarsın suç” demiş ve bu da halk arasında acı bir ironi olarak anlatılırmış.”[7]
Gene bu dönemlerde her ailede bir çocuk mutlaka İslâmi eğitime/hafızlığa yönlendirilir, vakfedilirdi. Öyle ki; bugünkü araba yollarının olmadığı zamanlarda her evin üst tarafından (tufasından) geçen yaya yoluyla yürüyerek yaylaya gidenler, gün ağarmadan yola koyulurlar ve köy sınırlarından çıkana kadar her evde okunan Kur’an-ı Kerimi dinleyerek yollarına devam ederlerdi.
Amerikalı Antropolog Prof. Michael E.Meeker’ın Oflu Hocalar ve Of’taki din eğitimiyle ilgili tesbit ve gözlemleri de Prof. Lowry’nin yukarıdaki tesbitini doğruluyor[8]:
“Of’taki yerel dini eğitim geleneği, devlet sisteminin hem içinde hem dışındaydı, bazı açılardan yasal ve uygun, bazı açılardan yasadışı ve uygunsuzdu. Oflu hocaların pek çoğu, resmi imam ve hatip olarak Anadolunun köyleri ve kasabalarında görev yapıyordu. Fakat pek çoğu da resmi ataması ya da lisansı olmaksızın imamlıkla hayatını kazanıyordu. Yasadışı görev yapmayan bu Oflu hocaların çoğu gezici olarak çalışıp ücret karşılığında dini danışmanlık yapıp ilgili hizmetleri sağlıyorlardı.”
Meeker Dini eğitim geleneğinin yeraltına inmesi başlığı altında “bütün medreseler ve din eğitimi faaliyetlerinin yasaklan”masına rağmen ( 1931) Of ilçesindeki din eğitim faaliyetinin son bulmadığını söylüyor ve bunun nedenini şöyle açıklıyor:
“Of ilçesindeki müderrisler, medreseler ve talebeler devlet sisteminin kolaylıkla ulaşamayacağı bir noktada bulunuyordu. Bu durumdan yararlanarak, resmi dini sistemin uzantılarından sistemin içine sızabiliyorlardı. Oflu hocalar, marjinal konumları sayesinde, faaliyetlerini kendilerine ve muhataplarına uygun bir biçimde düzenleyebiliyorlardı …. Türkiye cumhuriyetinin ilanını izleyen ilk yıllarında, Of ilçesinde bu dini eğitim geleneği pek değişmemişti. Müderrisler, medreseler ve talebeler resmi ve yasal statülerini kaybetmişlerdi, fakat Ofun dağlık yörelerindeki yasadışı din eğitimi faaliyetlerine müdahale edilemiyordu. Devlet görevlileri 1930’larda, Kemalist reformlara karşı her türlü meydan okumaya daha etkin bir biçimde karşılık vermeye başlamışlardı; din eğitimiyle ilgili yasakları daha katı bir şekilde uyguluyorlardı. Bu koşullarda, Of ilçesindeki hocalar ve talebeler faaliyetlerine muhtemelen bir süre ara vermek zorunda kalmışlardı. 1940’lara gelindiğinde, geleneksel din eğitimi yeraltına inmiş ve burada yeniden yeşermeye başlamıştı. 1950’lerin sonunda, resmi din akademilerinin tekrar açılmasından birkaç yıl önce, Oftaki medreseler bu alandaki talebi karşılayan başlıca kurumlardan biri haline gelmişti.”[9] “… 1930’larda devlet görevlileri, din piyasasını hocaların türediği eski dini geleneğin eline bırakarak, İslamı devletten ayırdılar. 1940’lardan 1960’lara kadar, Oflu hocalar dini eğitim ve dini hizmet talebini karşılayan neredeyse tek kaynak olarak tekel konumundaydılar.”[10]
Eski Of Medreselerinde okumuş, icazet almış, ülkemizin değişik yerlerinde müftülük yaptıktan sonra emekli olmuş Çaykara’nın Akdoğan (Hopşera) köyünden Ali Kemal Saran anlatıyor:
“1959 senesiydi. Cihanbeyli’de müftüydüm. Bir akşam Bediüzzaman’ ın talebesi olan bir arkadaşım bana, ertesi sabah Bediüzzaman Said Nursi’nin Konya’ya gitmek üzere Cihanbeyli ‘den geçeceğini haber verdi. Ertesi gün onunla birlikte üç arkadaş, kendisiyle görüşmek için, ilçenin Ankara tarafındaki Konya-Ankara yola ayrımında beklemeye koyulduk. Duyduğumuza göre Rahmetli, Cihanbeyli merkezine uğramadan direkt olarak Konya’ya geçecekti. Bir süre bekledikten sonra rahmetlinin içinde bulunduğu otomobilin gelmekte olduğunu gördük. İşaret ederek aracı durdurduktan sonra Bediüzzaman hazretleri bizi görünce araçtan indi Avukatı Bekir Berk ve meşhur talebesi Hüsrev Altınbaşak yanında idi. Selamlaştıktan sonra ellerini öpmek istedik. Buna müsaade etmedi. Ellerini omuzlarımıza atarak bizimle samimi bir şekilde konuştu. Arkadaşlarım beni müftü olarak takdim edince, nereli olduğumu sordu. Of (Çaykara)’lu olduğumu söyleyince “Çaykaralılardan ve Oflulardan Allah razı olsun; onlar Kur’an‘a çok büyük hizmetlerde bulundular. Onlar sayesinde İslâmiyet neşv-vü nema buldu” diyerek bize iltifatlarda bulundu. Başında elle örülmüş bir bere bulunuyordu. O meşhur yün sargısını da boynun dolamıştı. Rahmetlinin, zayıflığı yüzünden adeta şeffaf bir şekle bürünen vücudu çok nahif bir halde idi. Diğer arkadaşlarıma da hal hatır soran rahmetli, o sıralarda hasta olduğunda ayakta zor durabiliyordu. Arkadaşları, onun bu durumunu bize bildirerek, kollarına girip kendisini taksinin arka tarafına bindirdiler. Merhumun ayrılırken son sözü şu olmuştu: “ Biz hizmete devam edelim; Allah en hayırlısını nasip eder.” [11]
Oflu Hocaların belki de yakın tarihimizde en belirgin özellikleri, Bediüzzaman Said Nursi’nin, ve Prof. Heath Lowry’nin ifade ettiği “İslâmın önüne rezervler konulduğu dönemlerde” İslâmı gelecek nesillere aktarmaları olmuştur.
Aslında bu mizaçta ülkemizin her yerinde insanlar, hocalar, ilim adamları bulunur. Her biri ayrı birer örnek vak’adır. Her birinin kendi değerlendirilme bağlamları çizilebilir. Oflu Hoca’nın öne çıkmasının, sembolize olmasının, bugüne ulaşmasının sebebi bu insanların çokluğundandır. ‘Oflu Hoca genellemesi’ne rağmen ‘her insanın küçük bir âlem’ olduğu gerçeğinden hareketle Oflu Hocayı (Mandan Hoca örneğinde görüleceği gibi) kavî, ciddi ve sert bir duruş sahibi olarak tanımlarken O’nun var olan hayatla, dille ve kültürle olan ilişkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Oflu Hocanın öne çıkarılan ve bir yanılsama olarak bütünüyle ondan ibaret sanılan espri gücü ve yönü onu bir bütün olarak ifade etmekten uzaktır. Bir espri veya ince mizah meselesini en başa taşıyıp bütün bir muhtevayı sadece bundan ibaret göstermenin, ifrat ve tefritin en ileri derecesi olduğunu, bu tip çerçevelerin genel bütünlüğü anlamada ve aktarmada büyük zaaflarla hatta kasıtlarla dolu olduğunu düşünüyorum.
Of Medreseleri ve Bazı Âlimler / Hocalar
Oflu hocaların okuduğu, tahsil gördüğü Of medreseleri meşhurdur. Hemen hemen Of’un her köyünde medrese vardır. Bu medreselerde hafızlık, arapça ve fıkıh (İslam Hukuku) eğitimi ehil hocaların gözetiminde öğretilir ve sonunda icazet merasimiyle (törenle) icazetnameler (yeterlilik diplomaları) verilir. Günümüzde de aynı gelenek (zayıflasa da) devam etmektedir. Her yıl yaz döneminde Of ve Çaykara’nın tüm köylerinde büyük katılımlarla icazet merasimleri düzenlenir ve mezun olanlara yeterlilik belgeleri verilir.
Sadık Albayrak’ın Sultan Abdülhamit döneminin sonlarından başlayıp ikinci meşrutiyetle devam edip, Cumhuriyetle son bulan ilmiye ricalinin sicil evrakları üzerinde yaptığı araştırmalarda belgelerde adı geçen bazı meşhur Oflu Hoca’ların isimleri ve mensup oldukları köyler şöyledir:
Mehmet Bahaeddin Efendi / Mimilos, Mustafa Tevfik Efendi / Kondu, Hüseyin Sabri Efendi / Şinek, Hafız Fehmi Efendi / Paçan, Süleyman Sırrı Efendi/Mimilos, Hasan Efendi / Hopşera-yı Ulya, Mehmet Kamil Efendi / Holaisa, Hüseyin Hüsnü Efendi / Hopşera-yı Ulya, İsmail Hakkı Efendi / Paçan-Mimilos, Numan Vehbi Efendi / Zeleka, Mehmet Şerif Efendi / Hopşera-yı Ulya, Mustafa Zühtü Efendi / Hopşera-yı Süfla, Mahmut Kamil Efendi / Paçan. [12]
Of’un bu “sembol hoca”larından başka ilk anda hatırladığımız şu isimleri de kaydetmekte yarar var:
Kakoşim Efendi / Paçan, Mustafa Sıtkı Efendi, Cansızoğlu / Kondu, Hacı Osman Efendi, Veliefendizâde / Hopşera, Hacı Dursun Efendi / Çalek, Yusuf Şevki Efendi / Kondu, Süleyman Efendi / Fotinos, Mahmut Efendi / Miço, Ahmet Ziyaeddin Efendi (Hacı Ferşat Ef. Torunu) / Holaisa, Yusuf Efendi ve kardeşi Hasan Efendi, Hanecizade / Hopşera, Mehmet Şerif Efendi / Hopşera, Bekir Efendi / Şerah, Abdurrahman Efendi / Zeno, Gargar Müslim Efendi / Kadahor, Sırım Muhammet Efendi / Holaisa, İlyas Efendi / Paçan, Müslim Efendi / Şur, Kabro Hasan Efendi / Holo, Cafer Zihni Efendi / Hopşera, Süleyman Efendi, Çıkrıkzâde / Kondu, İdris Efendi / Paçan, Fetin Efendi / Şur.
Gene 1330 (1914) senesinde Of kazasında bulunan medreseler ve öğrencilere ait bir belgeye baktığımızda Of’un 69 köyünde medresenin bulunduğunu ve bu medreselerde 1482 öğrencinin potansiyel Oflu Hoca olmak için öğrenim gördüğüne şahit oluyoruz: Aşağıdaki Of Medreseleri listesi yoğunluk hakkında yeterince bilgi vermektedir:
Eskipazar Medresesi (5 öğrenci), Hundez Medresesi (19 öğrenci), Kono Medresesi (20 öğrenci), Çalek Medresesi (12 öğrenci), Haksa Medresesi (15 öğrenci), Samri Medresesi (11 öğrenci), Ukşul Medresesi (6 öğrenci), Savan Medresesi (9 öğrenci), Rehot Medresesi (5 öğrenci), Çivaloz Medresesi (10 öğrenci), Kumanit Medresesi (7 öğrenci), Harvel Medresesi (14 öğrenci), Keler Medresesi (3 öğrenci), Tervel Medresesi (6 öğrenci), Ancibranoz Medresesi (9 öğrenci), Yalavas Medresesi (20 öğrenci), Foletli Medresesi (8 öğrenci), Hastikoz Medresesi (19 öğrenci), Yarakar Medresesi (8 öğrenci), Yavan Medresesi (16 öğrenci), Yaranoz Medresesi (27 öğrenci), Miço Medresesi (23 öğrenci), Balaban Medresesi (7 öğrenci), Çufaruksa Medresesi (57 öğrenci), Hamlan Medresesi (13 öğrenci), Mapsino Medresesi (37 öğrenci), Visir Medresesi (7 öğrenci), Çoruk Medresesi (12 öğrenci), Mavrand-ı Ulya Medresesi (29 öğrenci), Mavrand-ı Süfla Medresesi (14 öğrenci), Melinoz Medresesi (19 öğrenci), İşkenaz Medresesi (8 öğrenci), Ebuban? Medresesi (28 öğrenci), Zaryos Medresesi (5 öğrenci), Ogene-i Ulya Medresesi (22 öğrenci), Ogene-i Süfla Medresesi (22 öğrenci), Alisinos Medresesi (34 öğrenci), Şinek Medresesi (112 öğrenci), Şur Medresesi (23 öğrenci), Bababoros ? Medresesi (41 öğrenci), Zihono Medresesi (8 öğrenci), Hopşera-i Ulya Medresesi (31 öğrenci), Hopşera-i Süfla Medresesi (17 öğrenci), Makidanos Medresesi (16 öğrenci), Fot Medresesi (31 öğrenci), Kalanas Medresesi (19 öğrenci), Zenozeno Medresesi (9 öğrenci), Arşela Medresesi (3 öğrenci), Kalis Medresesi (3 öğrenci), Arhançelo Medresesi (12 öğrenci), Mezire Medresesi (22 öğrenci), Kondu-i Ulya Medresesi (23 öğrenci), Kondu-i Süfla Medresesi (10 öğrenci), Okşoho Medresesi (18 öğrenci), Zisino’da Süleyman Medresesi (51 öğrenci), Zisino’da Erşeme Medresesi (34 öğrenci), Zisino’da Filas Medresesi (15 öğrenci), Zeno Medresesi (18 öğrenci), Zeno Medresesi (14 öğrenci), Fotinos Medresesi (7 öğrenci), Holaisa Medresesi (61 öğrenci), Zeleka Medresesi (36 öğrenci), Ğorğoras Medresesi (36 öğrenci), Paçan Medresesi (5 öğrenci), Anoso Medresesi (58 öğrenci), Anoso-i Süfla Medresesi (7 öğrenci), Çoroş Medresesi (81 öğrenci), Şerah Medresesi (51 öğrenci), Şerah Medresesi (37 öğrenci). [13]
Şüphesiz Of’un medreseleri ve Hocaları sadece bunlarla sınırlı değildir. Bu konuda Gülen (Visir) köyünden Hafız Osman Düzenli şunları anlatıyor:
“Of’un peyuk alimleri varidi . Her tarafa fetva verurdiler. Paçan’li İtris Efendi, Şur’li Fetin Efendi, Çalek’li Haci Tursun Efendi varidi, Mahmut Efendi’nun hocasi. Çufaruksa’li Mehmet Ruşti Efendi, Eski Çaykara Vaizi Hopşera’li Hasan Efendi, Çaykara’li Muslim Efendi varidi, peyuk alim. Pizum köyden (Visir’den) da çok varidi Molla’lar. Tabi Holaisa’li Haci Ferşat Efendi da varidi. Pular peyuk hocalar, alimler idi.” [14]
Oflu Hocalar’ın sadece klâsik fıkıh ilmiyle uğraşmadıkları, bu derin ilimleriyle/birikimleriyle birlikte bazılarının Veliyullah derecesinde kâmil mürşit oldukları da bilinir. Bu konuda gene Osman Düzenli Holaisa’lı Hacı Ferşat Efendi ile ilgili şu hadiseyi anlatıyor:
“Of’a pi mufti varidi. Çarşamba’li. Eyi pi alim idi. Of’a pi mezarluktan pi yol keçecek. O mezarlukta da pi mubarek adamun kabri var. Pitün Of alimlerine sordiler, tediler ki alimler: ‘purdan yol keçmez’. Musaade vermediler. Punun uzerine o zamanki Hukumet da tedi ki: ‘Yahu resmi adam muftidur, oğa soralum, o ne tersa o olur.’ Muftiya sordiler. Mufti tedi ki: ‘Mazeret sebebilan olapilur, keçsun pudran yol.’ Yol ketçi ordan. Mufti o kice rüyasina köreyi ki: Pi mahkeme heyeti kurilmiş. Ama ne içun kuruldi da pilmeyi oni. Pakti ki kene ruya tevam edeyi. Pi da pakayi ki kendisini mahkeme edecekler. Pitün mahkeme heyeti toplandi. Veliler, alimler.. Haci Ferşat Efendi da o heyetun içine. Mahkeme reisinun kelmesini pekleyiler. Pi da Mahkeme Reisi keldi, herkes ayağa kalkti. Paktiler ki Hazreti Resulüllah (sellellahu aleyhi vesellem) keldi. Oturdiler. Peyğamber Efendumuz sordi mahkeme heyetine: ‘Ne çeza verelum habuna?’ Hepisi ‘idam verelum’ tediler.İdam temek ebedi çehenneme kalsun temek. Peyğamber Efendimuz tedi ‘yoook, olmaz. (ummetini çok sever mubarek).Yanildi pu. Puna sürkun çezasi verelum.’ Nasi? ‘Yarun Of’i terketsun’. Tediler ‘eyi’. Ruyasina adam her şeyi körur. Uçar da adam. Ya uçsun pakalum? Mufti uyandi. Sabah nemazini kıldi, kalkti furuna kitti etmek aldi da eve kideyi. Pi da pakti Haci Ferşat Efendi oyandan keluyi. Tedi oğa (Müftüye) ki : ‘Sen hala puraya turuyi misun? Sen etmek aldun da kideyisun yeyecesun. Sağa sürkun çezasi verdiler. Niye kitmeyisun?’ Mufti pakti ki, iş paşka. Haman Of’i terk edu toğri memleketi Çarşamba’ya kitti. Hem da dayin teyil, muftiluktan istifa. Taha sora Ladik’ten pirisi keldi Çarşamba’ya pakti pirisi karip karip oturuyi da ağlayi. Tedi oğa: ‘Niçun poyle tuşunceli oturuyisun? Sen da penum kibi musafir misun?’ Tedi mufti: ‘Penum çok terdum var.’” Anlatti paşindan keçenleri. ‘Onun içun tuşunuyirum, Allah peni affeder mi’ tedi. Mufti eyi adam idi.” [15]
Halen yaşayan, 9 yaşında hafızlığını ikmal etmiş ve hayatının 40 yılını Amasya’da geçirip tekrar köyüne (Dernekpazarı/Gülen-Visir) yerleşen bir zâtın asla kaybetmediği yerel Of diyalektiyle, ayrıntılarına kadar anlatmış olduğu bu kıssa (olay)nın derinliğinden Oflu Hocaların iç dünyasını yakalamak da mümkün olmaktadır.
Gene Oflu Hocalar’ın duyarlılıklarına ilişkin Osman Düzenli’nin anlattığı şu olay da bu derinliklerdendir:
“Kelibolili Ahmet ve Muhammet Efendiler, Haci Payram-i Veli’nun muridi idiler. Muhammet peyuği, Ahmet da kuçuği. İkisi da alim, hoca. Talebe okuturler. O ufak kardaş Ahmet talebe okuturkan ağabeyi Muhammet kitti pakti da küldi kardaşina. O da ağlaya ağlaya anasina koşti. Tedi ki: Ana! Pen talebe okutuyidum, ağabeyum peni peğenmedi da küldi pağa. Anasi da çağirdi peyuk oğlini. Oğlum tedi, kel puraya Muhammet. Sen tedi kardaşuna paktun da peğenmedun okutmasini he mi, o da ağlayi. Tedi Muhammet: Yok ana, pen oğa külmeyirum. O okuttuği talebelerun her pirinun paşina pir melaike var. O körmedi olari, pen köreyirum olari, onun içun küldum. Tedi Ahmet’e ki anasi: Oyle isa kabahet sende. Tedi: Oğlum Ahmet, sen kuçuğikân çok ağladun. Sağa pi defa aptessuz meme verdum tedi. Sen onun içun o melaikeleri köremeyisun. (Bu sırada Hafız Osman Düzenli duygulanarak ağlamaya başlar) . İşte olar oyle idi. Nereye olar da, nerede şindikiler?” [16]
Yaşayan Oflu bir Hocanın anlattığı bu kıssadaki duyarlılık ve derinlik kendisini de anlatırken duygulandırarak ağlatacak derecede bir iç safiyetine/duruluğuna sahip bir kişiliktir aynı zamanda Oflu Hoca.
Oflu hocalar için önemli olan mesajları ve mesajlarının muhtevasıdır. Şekil şartları, dil, diyalektin o kadar önemi yoktur. Önem sadece İslâmı ve İslâmî muhtevayı doğru aktarabilmededir. Rumca’nın Of’ta yaygın olduğu dönemlerde 1877 yılında (129 yıl önce) yayınlanan ilk Türkçe şehir tarihi olan Trabzon Tarihi’nin Of Kazası bölümünde yazarı Şakir Şevket;
“..Ma’a-hâzâ burada pek büyük âlimler ve çok ziyade erbâb-ı sanayi’ vardır ki ağaçdan saat bile yapılıp kullanılıyor. Oranın ahalisi hala rum lisaniyle tekellüm eder ve Türkçe bilmeyen talebeye dersleri Rumca takrîr ve ta’rif ederler” şeklinde yazmaktadır.[17]
Yerel Diyalekt ve Oflu Hocalardan Örnekler
Yerel tavır, yerel diyalekt ve yerel örneklerle yüklü bir Oflu Hoca tipolojisine klâsik İslâm kültüründe de referans olarak rastlamaktayız. Örneğin Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinde, Ahmet Eflâki’nin Menakıb-ül’Arifin’inde, Şems-i Tebrizi’nin Makalât’ında, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ında ve daha birçok kaynak eserlerde bu tarzın değişik örnekleri bulunmaktadır.
İmanında kavî Oflu Hoca, her ne kadar eleştirsek daha doğrusu öne çok fazla çıkarılmaması gerekir diye düşünsek de espritüel derinliğine parmak basmak ve vurgu yapmak gerekiyor. Oflu Hocanın Sohbetleri gibi yapay ve bağlamından kopartılmış bir kurgu/varsayım olarak yazılan kitapların yerine aşağıdaki gerçek olaylar onun mantık örgüsü, sözünü sakınmaması, her zaman verilecek cevabının olması, espri yeteneği, söz ustalığı ve beden dili bakımından, kendisi de bir yöre insanı olması hasebiyle, yöre insanının yapısına uygun tarzına işaret eder.
Aslen Çaykara’nın Soğanlı (Hopşera) köyünden olan ve Hanecizadeler diye isimlendirilen sülâleden (Eski Çaykara Müftüsü Yusuf Bilgin’in kardeşi) Hasan Efendi’ye alay etmek için sorarlar:
- Hocam biz namaz kılmıyoruz, onun için kâğur mi olduk?
Hasan Efendi cevap verir:
-Yoo, siz kâğur olmadunuz ama kâğurlar nemaz kılmaz![18]
İşte, karşısındakinin dalga geçme amacını gerçekleştirmesine fırsat vermeyen ve bir İslâmî ölçüyü karşısındakinin anlayabileceği ve donup kalacağı bir diyalektikle ortaya koyan Oflu Hoca tarzı..
Oflu Hocanın en uç benzetmelerle vaaz ettiği örnek daha:
“Kendisi Çaykara’nın Ataköy (Şinek)li olan Eski Trabzon Müftüsü Raif Hoca çarşı camiinde vaaz ediyor. Cami tamamiyle dolu.
- Aziz Müslümanlar. Bu kadir gecesi öyle bir mübarek gecedir ki, içinde kadir gecesi olmayan bin aydan daha hayırlıdır. Bu geceye ulaşıp tövbe-istiğfar edenler, hak yemişse helalık alanlar, kaza namazı olup da kaza namazını kılanlar, bütün kötülüklerden tövbe edeceğine niyet edenler, af ve mağfirete uğrarlar.
Cemaatten sorarlar:
- Hocaefendi, nasıl olacak habu iş? Bu dediğin doğru mu?
Raif Hoca bu soruyu bir örnek vererek cevaplar: -Bakın aziz Müslümanlar. Bizim fıkıh kitapları der ki, eşek murdar hayvandır. Ama bu eşek tuz gölüne düştüğü zaman bir müddet sonra tuz olur, murdarlığı kalkar, yemeklere bile konulur. İşte bu Kadir gecesine ulaşıp da tövbe-istiğfar edenler, günahlarından pişman olanlar, tıpkı eşeğin tuz gölüne düşüp eşeklikten kurtulması gibidir.”[19]
Raif Hoca’nın vaaz tarzında olduğu gibi “Lâ teşbih velâ temsil” veya “temsilde hata olmaz” ölçüsüyle bakıldığında, karşısındakilerin hafızalarında kalacak, espriyle yüklü bir örnek Oflu Hoca tarzı..
Oflu Hocaların şöhreti o derece yayılmıştır ki, kendileri de bu haklı şöhretin farkındadırlar. Ve Of yöresine en yakın bir ilçeden bile bir din görevlisinin görevli gelmesi onların şöhretine, şanına yakışmaz. Bu konuda gene Raif Hoca’dan canlı bir örnek şöyledir.
Arsin’in Zazana köyünden Mustafa Koç vardı. İlâhiyatı bitirip Hayrat’a müftü olarak geldi. O sıralarda Hayrat’ta icazet merasimi (mezuniyet töreni) yapılacak. Trabzon Müftüsü Raif (Korkmaz ) Hoca da çağrılıyor. Merasimde önce Hayrat Müftüsü Mustafa Koç konuşuyor. En son Trabzon Müftüsü Raif Hoca kürsüye çıkıyor. Kur’an kurslarının önemini, yöreye katkılarını, Of ve Çaykara’nın Kur’ana hizmetini vs. vs. anlatıyor. Sonra konuyu kıyamet alametlerine getiriyor ve diyor ki:
-“Bakın, benden evvel konuşan Mustafa Hoca ne güzel şeyler söyledi. Ağzına sağlık. Kimden okudu ise hocalarından Allah razı olsun. İşte habu Of ve Çaykara havalisine Arsen’den pirinun kelu da muftiluk yapması peyuk kıyamet alâmetidur.”[20]
Oflu Hocaların bazen üslupları yüzünden çektikleri de olurdu. Hatta resmî görevli olan Oflu Müftülerden sırf üslubu, anlatım tarzı yüzünden sürgün edilenlere de rastlanır. Yukarıda bahsettiğimiz Trabzon Müftüsü Raif Hoca da bu tarz yer değiştirmeleri yaşamıştır. Raif Hoca Zonguldak’ta müftü iken bir Cuma namazından önce oruç kimler tutamaz mevzuunda vaaz ediyor. Sayıyor, sayıyor… sonunda eşekler de tutmaz diyor. Hatta Halk Partili Belediye Başkanı Raif Hocayı ‘bize eşek dedi’ diye şikâyet eder.[21]
Oflu Hoca’nın anlatım tarzına bir başka örnek:
Nurani yüzlü emekli bir hocaefendi. Alim fazıl bir insan. Üslubu yerel üslup. Mübarek gecelerden birisinde vaaz ediyor. Değişik konuları anlatıyor, sıra Amerika’nın Irak’ı İşgaline geliyor:
- “Aziz muslimanlar, töğa edun, kuvvetli töğa edun. Köreyisunuz tünyada nereye ev yıkıluyisa muslimanun evi, nerde pi kadun tul kaluyisa muslimanun karisi, nerde bi ufak uşak elüyisa muslimanun uşaği. Haburda şindi purnumuzun tibine Amerika Irak’a vuracak.”
Tüm beden dilini kullanarak vücut ve el-kol hareketleriyle heyecanlı bir şekilde anlatıyor. Eliyle sağ tarafında Amerika’yı işaret ediyor:
- Ula, niye vuracasun oğa? diyor.
- Aziz muslimanlar ! Niye vuracak oğa pilüyimisunuz? Sende kimyasal, piyolojik, pilmem ne ne silahlari varmiş, onun içun. Pak pak pak. Ula kâğur oğli kâğur, sende taha peyuği yok mi?” [22]
Oflu Hocalar bu tarz anlatımlarıyla cemaati öylesine konuya raptederler (katarlar) ki, bugün çağdaş eğitim yöntemlerinde beden dili olarak kavramsallaşan etkileyici iletişim konusunda uzmanlaşmışlardır adeta.
1970-80’li yıllarda büyük âlimlerin yetiştiği Çaykara’nın Soğanlı (Hopşera) köyü camii imamı Kobanoğlu Mustafa Hoca’nın köy camisindeki vaazlarında, cemaatin hemen hepsine tek tek kürsüden hitap ederek, anlattığı olayları cemaat mensuplarında kişiselleştirip interaktif bir üslupla anlatımı da Oflu Hocaların anlatım tarzına önemli bir örnektir.
“Kobanoğlu Mustafa Hoca’nın cemaatte doğrudan göz ve söz teması kurmadığı kimse yoktu. Herkese ismiyle seslenerek; (ahiretten bahisle) “Sen pakma ordan Mehmet Efendi, sen da kidecesun oraya, çare yok. Hazirlukli ol!”. Köyde yakında ölmüş olan birisinden bahisle “Çok sever idi köyini, keçen sene puraya idi. Şimdi nereyedur? Soyle pakalum Osman Efendi?” şeklinde muhatabında anlattığı mevzuyu yaşatan müthiş örnekler sergiliyordu.”[23]
Kullandıkları mecazlarda da yerel dili kullanması kaçınılmazdı. Bir örneği Ataköy (Şinek)’lü Hikmet Yıldırım anlatıyor[24]:
“Bizim köyde Hacı İhsan Efendi (Binler) vardı. 35 yıl bilfiil imamlık yapmıştı. Hadis ilminde önemli müktesebatı vardı. Özellikle Ramazan ve Kurban bayramlarında namazdan önce uzun ve etkili vaazlar ederdi. Vaazı bitince de bizim yörede adet olduğu şekilde, bir problemi olan, problemini, ad ve soyadını belirtmeden bir kâğıda yazar ve İhsan Efendi tarafından cevaplandırılmak üzere kürsüye koyardı. Buna bizim yörede “kürsüye kâğıt koyma” denir.
Kürsüye konulan kâğıtlardan birisinde şöyle bir soru yazılıydı: “Hocam! Acaba mü’minlerin günahkârları önce cehenneme girecek de ondan sonra mı cennete alınacaklar? Yoksa doğrudan cennete mi girecekler?
Hacı İhsan Efendi soruyu okur ve kürsüden cevap verir:
- “Mü’min kardaşlarum! Sizun anlayacağunuz oraya pi çuhnisma var. Çehenneme piraz çuhnis olacakler!”[25]
Oflu Hoca’ların yerel ağızla gerek Kur’an’da geçen ‘kıssa’ları, gerek hadis-i şerif’lerde sözkonusu olan olayları, gerekse de diğer İslâm kaynaklarında kayıtlı bulunan mevzu ve olayları aktarma biçimi o kadar içten ve sanki o anda hadiseyi yaşıyormuşçasınadır ki, kendisiyle birlikte muhataplarını da aynı şekilde olaya katarlar. İnanılanı, yaşayan gerçeklik haline getirebilen bir diyalektik kullanan Oflu Hocalara işte güncel bir örnek[26]:
“Zenkin pi muşrik var Medine’de. Çok zenkin. Ama karisi hasta. Tünyannun toktorlarini çağirdi, keturdi oraya lâkin pir fayde yok. Pizum sahabe-i kiram’dan pirisi da (ismini da pilüyidum onuttum oni) oraya. Onilan o zenkin talka keçmek isteyi. ‘E, siz okursunuz da eyi olur hastalar he mi? E ya oku da penumki eyi osun?’ Sahabe da tedi ki: ‘Okuyayim ama, eker eyi olursa ne verecesun pağa?’. Tedi o zenkin muşrik: ‘Eker eyi olursa, tevelerumun içerisine kirecesun, işteduğun renkte kırk tane teve alacasun.’ Teve mubarek heyvan, eti yenur. ‘Temam mi’? Temam. Okudi oni peş tekke. Karisi haman şifa puldi, eyi oldi. Şifa pulinca, tedi ‘kit peğen al kırk tane teveyi.’ Sahabe tedi ‘yok ! O senun pildüğun kibi teyil. Pizum inanduğumuz pi peygamber var. Sellellahu aleyhi vesellem. Kidu oğa sorayim. Eker al tersa alurum. Alma tersa almam.’ Kitti, tedi peygamber efendumuze ‘alapilür miyum olari, pahsettum onlân?’ Tedi Peygamber Efendimuz: ‘Oooo, teşki taha çok yapsaydun. Kâfir ya. Keldi olari aldi, kedurdi peygamber efendimuz, sellellahu aleyhi veselleme. O da olari peltülmale, hazneye mal etti. Ama tedi o sahabeye ki: ‘Ne okudun da eyi oldi o hasta, oni ya soyle pağa?’. Tedi: ‘Ya Resulellah, yedi tane fatihe okudum, paşka pişe okumadum.’ Tedi Peygamber Efendumuz: ‘Ne pilürsun şifa olduğini?’ Tedi sahabe: ‘Ya resulellah, sen soylemiş idun, o akluma kaldi da okudum, şifa puldi.’ Sora, o kadun var ya, tedi ki kocasina: ‘Temek ki pularun tini haktur. Tünyanun toktorlarini topladun olmadi. Pak peş tekkede pu peni eyi etti. Kel piz da pularun tinine kirelum.’ Ama kirdiler mi kirmediler mi oni eyi pilmeyirum. İnşallah kirmişlerdur. O kadar mucizeyi kördiler da iman etmediler mi?’
II. OF’UN SON DÖNEM SEMBOL HOCALARI’NDAN…
Mehmet Akif ve Mandan Hoca
Yerel ağızla Ofli Hoca olarak kavramsallaşan Ofun Hocası’nın prototipi/başörneği Mehmet Akif’i bile hayran bırakacak, büyüleyecek tarzda Safahat’ta heykelleşmiştir.
Mehmet Akif’in Safahat’ında Mandal Hoca olarak geçen gerçek şahsiyet, bugünkü Çaykara’nın (o zamanlar Of’a bağlı) Holo köyünden İstanbul’a gelmiş bir Dava adamı-İslâm alimidir. İstanbul Yeni Cami’de vaiz olarak görev yapan Mandal Hoca (Aslı Mandan Hoca’dır) döneminin her türlü baskısına ve zorbalığına karşı imanından kaynaklanan bir boyun eğmeyişle karşı duruşunu ortaya koymaktadır.
Dikkatlerden kasıtlı veya fark edilmeyerek kaçırılan Akif’in resmettiği Oflu Mandan Hoca, üzerinde durulmaya değer bir prototiptir.
Mehmet Akif’in Safahat’ta oldukça uzun anlattığı Oflu Mandan Hoca’dan bazı kısımlar:[27]
“Söktü Mandal Hoca’dır gürleyerek…
- Ay, o mu Lâz?
-Yeni Cami’deki vâiz, bileceksin belki?
-Bileceksin ne demek, Mandal’ı kim bilmez ki?
Tacı yok, tahtı da yok, kendine mâlik sultan.
Galiba öldü ki hiç gördüğümüz yok?
-Çoktan !
Ne güzel söyledin oğlum, Hoca sultandı evet.
Yoktu dünyada esîr olduğu hiçbir kuvvet.
Hele sen yoldaşımın hâlini görseydin o gün,
Eskisinden de perîşandı…
-Tabîî, sürgün.
Mehmet Akif Mandan Hoca’daki etkileyici duruşu anlatmaya devam ediyor:
“-Başta bir dalgalı fes, ta tepesinden o ibik,
Cuk oturmuş bakıyor; mavi beş on kat iplik,
Sapı yok, püskülü tutmuş da, dışından ibiğe,
Bağlamış sımsıkı “Artık bu da kopmaz ya!” diye.
Önü çökmüş sarığın, arka taraf vermiş bel;
Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel.
Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan;
İki şimşek dolu gök sanki, yanarsın baksan!
Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın;
Hani, bin parça olur, düşmeyegörsün, nazarın!
İri burnundan inip savruluyor çifte duman,
El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan.
…….
Oflu ‘hainlere lanet!’ dağıtırken bol bol,
Kime benzetti ki, bilmem, beni ‘berhudar ol!’
Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım,
Bilemezsin… Sıcacık bir aba giydim sandım.
….
-İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan,
Hoca Mandal’daki îmân gibi sağlam îmân.
Titretirsin yine dünyayı, emin ol, tir tir;
Hele sen Şark’a o imanda beş on sîne getir.
Zübbe valiye çatan hangi müderrisse, ona,
Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna,
Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi?
Oturup sadece, mektepleri tenkîd iş mi?
Kuru laftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç…
Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç!”
Evet… Mehmet Akif’in deyimiyle Mandan Hoca örneğinde Oflu Hoca “sağlam îman”sahibi, “hak yolunda kellesinden geçecek” tavır sahibi, “kuru laf”tan kaçınan bir vakar sahibidir. Gene Akif’in tanımlamasıyla; “Hendekler açılmış gibi kat kat bir alın” ın altında “baktığınızda etkilenip bin parça olacağınız” “iki şimşek dolu gök” gibi gözler..
Oflu Mehmet Emin Efendi
Mandan Hoca gibi ‘kavi’ bir Oflu Hoca tipi de bir zamanlar her evde bulunan demirbaş İslâmi kitaplardan Osmanlıca “Necat-ül Mü’minin Risalesi” ve 20’den fazla kitabın yazarı, kitaplarındaki künyesi ile “Mehmet Emin Efendi bin Hasan el-Ofî”dir. Oflu Mehmet Emin Efendi’nin risalelerine bakılacak olursa “İslâm’ın katı ve lafzî bir yorumunu yapan… Oflu Mehmet Emin Efendi hakkında bilinenler dikkate değer bir şahsiyet olduğunu göstermeye kâfidir. 1815’te Of’ta doğan Mehmet Emin Efendi, 1838’de İstanbul’a geldi. Ölümüne kadar Fatih camiinde Cuma günleri namazdan sonra vaazda bulundu.”[28] Sefine-i Evliya yazarı Hüseyin Vassaf’ın bildirdiğine göre; İstanbul’da ‘Fatih Sofuları’ diye isimlendirilen cemaatin kurucusu idi. Bu cemaat mensupları ‘fes yerine ince dikişli takke giyerler, beyaz ve gayrimuntazam sarık sararlar; sakallarını uzatır, bıyıklarını kısa keserler; cübbeleri beyaz ve gayet geniştir, şalvar giyerler. Kırmızı veya siyah yemeni ve siyah mest kullanırlar. Kendilerinden bîgâne olanlarla alış-veriş etmezler. Yolda, kendilerinden olmayana selam vermezler. Hele fesli, kravatlı, kolalı gömlekli şahısları gördükleri zaman başlarını aksi istikamete çevirip bakmazlardı. Namazda olanca kuvvetleriyle tâdil-i erkâna riayetle eda-yı salâta son derece düşkün olurlardı. Kendi cemaatleri haricinden kız almazlar, hizmet-i devlete girmezlerdi. İmam-ı Rabbanî’ye nisbettardırlar, İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’si onların mürşidiydi. Karşı oldukları en önemli şeylerden biri de tütün içmekti.”[29] Kendisi ömür boyu geçimini süt ve yoğurt satarak geçirdiği için sütçü veya yoğurtçu Emin Efendi derlerdi. Daha önce basmacılık edermiş. Tahsil-i Arabî görmüş, cerbezeli bir pir-i fani idi… Beyaz cübbe giyer, celâli galib bir kimse idi. 1904 yılında vefat etti. Kabri Fatih’tedir. Mezar kitabesinde “Fatih Cami-i Şerifinde –Cuma günleri vaiz- Meclis-i irşadiye- ve Necatü’l-müminîn vesair –risâlelerin müellifi –meşhur ulema-yı kiramdan –faziletli Oflu el-Hacc-Mehmet Emin Efendi’nin kabridir. El-fatiha 1319” yazılıdır. Yazdığı “Duhan (Tütün) Risalesi” meşhurdur. Bu yüzden yapılan tahkikatlarda evinde yazdığı Arapça ve Türkçe “Duhan Risalesi”den nüshalar bulunmuş, zabtiye nezaretince el konulmuş ve kendisine iki sene sürgün cezası verilmiştir. Gene 19. yüzyılın Islahat hareketleri ve Garptan kültür unsurları iktibası karşısındaki tavrını ifade ettiği, teknik karşıtı “Risale-i irşadiye fi beyani’l-fabur ve’l-faburka ve’t-tiligraf” isimli eseri İngilizceye de çevrilmiştir. [30]
Sefine-i Evliya’da anlatılan bu Oflu Hoca ve Prof. Ali Birinci’nin “gerçek Oflu Hoca işte bu” diyerek söz konusu ettiği Mehmet Emin Efendi’nin Duhan Risalesi’nden de anlaşılıyor ki; kendine mahsus fikir ve tavır sahibi, çevre ve dönemin şartları ne olursa olsun bunlara aldırmaz, eğilmez bir Oflu Hoca’dır. İslâmı anlayış ve anlatış biçimi de doğrudan, sert ve keskindir. En dikkat çekici özelliklerinden birisi de hiçbir karşılık beklemeden, rıza-en lillâh-Allah rızası için” tebliğ ve irşat faaliyetini sürdürmesidir. Geçimini ise beslediği ineklerinden süt ve yoğurt satarak sağlaması, hocalığını geçim vasıtası yapmamasıdır.
Oflu Hocalar saymakla bitmez. Ancak faaliyetleriyle, öğrenci yetiştirmeleriyle öne çıkmış, Of’un İslâmî eğitim tarihinde Osmanlı ilim ve medrese geleneğini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüş, bu konuda şöhreti yayılmış Oflu âlim/hocalardan 4’ünden özellikle bahsetmemiz gerekiyor. Bunlar Holaisa’lı (Yeşilalan) Hacı Ferşat Efendi, Çalek’li (Sıraağaç) Hacı Dursun Efendi, Çufaruksa’lı (Uğurlu) Mehmet Rüştü Aşıkkutlu ve Hopşera’lı (Akdoğan) Hasan Rami Yavuz’dur.
Holaisa’lı Hacı Ferşat Efendi
Hayatı, ilmi, eğitim faaliyetleri ülkemiz sınırlarının ötesinde de etkili olmuş Hacı Ferşat Efendi Cumhuriyetin ilânından sonra kılık-kıyafet devrimi sırasında ‘şapka’ ile ilgili olarak Mustafa Kemal ile tartışmış bir Oflu Hoca’dır.
Hacı Ferşat Efendi’nin hayatından bir özeti alıntılayalım:
“Son devir Osmanlı müderris ve şeyhlerinden olup, Çaykara Yeşilalan köyünde 1886 yılında doğmuştur. Asıl adı İbrahim Hakkı’dır. Halk arasında Hacı Ferşat Efendi diye tanınır. Fakir bir aileye mensup olduğundan bir süre çobanlık yapmıştır. Üstün bir zekaya sahip olduğunu fark eden bazı alimlerin teşviki ile, yörenin müderrislerinden Huşolu Numan Efendi’den İslâmi ilimleri tahsil etmeye başladı. Küçük yaşına rağmen her yıl Ramazan ayında civar illere giderek vaazlar veriyor, heyecanlı konuşmalarıyla kalabalık cemaatlerin ilgisini çekiyordu. Tahsiline devam ederken Trabzon yöresindeki bazı illerde kısa süreli imamlık görevlerinde bulundu. İcazet aldıktan sonra İstanbul’a gitti ve Ramazan ayında Ayasofya Camii’nde vaazlar verdi. Kondu’lu Yusf Şevki Efendi’den tarikat dersi aldı. Memleketine döndükten sonra köyünde bir medrese kurdu ve çeşitli aralıklarla burada müderrislik yaparak üçyüzü aşkın talebeye icazet verdi. Of’ta müftülük, Samsun İdadisi’nde öğretmenlik yaptı. Müderrisliğinin yanında tasavvufla da meşgul oldu. Şeyhi Yusuf Şevki Efendi’nin kızı ile evlendi. Gümüşhanevi Tekkesi’nde İsmail Necati Efendi’nin yanında halvete girerek hilafet mertebesine erişti. İsmail Necati Efendi’den sonra tekkenin postnişinliğine getirilmesine rağmen, ‘şöhret afettir’ diyerek bu görevi benimsemedi ve ömrünün sonuna kadar memleketinde tedrisat, irşad faaliyetlerine devam etti. Torunu Ahmet Ferşad’ın naklettiğine göre Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal Paşa ile iki defa karşılaştı. İlkinde ‘Reis’ül Ulema’ sıfatı ile onunla tartıştı. İkincisinde ise şapka giymenin caiz olmadığına ilişkin fetvasından dolayı Trabzon’a celbedildi ve Atatürk’e şapka giyenin kâfir olacağına dair fetva verdiğini çekinmeden söyledi. Atatürk tarafından medrese eğitimine izin verildiği talebelerinin de askere alınmadığı, bu nedenle yörede eşkıyalık yapan kimselerin de onun talebesi olduğu ve eşkıyalıktan vazgeçerek okuyup imamlık gibi görevlerde bulundukları ifade edilen Hacı Ferşat Efendi’ye, içinde Hasan Rami Efendi’nin de bulunduğu birçok alim müntesib idi. 1929 yılında vefat eden Ferşat Efendi, köyündeki medresenin yanına defnedildi.”[31]
Çalek’li Hacı Dursun Efendi
Of’lu Hocaların (bugünkü deyimle ifade edersek) sivil duruşuna, toplumsal muhalefetine, radikal tutumuna örnek olarak Dursun Efendiyi gösterebiliriz. 1883 yılında Of’un Çalek köyünde doğan, daha sonraki tahsil hayatından sonra İstanbul Süleymaniye Medresesinden Müderris ünvanıyla mezun olup tekrar Trabzon’a dönen ve Trabzon ve havalisinde Medreseler Müfettişliği’ne tayin edilen, yöredeki deyimiyle Çalekli Hacı Dursun Efendi.
Of eşrafı, Osmanlı sonrası toplumsal kargaşanın ve yeni dikte edilmek istenen batı tipi yaşama biçimine karşı tepki ve duyarlılıklarını Hacı Dursun Efendi ile dile getirir.
Hacı Dursun Efendi 25 Ekim 1923 tarihli Sebilürreşat Dergisi’ne Of’tan gönderdiği bir telgraf/mektup/yazı’da şunları söylemektedir:
“... Umumi harbden evvel milliyet ve mevcudiyetlerini kaybetmiş birtakım yabancı şahsiyetler memleketimize sokulmuş ve memleketin birliğini, içtimai esaslarını bozacak cereyanlar meydana getirmeye çalışmışlardı. Büyük bir üzüntü ile görüyoruz ki bu şahsiyetler bugün de faaliyetlerine hız vermektedirler. Bir de epey vakitten beri gazetelerde görülen asrilik, laiklik gibi meselelerden maksat ne olduğu şimdi meydana çıkıverdi. Halkın dini esaslarını ve milli ananelerini oyuncak sayan bu adamlar gürültü ile bütün Türk halkını milliyetsiz, ananesiz, dinsiz beşer gümesi yapmak kolay bir iş midir sanıyorlar? Emin olsunlar ki bütün Müslümanlar bu kabil kimselere yalnız ananelerin amansız hasmı değil, vatanın da en müfrit düşmanı nazarıyla bakmaktadırlar. Milli hukukumuz olan fıkhımızın, milli ahlak ve içtimaiyatımızın yerine Garbın tefessüh etmiş şeylerini getirmek isteyen bu kör mukallidlerin sözlerini gazete sütunlarında gördükçe bunların Türk olduğuna bir türlü inanamıyoruz. Türkler, Müslümanlar nasıl Garbın meftunu olurlar. Nasıl Garbın fuhşa bulaşmış ahlak ve içtimaiyatını kabul eder? Garbın sanayini, iktisadiyatını alacağız, ziraat ve ticaretine rekabed edeceğiz. Fakat hiçbir zaman varlığımızı, içtimai mevcudiyetimizi Garba feda etmeyeceğiz.
.... Bu memlekette yaşamak isterlerse, bu memleket halkının dinine, ahlak ve adetlerine hürmet edeceklerdir. Aksi takdirde yollar açıktır. Türk’ün içtimai birliğini kırmaya kalkışmasınlar. Garbın beğendiği sefahat yerlerinde yaşasınlar. Türkler, Müslümanlar ahlaki perdeleri yırtmak, dini ananeleri yıkmak ile değil, belki bunları takviye ve perçinlemek ile terakki edeceklerdir. Milletin arzusu budur. Herkes bunu böylece bilmelidir. Of Kazası.. 25 Ekim 1923. İmzalar Dursun Feyzî ve eşraftan 17 kişi. Sebilürreşad, c. 23, sayı: 574, sh: 28, 8 Teşrinisani 1339”
Hacı Dursun Efendinin bu mektubu/yazısı/telgrafı yeni rejimin ilanından dört gün önce muhalif duruşu simgeleştirir mahiyettedir. Hacı Dursun Efendi’nin bu tavrı dönemin resmî devlet yöneticilerinin dikkatini çeker ve Dursun Efendi görevinden ayrılır. Of halkının duyarlılıklarını dile getiren Hacı Dursun Efendi bundan sonraki hayatını yetiştireceği talebelerine vakfeder. 27 Şubat 1977’de Çalek köyünde vefat eder.[32]
Çufaruksa’lı Mehmet Rüştü Aşıkkutlu
‘Reis’ül Kurra’ (Kıraat Üstadı) olarak Kıraat İlmi’nde şöhret bulan Mehmet Rüştü Efendi de özellikle yetiştirdiği talebeleriyle ünlü bir Oflu Hoca’dır. Hayatını Kur’ana hizmet’e vakfetmiş olan M.Rüştü Efendi, Kur’an okuma usûlünde “aşere takrib” denilen değişik tarzlarda okuma usulleri konusunda önemli bir zirve idi.
Hayat hikâyesi şöyledir:
“1901 yılında Of’un Çufaruksa (Uğurlu) köyünde doğan Mehmet Rüştü Efendi, ilk tahsilini babası Ahmet Cemalettin Efendi’den alır. Daha sonra köyündeki medreseye devam eder. Medreselerin kapatılmasından sonra gene Oflu meşhur alim Dursun Feyzi Efendi’den Fıkıh, Tefsir ve Akaid dersleri alır. Daha sonra İstanbul’a gider.Daru’l Hilafe medreselerinde eğitim görür. İstanbul’da bazı meşhur alimlerden Aşere, Takrib, Tayyibe derslerini ikmal ettikten sonra tekrar kendi köyü Çifaruksa’ya döner. Buradaki köy camisinde fahri imam olarak görev yapar. Kendi özgeçmişindeki ifadesiyle “Bu öğrendiklerimle 1932 yılından 1974 yılına kadar İmamlık ve vaizlik ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın müsaadesiyle Fahrî Kur’an öğreticiliği” yapar.[33]
Kendisi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Ankara’da daimi görevlendirilmek istenmesini kabul etmeyen, ayrıca Anadolu’nun birçok bölgesinde ders okutması için yüksek ücretli bütün teklifleri de reddeden M.Rüştü Hoca, “ancak köyümde eğitim veririm” ısrarı üzerine hizmetini Çufaruksa’da devam ettirir. Bu konuda Hafız Osman Düzenli (74) şunları söylüyor:
“Çifaruksa’li Mehmet Ruşti Efendi hem aşere takrip okutur, hem da Of’ta vaiz. Pak şindi. Misir’da meşhur pi alim varidi. O zamanun Türkiye Tiyanet İşleri Paşkani iştedi oni, kelsun da aşere takrip okutsun. Tedi o Misir’li alim: Pen kelurum ama, piz keçen sene Mehmet Ruşti Efendilân köriştuk. Penden da eyi aşere takrip okutur. Oni pulun siz, peni ne iştersunuz. Keldiler paktiler. Essehten oyle. Yazdiler oğa mektup. O zaman telefon yoğidi. Ankara’ya kelecesun, Ankara’ya okutacasun. O da mektup yazdi olara: Eğer kendi köyume kurs açilursa okuturum. Ankara’ya kelemem. Olar da meçbur kabul ettiler oni. Her vilayetten pi kişi könderdiler. İçerlerine rahmetli Çaykara muftisi Yusuf Efendi da var. Kittiler oraya okudiler.”[34]
Hopşera’lı Hasan Rami Efendi
Sözkonusu ettiğimiz Oflu Hocalardan bir diğer önemlisi de Hopşera’lı Hasan Rami Efendi’dir.
“Hasan Ramî Efendi 1909 yılında Hopşera’da doğdu. Çocuk yaşta anne ve babası vefat eder. Hayatını İslâmî ilimlerin tedrisine vakfeder. Birinci dünya savaşının zor ve sıkıntılı şartlarında ilk eğitimini almaya başlar. İlk bilgilerini köyündeki cami imamı Hamdi Efendi’den alır. Bir süre Çaykara’da terzi çıraklığı yapar. Sonra mahalle imamı Salih Efendi’den sarf-nahiv (gramer) dersleri okur. 1922 yılında yörede meşhur Tayip Zührü Efendi’den değişik ilimler tahsil eder. Aynı zamanda Mehmet Rüştü Efendi’den kıraat eğitimi alır. 1938 yılında Tayyip Zühtü Efendi’den icazet alarak medrese eğitimini tamamlar. Fahri olarak Of-Çaykara bölgesinde imamlık ve fahri müderrislik yapar. 1948 yılında resmî Çaykara vaizi görevine getirilir. Hafızlığını 27 yaşında, askerden döndükten sonra altı ayda tamamlamıştır. Hasan Rami Efendi’de ilim aşkı o derece yoğundur ki, yaz aylarında medrese eğitimine ara verilmesi onu hüzne boğar. Hatta “herkesin yazı gelir benim ise güzüm. Herkesin güzü gelir benim yazım!” der. Of-Çaykara dışından da birçok talebesi vardır. Edîp bir kişiliğe de sahip olan Hasan Ramî Efendi 1982 yılında vefatına kadar eğitim ve irşad faaliyetlerini sürdürmüştür.” [35]
Yazdığı bir şiirinin bir bölümü şöyledir:
Kârhane-i alemde nem var benimdir deyu,
Malik olduğum cesed cümle Hakkındır kamu,
Şuur ile idrakim onun lütfudur haman,
Kalmadı bana hisse fanidir cümle deyu.
Ramî varlığın Hayal-i Hak’tan geldin bîgümân,
Varlığını teslim et ermeden sana memat.
Ram ol Habl-i Metin’e kazanırsın rızayı,
Rahat olmak istersen at kalbinden sivayı.[36]
Bu Hocalar eğitim faaliyetlerinin yanı sıra yöredeki toplumsal hayatın problemlerine de kalıcı çözümler getirici, sözü dinlenir isabetli kararlarıyla toplumsal barışa da hizmetleriyle ünlüdürler.
İşte bulunduğu ve gittiği her yerde halkı bu dünya ve ötesinde nasıl bir hayat sürmesi ve süreceği konusunda sırf yerel ağızla, yerel diyalektle, yerel örneklerle uyardığı, irşad ettiği/aydınlattığı için gülünen, esprilere konu olan, ironi alanına hapsedilen Oflu Hoca ile ilgili olarak bugüne kadar O’nun ne olduğu değil, NE OLMADIĞI ortaya konulmuş ve konulmaktadır.
Özet olarak diyoruz ki, Of’un öne çıkan bir sembolü olarak OFLU HOCA’yı tanımak, görmek isteyen Mehmet Akif’in Safahat’ındaki MANDAN HOCA’ya, Mehmet Emin Efendi’ye, Hacı Ferşat Efendi’ye, Hasan Efendi’ye, vs. vs. baksın.
III. FARKLI YÖNLERİYLE OFLU HOCA
Remezanluklar
Of’ta yetişen hocalar için remezanluğun ayrı bir yeri ve önemi vardı. Ramazan aylarında Anadolunun birçok şehrine günlük namazlar ve özellikle de teravih namazı için imam olarak kalırlar ve mukabele okurlardı. Ramazan ayı onlar için bir tür ibadet yoğun geçen bir aydır.
1940’lı yıllarda türlü meşakkat ve zorluklara katlanarak remezanluğa[37] giden Of’un Visir (Şimdiki Dernekpazarı’nın Gülen Köyü) köyünden Osman Düzenli 61 yıl önce kendisinin ve babası Hemdi Hoca’nın çektiği meşakkatleri, tabii bir şekilde, müthiş bir hafıza ile gayet normal karşılayarak şöyle anlatıyor:
“Oniki yaşina idum. 45 senesi. Hafusluğumi pitturmiş idum. Pen çecuk olduğum içun, Holo’dan Zikoğli Ahmet varidi. Pobama tedi ki: Pu hafusi ver pağa, alu kideyim Kars’a. O zaman da Kars’a kideceğuk, her akşam pi çameye okuyacağuk, para toplayacakler. O zaman fakirluk varidi. Pen da endum Visir teresine. Telefon yok o zaman. Yakup’un Hani varidi oraya. Yakup tedi: Ey kidi, teşki kelmese idun. Zikoğlu Ahmet haber könderdi, Hemdi’ye selam soyleyun (Pobam içun) çecuği yormasun oraya. Ama pen keldum tedum. Tedi ki Yakup: Teyeyim sağa pişe, pen Kars’a köndereyim seni. Oraya penum ağabeyum var, tedi. Kimdu? Rahmetli Mustafa Yazici. O ki Zikoğlu Ahmet keleceğidi, pobama tedi harçlik da varma oğa, pen vereceğum harçliğini. Pobam da puna rağmen pi yuz kuruş verdi pağa. O zaman elli kuruşa Trabzon’a kidiluyidi. Habu Ulusoylarun eski pi arabasi varidi. Kiderdi peş sahatta Of’tan Trabzon’a. Haboyle yol yok.
Pinduk oğa. Keldi tedi pağa ki şofer: En aşağa. Tedum Trabzon’a kideceğum. Oyle isa ver elli kuruş. Çikardum elli kuruşi verdum oğa. Halbuki Yakup’a tesem pağa harçlik ver, verecek pağa. Ama temedum. Kittum, o zaman meydanda pi karaç var. Şindi oraya pi peyuk pina var. Pi tane çif şofer mahli olan kamyon kideyi Erzurum’a. Austin’lar varidi. Eeeeey. Pir künde Payburt’a kittuk.Sabahtan koptuk akşama kadar Payburt’a. Orda yatuk. Ordan pişeyler verdiler pize yeduk. Kittuk, o elli kuruşi da verdum oğa pi kuruşum kalmadi. Kittuk Erzurum’e yatilacak. Kirdum pi otele, Trabzon oteli. Tedum: Yatak var mi? Var tedi. Ver nufus çüzdanuni, kit yat hağuraya. Temedum oğa param yok. Yattum. Sabah kalktum. Parayi ver tedi otel sahabi. Param yok tedum, pen poyle poyle Kars’a kideyirum Remezanluğa. Tönerkan parayi verurum. Adam da eyi adam idi. Olur, tedi. Verdi pağa nüfus çüzdanumi, kittuk. O zaman Kars’a yolci yok Erzurum’den. İstanbul’dan tireni peklerler da, Erzurum’den Kars’a kider uç künde. Tekavul mi terdiler oğa ne terdiler. Ama otobos pi künde kideyi. Pinduk Otobosa. Adam penden para isteyi. Tedum, şindi param yok, parayi Kars’ta vereceğum. Temam, tedi. Pinduk. Kelduk, karaçtan enduk Kars’ta. Hayde şindi ver parayi. Tedum, pen kideceğum adami tanimak da tanimayirum. Pizum köylidur ama tanimayirum. Kimdu? Mustafa Yazici tedum. Orda pi hamal varidi, arkasina sepet.Tedi Pen pilüyirum evini, ahırini temizlerum her kün tedi. Eyi tedum. Hayde kidelum. Kittuk. Pilmem pi lira mi idi o zaman Kars, ne idi. Az bi para idi ama kıymetli para. Kittuk oraya. Allah Rahmet etsun o Mustafa’ya. Peni tanimaz, pişe pilmez. Kapisina vurduk haboyle, pi temir var kapiya. Oyle zil yok o zaman. Çeryan da yok. Tedum ki: Habuğa ne kadar işteyisa ver para, pen Visir’den keldum tedum. Allah rahmet eylesun. Pilmeyi pen kimum. Çikardi parayi verdi. Kirduk içeri.
Oniki yaşinda idum pen. Kirduk içeri. Yemek yeyiler, sam peynirden. Oturdum pen da yemek yemeğe paşladum. Tedi Soyle pakalum sen kimsun? Nerden keldun? Necisun? Ama Allah rahmet eylesun, her akşam ruhina okurum. Hatta ondan sora on sene kittum keldum Kars’a hep onun evine yatardum.
Tedum pen Visir’liyum. Tedi: Ola pen da Visir’liyum. Kimun oğlisun? Hemdi’nun. Pobam da arkadaşi idi. O eyi. E, niye keldun? Tedum: Mukabele okumağa keldum. Tedi: Okayupilür misun? O zaman tüççar idi, faprikasi var idi oraya ama oralara imamluk yapardi ara sira. Tedi: Ya oku pakayim? Okudum. Eyi, küzel tedi. Sora kittuk Evliya çamesine. Kars’un en peyuk çamesi. Hasan-i Harakani hazretlerinun mezarinun olduği çame. Onun içun Evliya çamesi terler.
Kittuk, rahmetli Paçan’li İtris Efendi da oraya. Vağz edeyi kürside. O Çaykara’ya vağzederdi, pen Kur’an okurdum, taniyi peni. Keçti nemazi kıldurdi.Peni kördi oraya, işaret etti pağa: Oku! Okudum ama sesum küzel, kıraatum eyi. Millet sardi peni nemazdan sora oraya. Pitün millet.
Yağci Osman varidi rahmetluk. İtris Efendi’yi o aldi keldi purdan, hesap et. O kadar zenkin adam idi, toptan yağ alur satardi. Rusya’ya könderur, sora aşağa yokari peki alur onbin tane inek, çobana verur, tağlara könderur. O yağci Osman da oraya, keldi. Mufti var oraya. Hafuslar da her taraftan kelmiş. Oyle idi o zaman. Remezan’a uç peş kün var. Taksim edilmiş pitün hafuslar çamelere, taha yer yok yane. Pen oraya okuyince millet peni sardi. Mustafa Yazici’nun kollari kabardi. Tedi ki Yağci Osman Pu penum evume kalsun. Ama peyuk evi var oraya, Ruslarun yapmasi, esasli ev. Pi kat ama nasi? Var on tane odasi, oyle. Tedi Mustafa Yazici yok, penum evume kalacak, penum torinumdu. Kaldum oraya. O yağci Osman peni aldi keturdi.
On sene remezanluklara kittum keldum Kars’a.
O zaman altiyuz lira ne temektu pilüyi misun? Şindiki alti milyardan da fazla. Orda pağa elbise yapturdiler da kelurkan Payburt’tan pi takım elbise, çorap, ayakkabi, her şeyi tahil yuzelli kuruşa aldum. Hesap et para ne kadar parayidi?
Keldum eve pobama verdum uçyuz lira. Uçyuz lirayi da praktum kendume. Pobam tedi: Ula nerden aldun pu kadar parayi? On sene kurbet yapsa adam alamazdi o parayi. Tedum okudum da verdiler. Pi sefer de pobam peni okuturkan prakmiştum okamaği. Tedi ki pobam: Kördun mi okumaği.
Neyisa..Pu pirinci sene.. On sene tevam ettum. Sora asker oldum. Pintokuzyuz ellide. Asker oldum, izinumi aldum. Kittum toğru Kars’a. Yuzpaşi tedi pağa: Pen sağa onpeş kün fazla izin veruyirum, yakalanma. Olur tedum. Keldum Kars’a. Pir ay. Asker elbisesilanum. Oyle okuyirum. Oraya peni pi adam kördi. Tedi pağa: Nerde askersun? Tedum: Kirklareli’nde. Hangi? Tedum ki: Yuztokuzinci piyade alayi. Tedi, oranun albayi penum oğlumdu, alay komutani. Yazdi verdi pağa pi mektup oğa. Pen kidene kadar pağa keç kel teyen yuzbaşi teğişti. Oteki yuzbaşi, onpeş kün kitmeduğum içun penum firarumi verdi. Pen da askere ateş idare merkezi çağuşiyum. Pizum tümen komutanumuz da Ragıp Kümişpala. O havanlar da yeni çikmiş. Kimse ne kadar alaylara kittisa ateş edemediler.
Neyisa.. töndum askere. O mektupi verdum Payrak çağuşi var orda, olayun kapisina. Kitti verdi oni Alay komutanina. Peni çağirdi.
O zaman subaylar müsliman idi.Tedi ki: Sen nerden taniyisun penum kayinpederumi? Pen oraya senelerden peri mukabele okurum, ordan taniyirum. Tedi ki: Seni pen inzibat merkezine veruyirum oyle isa. Her kün da penum evume kitu okuyacasun pi çuz, tedi. Oyle musliman subaylar varidi. Kars’ta o zaman pi yüzpaşi muezzinluk yapardi remezanda. Evliya çamesinde. Pazen pi paşkedikli, pazen pi yuzpaşi. Şindi ya yapsun da atmasunler oni askerlukten?
Pi remezanda Kamasor köyi varidi, Kars’a yakın. Şindi pirleşmiştur herhali. Orta temelli kaldi pobam. Seneluk kaldi oraya. Sade remezanda kalurdiler ama seneluk kaldi oraya. Pen oniki yaşina idum. O elli yaşlarina idi. Pi sene kaldi ama tayanamadi. Pi eve yatardi. Tuvalet da yok evlere. Pobam oraya yapturdi çameye tuvalet. Oraya turamadi. Çağirdi peni. Kittum oraya, meçbur kaldum. Kaldum oraya uzun poyli. Orayi pitturdum, kittum keldum.
Çayeli’ndeki remezanluği da anlatayim iştersan. Hafusluği yeni pitturmiştum, tokuz yaşina idum. Pobamla Çayeli’ne kideyiruk. Yalnuz evvela pir sene evel pen kittum, Haci Meksut Ketenci varidi. Torini şindi milletvekilidu. Çok asaletli adam idiler olar, pakma sorakiler perbat oldi. Onun çenazesine pulundum, oraya yasin okudum. Tedi pağa ki onun oğli Osman efendi, kemisi var. Zenkin. Pi taha sene kelecesun penum evume okuyacasun, tedi. Keldum ama onuttum oni. Pobamlan remezanluk içun yer pakayiruk.
Visir’den yaya kittuk Rize’ye. Köyden kaç tefa kittum yaya Rize’ye. İki künde kideyiduk. Pi akşam Aspet’e yatarduk Terepazarina. Neyisa kittuk. Pen Osman Efendinun pağa teduğini onuttum. Olarun köyine, Liman köyine pi kahve var. Orda oturduk piz. Peni tanidiler olar. Sora kalktuk pobamlân yola koyilduk. Sora Osman efendi keldi oraya, tediler o keçen seneki hafuz keldi puraya pobasilan paraber ketçiler. Hava sicaaaak. Su kuyisi var pi yere. Kuyinun suyi da soğuk olur. Orda su içeyiruk. Paktuk arkadan pi motorsiklet keldi, yanumuza turdi. Endi aşağa. Tedi: Yahu hane sen peni kelu pulacağidun? Tedum, pobamlan keluyiduk. Tedi: Yok, sen penum evume kalacasun, mukabele okuyacasun. Çayeli’ne da ey ipi hoca var, pi ayaği topal ama eyi hoca. Tedum eyi. Ama pobam ne olacak? Pobam da temam tedi, pen yer pulurum. Oraya yakın pi Keloz köyi var, pobama oraya yer puldi. Pobam ondan sora çok taha kitti oraya. Remazanluk sade. Pobama o köye pi oğretmen oğretti yeni yaziyi. Pobam oraya kitti, pen kaldum Osman Efendi’nun oraya. Orda okurdum. Eeey kidi, rahmetluk pi karisi varidi. Eeey. Peni ayni çecuği kibi yıkardi. Oğli Ahmet’lan da oynarduk oralara. Motorli kayiklari varidi. O Ahmet kullanurdi oni. Onilan her kün alukider peni Çayeli’ne. Çayeli’nde okurum keluruk akşam oraya. Pen da okurum orda mukabele, karilar toplanur oraya. Osman Efendi da paşka pi odaya tinler peni. Eyi okur o da.
Neyisa.. O sene oraya oyle pitti. Sora, Rize’li pirisi tinleyi peni oraya keluyi. İlla ki tedi pundan sora Rize’ye kel. Kittum Rize’ye Şeyh’un çamesine. Oğleye merkez çamesi varidi orda okurdum, ondan sora şeyhun çamesine.
…Pobam Payburt metreselerine okudi. Onpeş sene. Onun pobasi, emiceleri olar hep orda okurdiler. Onun pobasi, tedem rahmetli (mezarının bulunduğu yeri işaret ederek) habu aşağadaki Payburt’tan onpeş kûn izine keluyidiler. Kelurkân tedem yuvarlandi pi yerden da eldi. Obir kardaşlari da sal etti keturdiler oni. Anam da pobama hemle idi. Onun için pobam pobasini tanimaz.”[38]
İşte yoksulluk başta olmak üzere her türlü sefaletin kol gezdiği ikinci dünya savaşı yıllarında 12 yaşında bir çocuk hâfızın bu cesaret ve azmini ancak bir potansiyel Oflu Hoca gösterebilir.
Oflu Hocaların Müsbet İlim Çabaları
Oflu Hocalar sadece klasik İslam ilimlerinin yanında görev yaptıkları bölgelerde kimi zaman halkı aydınlatmanın da sembolü olmuşlardır. Bu konuda bizzat dinlediğim bir hatıra şöyledir:
“İkinci dünya savaşı sırasında Rus ordusuna subay olarak katılıp bir süre Almanlara karşı savaştıktan sonra batıya iltica eden Kırım asıllı bir zatın oğlu anlatmıştı: Babam, zorlu harp yıllarında cepheden cepheye koşarak çok kötü günler geçirdi. Savaşın ortalarında batıya iltica ettiğinde uzun süre vatansız dolaştı. İltica isteği birçok ülke tarafından geri çevrildi. Güç bela Ürdün tarafından verilen kabul üzerine yaklaşık on yıl kadar bu ülkede yaşadı. Daha sonra 1950’lerde Türkiye tarafından iltica talebi kabul edilerek Eskişehir’e yerleştirildi. Doğduğum bu ildeki çocukluğum esnasında kendisinin Kırım’da geçirdiği çocukluk dönemine ilişkin hatıralarını anlatırken Oflu hocalardan bahsederdi. Babamdan öğrendiğime göre bu hocalar sadece dini bilgiler vermekle kalmayıp matematik, geometri gibi temel derslere ait bilgileri de çocuklara öğretirlermiş. Örneğin babam bir saman balyasında ya da koni biçimindeki bir ot yığınının ne kadar hacme sahip olduğunu bu hocaların öğrettiği hesap yöntemleriyle öğrendiğini ve bu konudaki bilgilerinin hala hafızasında taze olduğunu anlatmıştı. Dolayısıyla bu hocalardan sadece dini bilgiler değil, hayatın zorluklarını aşmada gerekli olan temel bilgileri de edindiğini ve kendilerini hayırla yadettiğini anlatırdı.” [39]
Kars’ın merkeze bağlı Büyükdikme köyünden emekli bir öğretmen anlatıyor:
“Bizim köyümüzde halkın dinî hassasiyetleri oldukça güçlüdür. Köyümüzün hem eğitim hem de kültürel-ekonomik seviyesi diğer köylerden hissedilir derecede farklıdır. Bunda da köyümüzde uzun süre ve istikrarlı bir şekilde görev yapan bir Oflu hocanın insanların ufkunu açma ve onlara olumlu telkinlerde bulunmasının büyük katkısı bulunmaktadır. Köyümüz hem muhafazakâr, değerlerine sahip, hem de dini hassasiyet konusunda oldukça ileri düzeydedir. Nedeni de şudur: Bundan yıllar önce belki elli yıl kadar önce köyümüze yerleşerek adeta içimizden birisi haline gelen Oflu bir hoca.. Kendi çocuklarının hepsine üniversite tahsili yaptırdığı gibi, köyümüzün bütün gençlerini okutmuş, köyün bütün halkını eğitmiş, kendilerine temel dini bilgileri, kuran surelerini ezberletmiştir. Ayrıca köy gençlerinin tahsil görmeleri ve meslek sahibi olmaları konusunda herkesin üzerinde emeği olmuştur.” [40]
Oflu Hocanın Of Kasidesi
Oflu hocaların aynı zamanda şiire yatkınlıkları ve bunları kaleme döktüğü de olmuştur. İşte onlardan bir örnek Of’un Çufaruksa köyünde müderrislik yapan Şinek’li Bakkalzade İsmail Hakkı Efendi’nin Of Kasidesi’dir:
“İsm-i Hüdadır tezkâr-ı daim, her şâm-u seher merdanı Of’un,
İlmi ziyade, Fehmi ziyade, aklı ziyade insanı Of’un,
Takvası gayet, zühdü begayet, bulmaz nihayet irfanı Of’un,
Ekser-i azam dânâsı anın, anka misali nâdânı Of’un,
Aşkın şarabın nûş eyleyince, ebed ayılmaz mestanı Of’un
Şark ile garbda daim okunur, izz-ü şerefle destanı Of’un,
Şeyh-u şebabı ashab-ı iffet, irfana rağıp vildanı Of’un,
Ehl-i ibadet, raki’u-sacid, ehl-i mesacid erkânı Of’un,
Ehl-i haya-u hem ehl-i tevhid, ehl-i hivaptır nisvanı Of’un
Siretleri hep ehl-i salahtır, İslam’a geldi şeytanı Of’un,
Elde şeriat, dilde tarikat, tevhidle meşgul şübbanı Of’un,
Nice telamiz, nice esatiz, tedris iledir devranı Of’un,
Her köşesinde bir şeyh-i kamil, halk eylemiş Rahmanı Of’un,
Fazlında zahir, her fende mahir, havi’l-mefahir büldanı Of’un,
Hakkı bu halkın adatı meşru, hakka mutabık irfanı Of’un,
Müstef’ilatün müstef’ilatün, recez müremmel divanı Of’un.”[41]
Kaside’nin bugünkü dile aktarımı şöyledir:
“Of’un yiğitleri sabah akşam Allah’ın adını zikrederler.
Of’un insanın ilmi de, anlayışı da, aklı da çoktur.
Oflunun dindarlığı da, zahidliği de, irfanı da sınırsızdır.
Of’un büyük ekseriyeti alimdir, cahilleri ise yok denecek kadar azdır.
Of’un (hak şarabıyla) kendinden geçmiş olanları, ilahi aşkın şarabından tadınca bir daha ayılmak bilmezler.
Of’un destanı dünyanın dört bir tarafında her zaman onur ve şerefle okunur.
Of’un yaşlısı da genci de iffetlerine düşkün olup, çocukları da ilim irfana can atarlar.
Of’un ileri gelenleri de ibadet ehli, namazında niyazında kişilerdir.
Of’un hanımları da hem hayalı, hem tesettürlü ve hem de tevhid ehli hatunlardır.
Oflular davranışları açısından doğru v edürüst insanlardır. (Öyle ki) Of’un şeytanı bile Müslüman olmuştur.
İslam hem pratik yönüyle, hem de derunî (kalbi, tasavvufi) boyutuyla gönüllerde yer etmiş olup, Of’un gençleri tevhidle meşgul olurlar.
Pek çok öğrenci ve pek çok üstadın bulunduğu of’un hayat düzeni eğitim-öğretim üzerine oturmuştur.
Allah’ın izniyle Of’un her köşesinde bir hakaki/manevi önder var olagelmiştir.
Her bir beldesiyle Of, fazileti aşikar, her alanda maharetli ve çok sayıda meziyeti bünyesinde barındıran bir yapıyı arzetmektedir.
Hakkı, bu Of halkının adetleri İslamî olup, onların kültürel yapıları da hakka uygundur.
Of’un bu divanı ‘müstef’ilatün’ vezinli, recez ve remilli bir şiirdir.”
Oflu Hocanın Anlatımının Mübalağalandırılması
Önce ironi şablonuna oturtulan, sonra da bu ironi içerisinde olabildiğince mübalâğalandırılan Oflu hocaların anlatım tarzı giderek mecrasından saptırılmaktadır. Oflu Hocaların vaazlarını başkaları anlatırken o derece mübalağalandırırlar ki, onların söylememiş olduklarını söylemişçesine inandırırlar dinleyenleri. Osman Düzenli, babası Hemdi Hoca’nın vaazlarını nakleden bazılarının (babası vaazda söylememesine rağmen) Hamdi Hoca’nın yerel ağız ve kavramlarla “Peşko’ya yanacasunuz, manca kibi kaynayacasunuz![42]” dediğini de söylüyor.
Oflu hocaya nisbet edilerek mübalâğalandırılıp anlatılan Hz. Yusuf’un kuyuya atılması hadisesinden bir anekdot ise şöyle anlatılıyor:
Hoca anlatıyor: “Pi kûn kardaşlari Hazreti Yusuf’i atiler kuyiya. Yusuf tuşti kuyiya. Hazreti Yakup’un oğli idi Yusuf. O da peyğamber. O kuyiya ikan pi kervan keldi. Kuyinun kenarina konakladi. Su alacakler kuyidan. Kofayi atiler kuyiya. Pi da paktiler kuyidan pi ses keluyi. Kuyidan pağirdi Yusuf: - Olaaaa, tedi, ses verdi yokari. Olar da paktiler aşağa pi adam var. Tediler: Kimsun ola? Oda tedi: Yusuf. Tediler: Yusuf da hangi Yusuf? Ola tedi Hazret-i Yusuf, Hazret-i Yusuf taha, anlamayi misunuz?”[43]
Her ne kadar mübalâğalı da olsa anlatılan bu tür kıssalar, hadiseyi yerel ağızla halka mal etmede etkileyici bir usûldür. Yörede asla yadırganmayan, aksine takdir edilen Oflu Hoca üslubu, cemaate anlayacakları dil ve üslupla hitap etmenin mükemmel örneklerindendir aslında.
Hazır Cevaplığı ve Nüktedanlığı
Oflu Hocaların nasıl ince ve rafine bir zekaya ve muhataplarının maksadını bir anda kavrayıcı bir zihin berraklığına sahip olduklarına örnek iki olayı anlatmak yerinde olur.
Of’un meşhur Hocalarından, Diyanet işleri Müfettişi renkli kişiliğiyle meşhur Kondu’lu Cansız Mustafa Efendi, namazın nasıl bir vazgeçilemez önemli ibadet olduğuna kendisinden bir uç örnek veriyor. Osman Düzenli anlatıyor:
“Kondu’li Çansuz Mustafa Efendi yedi vilayetun da mufettişi idi. Kiderdi çikardi Trabzon meydan çamesine vaiz ederdi. Ederdi da enerdi. Nemazi kilmadan çikar kiderdi. Pi tanesi yakaladi oni. Tedi ki: Hoca sen vaiz edeyisun, pize nemazun ne kadar muhim ibadet olduğini anlatuyisun ama nemaz kılmadan çiku kideyisun. Tedi oğa Çansız Mustafa Efendi: Oyle mi? Pen tedi, pir vakıt nemaz içun seksen pin sene yanmayi kabul edeyirum, sen da kabul edersan kılma! Ama peki da eve kider kilardi!”[44]
Gene Kondu’lu Cansız Mustafa Efendi Kondu’ya gelen bir Hakim’le Visir (Gülen) köyüne keşfe çıkarlar. Osman Düzenli anlatıyor:
“Kondu’ya pi Hakim varidi. Çansuz Mustafa Efendi’lan pizum köye keşfe keluyiler. Keldiler horom tüzine oturdiler. Tarla var oraya. Hakim pakti ki oraya ahpinlar serilmiş. Oraya ekilenler pitecek, peyuyecekler da insanlar yeyecekler olari. Hakim talga keçmek istedi. Tedi ki Mustafa Efendi’ye: Yahu habundan olan şeyler yeyilur mi? Pilmem ne yersunuz, olur mi oyle şey?Çansuz Mustafa Efendi tediğa: ‘Pi kâğet versana pağa.’ Tedi Hakim: ‘Na yapacasun kâğedi?’ Tedi Mustafa Efendi: ‘Hesap edeceğum, yazacağum oraya, kaç senedur purayasun, ne kadar yemişsun ondan, oni hesap edeceğum. Oyla laf ustasi idi da Çansuz Mustafa Efendi.[45]”
Kondu’lu Cansız Mustafa Efendiye bir gün birisi gelip bir soru sorar. -“Hocam, evde otururken anamun ve bobamun mezarina kitmeden okusam onun ruhina kider mi?” Mustafa Efendi’nin sıkıntılı olduğu bir zamanda sorulan bu soruya cevap verir: “Pen senun anana pobana purdan soğsem kider mi?” Soruyu soran adam sinirlenir ve “kitmez” der. Bunun üzerine Mustafa Efendi “Oyle isa o da kitmez” der.[46]
Şinek’li Raif Korkmaz Hoca’nın Çanakkale Müftülüğü sırasında yaptığı vaazlardan dolayı birisi Hocayı “Hoca şöyle şöyle sözler sarfetti” diye şikayet eder, hakkında dava açılır. Dava günü, Hakim Raif Hoca’ya sorar:
- “Hocam bu sözleri sen mi sarfettin?”
Raif Hoca cevap verir:
- “Bu sozleri ben mi sarfettum, yoksa hau karşımdaki adam mi pağa sarfetturdi oni pilemeyirum”[47]
Diğer taraftan dinin günlük hayattaki baskın rolü yalnızca hocalar eliyle göstermez kendini. Oflu Hoca dışında “Oflu”nun da yaşama çerçevelerinden en önemlisidir o. Aşağıdaki yaşanmış olay bu meseleye güzel bir örnektir: Çaykara’nın Ataköy (Şinek) beldesinde Doksar lâkaplı zâtın İlhan ve Fikret isimli iki oğlu vardır. O yıllarda birisi 15 diğeri 17 yaşlarında. Evde oynarlarken Fikret bir yaramazlık yapar. İlhan da Fikret’e bir tokat atar. Fikret avazı çıktığı kadar bağırır ki babası duysun. Babaları duyar ve onların bulunduğu odanın kapısına doğru gelirken İlhan kaçabilir miyim diye bakar. Birden babasını görür ve kaçamayacağını anlayınca kapıyı kapatıp içeri döner. Hemen seccadeyi serer ve Allahu Ekber deyip tekbir alarak ellerini bağlar, namaza başlar. Babası kapıyı açıp bakar ki İlhan kıbleye dönmüş namaz kılıyor. Bunun üzerine der ki: “-Ola İlhan, aptesun yok bilûyirum. Kıbleyi da tam tutturamadun. Fakat Allaha siğindun, affedeyurum seni[48]”
IV. SON VERİRKEN..
Oflu Hoca’nın istikamet sahibi tavizsiz tavrı, kişilik oluşumunu işaret eden bir yol göstericilik bütün bu aktardıklarımızdan elde edilecek en önemli sonuçtur.
Oflu Hoca, gelenekten kopmadan, kendiliğinden, o geleneği kendine özgü, doğal bir şekilde halk diliyle, diyalektiyle aktaran ve meseleleri, olayları anlatan bir muhteva kuşatıcılığına sahiptir. Şeklin değil muhtevanın kaygısını taşır Oflu Hoca. Onun için de zarfın değil mazrufun kaygısını taşır. Bu bakımdan Oflu Hocayı uzaktan algılayan dar ironi/mizah çemberinden dışarı çıkamayan flu bakış onu anlatmaktan, tanımaktan uzaktır.
Yakın tarihten ve günümüzden vermiş olduğumuz örnekler Ofli Hoca damarının (önemli oranda daralsa da) tıkanmadığını, halen yaşadığını gösteriyor.
Bir Karadeniz türküsündeki;
“Derin hocalar çıkar / Of ile Çaykara’dan,
Allah’um ayirmasun / Pizi muslimanluktan!”a eşlik ederek, her türlü bulaşıcı kötü tesirlere rağmen bu damarın hayatiyeti devam etmeli diye düşünüyorum.
Evet… Mizah malzemesi haline getirilmiş, ironi şablonuna sıkıştırılan Oflu Hocayı bir de yukarıdaki perspektiften tanımanın/okumanın daha doğru olacağını söylesem, ne dersiniz?
· Yazar-Araştırmacı.
· Amerika’lı Osmanlı Tarihçisi, Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden "Trabzon Şehrinin İslamlaşma ve Türkleşmesi (1461-1583)" adlı kitabın yazarı (B.Ü. Yayınevi, 2005) Prof. Heath W. Lowry ile 21 Mart 2001 tarihinde (İ. Hacıfettahoğlu, U. Saran, H. Albayrak ve A. Mesut Düzenli’nin de bulunduğu) Ankara’da yaptığımız sohbetten.
[1] Nihat Genç, Ofli Hoca / Şeriatta Ayıp Yoktur, İletişim Yayınları, Mayıs 2005, İstanbul. Kitabın İletişim yayınlarından çıkan 9.
baskısının internet sayfasındaki özet tanıtımı en hafif deyimle saptırma ve Of’lu Hocaya hakarettir: (Nihat Genç’in “bir belden yukarii, bir belden aşağii” anlatıp duran meşhur Ofli Hoca’sından unutulmaz vaazlar, seçme sohbetler. Kadın-erkek ilişkilerinden “Çorum’dan adam çıkmaz” meselesine, özel televizyonlardan Amerikalı Müslümanlara, “Nataşa” sektöründen trafik sorununa, kara fırın ekmeğinden ağır kahve şakalarına... Ofli Hoca’da çene düşük, laf çok; Nihat Genç’te mizah “ince”... http://www.iletisim.com.tr/) Bu Of’lu Hoca kurgusunun/tanıtımının, bizim çizmeye çalıştığımız Oflu Hoca portresiyle asla bir araya getirilemeyecek, taban tabana zıt olduğunu belirtir, okuyucunun ilgisine/dikkatine sunarız.
[2] Michael E.Meeker, İmparatorluktan Gelen Bir Ulus, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 65. Meeker’ın bu kitabı Of ve yöresindeki dini hayat hakkında önemli analitik bilgiler veren bir çalışmadır.
[3] Bknz. Trabzon’un fethinden sonra düzenlenen ilk belgesel kayıt olan II. Beyazıt dönemi 1486 tarihli Tahrir Defteri
[4] H.921 (M. 1515) tarihli Yavuz Sultan Selim dönemine ait Trabzon Livası Mufassal Tahrir Defteri Of Kazası/Visir köyü kayıtları. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, TD No: 52 (Of ve köyleri s.352-411)
[5] Heath W.Lowry, Trabzon Şehrinin İslamlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583, Birinci Baskı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1981 (İkinci Baskı: İstanbul, 1998).
[6] Osman Düzenli (74) ile Dernekpazarı/Gülen (Visir) köyünde Ağustos 2001’de yaptığımız sohbetten.
[7] Ali Kemal Saran (74)’ın henüz yayınlanmamış, bir taşra müftüsünün medrese öğrenciliği ve görev hatıralarını anlatan Omuzunda Hemence isimli kitabından.
[8] Michael E.Meeker, a.g.e., s. 65.
[9] Michael E.Meeker, a.g.e., s. 65.
[10] Michael E.Meeker, a.g.e., s. 89.
[11] Ali Kemal Saran (74)’ın henüz yayınlanmamış, bir taşra müftüsünün medrese öğrenciliği ve görev hatıralarını anlatan Omuzunda Hemence isimli kitabından.
[12] Sadık Albayrak, “1914 yılında Trabzon Medreseleri ve Çaykara’da ilmi Hayat”, Çaykara’nın Manevi ve Kültürel Değerleri Sempozyumu-I (16-19 Temmuz 2002, Çaykara), Bildiriler Kitabı, s. 302-316.
[13] Sadık Albayrak, a.g.m. s. 306-309
[14] Osman Düzenli (74), Gülen (Visir) köyünde Ağustos 2006’da yaptığımız sohbetten.
[15] Osman Düzenli (74), Gülen (Visir) köyünde Ağustos 2006’da yaptığımız sohbetten.
[16] Osman Düzenli (74), Gülen (Visir) köyünde Ağustos 2006’da yaptığımız sohbetten.
[17] Şakir Şevket, Trabzon Tarihi, İsmail Hacıfettahoğlu (Haz.), Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, Trabzon, 2001, s. 98.
[18] Babasından aktararak anlatan: Halil İbrahim Düzenli (27), Ağustos 2006 Sultan Murat/Eğrisu yaylasında yaptığımız sohbetten.
[19] Anlatan: Şeref Malkoç, Ağustos 2006 Sultan Murat/Eğrisu yaylasında yaptığımız sohbetten.
[20] Anlatan: Şeref Malkoç, adı geçen sohbetten.
[21] Anlatan: Şeref Malkoç, adı geçen sohbetten.
[22] Anlatan: Şeref Malkoç, adı geçen sohbetten.
[23] Anlatan: M. U. Saran, adı geçen sohbetten.
[24] E. Edebiyat Öğretmeni Hikmet Yıldırım’la Ankara’da yaptığımız sohbetten (2.9.2006).
[25] Çuhnis olmak: Yanmak. Ateşte veya soba üzerinde yemeğin yanması. Tencerenin dibinin tutması.
[26] Hafız Osman Düzenli (74), 17 Ağustos 2006’da Gülen (Visir) köyündeki sohbetimizden.
[27] Mehmet Akif Ersoy, Safahat (Altıncı Kitap-Âsım), İnkılâp Kitabevi, 5. baskı, İstanbul 1958, s. 413-416.
[28] Tafsilatlı bilgi için bknz.: Ali Birinci, “19. Asırda bir Kadızade, Oflu Hoca Mehmet Emin Efendi ve Yasaklanan Duhan Reddiyesi”, Tarih Yolunda, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001, s. 258-267. Prof. Dr. Ali Birinci’ye Oflu Hoca tipolojisi ile ilgili yazı hazırlıyorum dediğimde, Mehmet Emin Efendi’yi hatırlattığı için, özellikle de bahsi geçen kitabına konu ettiğinden müteşekkirim.
[29] Ali Birinci, a.g.m., s. 263
[30] Ali Birinci, a.g.m., s. 267; Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, c. 5, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 285-286.
[31] Engin Kaban, Hasan Rami Efendi ve Çaykara Sosyo-Kültürel Hayatına Etkileri, Uludağ Ün., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 1997, s. 24.
[32] Geniş Bilgi için bakınız: Sadık Albayrak, Yürüyenler ve Sürünenler, Medrese Yayınevi, İstanbul 1979, s. 185-188
[33] Ayrıntılı bilgi için bknz.: Mehmet Günaydın, Karadeniz Güneşi Reîsü’l-Kurra Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun Hayatı ve Din Eğitimine Katkıları, Kendi Yayını, Kahramanmaraş, 2004.
[34] Osman Düzenli ile Ağustos 2006’da Visir (Gülen) köyünde yaptığımız sohbetten.
[35] Ayrıntılı bilgi için bknz. Engin Kaban, a.g.e.
[36] Engin Kaban, a.g.e.
[37] Remezanluk: Ramazan ayında Of haricinde Anadolu’nun başka şehirlerinde imamlık yapmak ve mukabele okumak için gitmeye remezanluk denirdi.
[38] Hafız Osman Düzenli (74), 17 Ağustos 2006 tarihinde Gülen (Visir) köyündeki sohbetimizden.
[39] Rıza M.’den aktaran: M. U. Saran, 07.08.2006’da Çaykara/Eğrisu yaylasında yaptığımız sohbetten.
[40] Anlatan: M. U.Saran, 07.08.2006’da Çaykara/Eğrisu yaylasında yaptığımız sohbetten.
[41] Sadık Albayrak, a.g.m., s. 314-316.
[42] Peşko: Soba. Manca: Çorba
[43] Anlatan: H.İbrahim Düzenli (27), Visir (Gülen) köyü, 08.08. 2006.
[44] Osman Düzenli ile Ağustos 2006’da Visir (Gülen) köyünde yaptığımız sohbetten.
[45] Osman Düzenli ile Ağustos 2006’da Visir (Gülen) köyünde yaptığımız sohbetten.
[46] Anlatan: Ataköy (Şinek)’lü E. Edebiyat Öğretmeni Hikmet Yıldırım, Ağustos 2006, Ankara.
[47] Anlatan: E. Edebiyat Öğretmeni Hikmet Yıldırım, 02.09.2006, Ankara.
[48] Anlatan: E. Edebiyat Öğretmeni Hikmet Yıldırım, Ağustos 2006, Ankara.
30 Haziran 2009 Salı
ATEŞİN YAKMADIĞI KADIN: FADİME
(Bu yazı, Heyamola Yayınları arasında Ekim 2007 yılında çıkan "Fadime Kimdir" isimli kitapta yayınlanmıştır.)
Doğu Karadeniz örneğinde
ATEŞİN YAKMADIĞI KADIN: FADİME
YAHYA DÜZENLİ*
“Trabzon’da, oranın iç ve has madeni olarak öyle som ve berrak bir halkaya rastladım ki, su yatağında cilâlı taş ararken elmas bulmuşçasına şaşırdım. Trabzon’da, yanaklarımın üzerinden geçen dudaklar yüzümü yaraladı ve bana oradan beklediğim ve umduğumun çok fazlasını verdi.”
Necip Fazıl (1001 Çerçeve)
“..kılarduk yatsi nemazini, kice yarilarina kadar forotiko tokurduk. Sora da yatarduk. Sabah olurdi, kalkarduk. Kılarduk nemazi, yemeğumuzi yerduk, hayde çayir kesmeğe. Oniki horomdan[1] bir yuk arkama, çecuk kucağuma alurdum köye kelurdum. 50-60 kilo yukum olurdi...”
Ayazoğulları’ndan Hanife D. (72)
Necip Fazıl’ın ünlü Deniz[2] isimli hikâyesi, “Karadeniz’in sahil köylerinden birinde, etrafını çılgın dalgaların dolandığı bir kaya üzerinde, saçları vantilâtöre takılı kâğıt şeritler gibi uçan genç bir kadın”ın denize doğru “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz! Ne yaptın küçüğümü? Erimi neyledin?” diye başlar. Bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, Necip Fazıl gibi bir büyük şair/edebiyat adamının dikkatini çekmiş ve onu hikâyesinin kahramanı yapacak kadar etkilemiştir. Necip Fazıl’ın bu hikâyesi Doğu Karadeniz kadınındaki içliliğin, hüznün, elemin, yürek yangınının edebiyatımıza yansımış en önemli örneklerinden birisidir.
Necip Fazıl’ın 1934 yılında Trabzon’dayken yazdığı Bu Yağmur adlı şiirinden 33 yıl sonra kaleme aldığı Deniz isimli hikâyesinin hem mekânı hem de kahramanı/öznesi Doğu Karadeniz’dedir. Öyle bir özne ki, Doğu Karadeniz’in yalçın coğrafyasında, her şeyin ‘insan emeği’ne bağlı olduğu günlük hayat şartlarının çetinliği içerisinde, yaşadığı coğrafya üzerindeki hayatın yükünü büyük ölçüde üstlenen/taşıyan fakat bu ağırlık altında içsel gerçekliği ilk anda görünmeyen Karadeniz kadınının derinliğini ortaya koyan bir gizli özne...
Bu yazımıza, şairin Deniz isimli hikâyesinden bir alıntıyla başlamamız, hikâyeye konu Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin Necip Fazıl gibi bir edebiyat devinde karşılığını bulmasının oldukça anlamlı olmasındandır. Necip Fazıl bu hikâyesinde bugüne kadar hiçbir edebî esere konu olmayan Doğu Karadeniz’in vefa ve cefa sembolü kadınını öyle bir derinden kavrar, yakalar ve resmeder ki, onun dilinde bu kadın âdeta efsanevî bir varlığa dönüşür. Bu abartılı bir anlatım değil, Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin bir edebiyat adamının/hikâyecinin kaleminden tasviridir.
Necip Fazıl’ın Karadeniz kadınını en derin ruh damarından yakalayan hikâyesinin bugüne kadar Karadeniz kültür tarihçilerince fark edilmemesi/bilinmemesi (eğer bir kasıt yoksa) vahîm bir gözden kaçırmadır/atlamadır.
Kadın; her büyük şair/düşünür gibi Necip Fazıl’da da önemli bir semboldür ve meseledir. Çözülmesi gereken bir yumak, kendi kendisini aşan bir manaya işaret eden vasıtadır. Necip Fazıl başta Çile isimli şiir kitabının Kadın bölümündeki şiirleri olmak üzere diğer eserlerinde, özellikle de Aynadaki Yalan isimli romanında, kadını bütün ruhuyla ele alır. Bu yazımızın konusu Necip Fazıl’ın Deniz hikayesindeki Karadeniz kadınıyla sınırlı olduğundan sadece kadına ilişkin Necip Fazıl’ın temel düşüncelerinden birkaç detay vermekle yetineceğiz.
Kadını öyle derin ruh kanatlarından yakalar ki Necip Fazıl; “kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilafa düşürdüğü erkek.” tesbitini yapar ve kadını idealize eder: “Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin mukabili cinsiyete bürünmüş ulvi bir fikir...”[3] Sonunda şu soruyu sorar: “Hani o kadın?”[4]
İşte Necip Fazıl’ın kadına ilişkin “hani o kadın?” sorusuna Deniz hikâyesindeki Doğu Karadeniz kadınıyla (bütünüyle olmasa da) gene kendisinin cevap verdiğini düşünüyorum.
Kadına ilişkin bütün tanımlamalara, mana kuşatmalarına rağmen kadın, Necip Fazıl’da gene de müthiş bir fenomendir.
Hikâyede adı her ne kadar “Satılmış’ın Zeynep” de olsa ve Üstad’ın hikâyesinde Trabzon ağzıyla “erkişimi ne ettun?” yerine “erimi neyledin?” şeklinde yaşasa da aslında o “Huseyin’un veya Hemdi’nun veya Husni’nun Fadime”dir. Bu Fadime (Zeynep) denize doğru haykırmaya devam eder: “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz!”… Onu gören köylüler aralarında konuşur:
“-Köyün en güzel kızıydı Zeynep… Halâ öyle değil mi? Aklını bozduktan sonra değişti. Kocasının yelkenlisini açıklarda devirdikten sonra bu kayanın üzerinden 8 yaşındaki kızını da alıveren deniz onu çıldırttı.”
Fadime (Zeynep), kayanın üstünde çığlık koparır:
“-Kızlığımda, beni dört bucaktan istemeye gelenlere ‘ben denizin nişanlısıyım, kimseye varmam!’ derdim. Cilvemi doğruladın! Sana hainlik ederek aldığım kocamı boğduktan sonra kızımı da bu kayanın üstünden çekip götürüverdin! İşte seninle, karşı karşıya yapayalnız kaldık! Ne yapacaksan yap!”
“Hiç kimseye varmayan, herkesten kaçan Zeynep, yalnız denizle içli dışlıydı. Gündüzleri kıyıda bir taşın üstüne oturup ayaklarını suya sokarak, saatlerce kalır, kumlardaki cilalı taşlara dalardı. Geceleri de, Temmuz sıcağında, el ayak çekildikten sonra izbe bir köşe bulur, oradan denize girerdi. Kocası, onu, mehtaplı bir gecede, denizden çalıp kaçırdı. Yelkenlisine aldı götürdü. Evlendiler. Kız 17’sindeydi. 9 yıl geçti. Yazları hiç çıkmazdı tekneden… Nihayet 3 ay önce…”
Hikâyenin devamında Fadime (Zeynep) parmaklarıyla denizi avuçlamak isteyen bir hareket yapar:
“-Seni kızlığımdan beri, çivit gözlü, sinirli bir Karadeniz delikanlısına benzetiyorum! Kahpeliğini de sevgine vererek bağışlıyorum! Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”
Köylüler, uzaktan, bir kibrit çöpü gibi görünen Fadime (Zeynep)’nin birdenbire kaybolduğuna dikkat ettiler:
“- Ne o, kendisini suya mı attı?
- Belli değil; yoksa onu deniz mi aldı?
Necip Fazıl, hikâyesini şöyle bitirir:
“Fadime (Zeynep)’nin, tam o anda kayada patlayan bir dalganın içindeki iki kol tarafından mı çekildiği, yoksa kendi isteğiyle mi bu kollara atıldığı meçhul kaldı.”
Necip Fazıl’da iz bırakan, hikâye kahramanı olacak kadar derin ve içli, bir o kadar da denizin aldığı erkeğine tutkun, yavrusuna vurgun ve onların peşinden kendisini feda edecek, ölüme atacak kadar vefanın en uç örneğini sergileyen Karadeniz kadını…
Seslenir denize Zeynep: “Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”
Bir Doğu Karadeniz kadınının kalbinin derinliklerinden diline dökülen ne müthiş bir “tutku”nun ifadesidir bu?
Necip Fazıl bu hikayesinde Doğu Karadeniz Kadınının ruh röntgenini verirken, belki de kendi tasavvurundaki ideal kadından izleri Doğu Karadeniz kadınında görür. Çünkü Necip Fazıl’ın çeşitli eserlerinde konu ile alâkalı olarak ele aldığı kadın, bir ruh imajı olarak Deniz hikayesine de yansır.
Necip Fazıl’ın “Karadeniz sahil köylerinden birinde” diye başladığı bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, aslında halen Of’un veya Çaykara’nın veya Sürmene’nin, Vakfıkebir’in, Maçka’nın veya Tonya’nın bilmem hangi köyünde son örnekleriyle yaşayan Ayşe’dir, Reyhan’dır, Havva’dır, Hanife’dir, Şehriye’dir, Huriye’dir... Kitabımızın konusuna uygun bir ad koyalım: Fadime’dir..
Fadime... Doğu Karadeniz’in sembol kadını..
Edebiyatımızın önemli ismi Necip Fazıl’ı bile derinden etkileyen Doğu Karadeniz Kadının “ruh asilliği”nin kökünü (gene Necip Fazıl’ın deyimiyle) “derin ve ince Fatıma”da bulduğunu söyleyebiliriz.
Fadime adının tüm Doğu Karadeniz kadınlığının sembol ismi olarak öne çıkması oldukça anlamlıdır. Sıradan bir isimlendirme değildir Fadime. Bugün doğu karadenizde birçok klâsik ismin artık çocuklara konulmamasının yanında Fatma/Fadime ismi konulmakta, bu gelenek sürdürülmektedir. Bilindiği gibi, Fadime, Peygamberimizin sevgili kızı Fatıma’nın Karadeniz ağzında söyleniş biçimidir. O ki, Necip Fazıl’ın deyimiyle “Derin ve İnce Fâtıma”. “Fatm” Arapça’da kesmek manasına… Fâtıma; kendisi ve soyu cehennem ateşinden kesilmiş… Konumuz, etimoloji olmadığı için burada sadece tanımla yetiniyoruz. Doğu Karadeniz kadınlığının Fadime ismiyle öne çıkışı böyle bir derinlik ve inceliğin yansıması mıdır? Bilemiyorum, ancak bundan önemli derecede pay sahibi olduğu şüphesizdir. Veya Fadime adının bugün bile oldukça yaygın bir şekilde konulmasının sebebi acaba peygamber ve ehl-i beyt[5] sevgi ve saygısının derin ve ince saygının bir ifadesi midir? Şüphesiz...
Fadime; doğu karadenizde eski deyimle “ismiyle müsemma”[6] bir kadınlık örneği olarak yaşamını sürdürmektedir.
Konuyu isme bağlı etimolojik alanda yaygınlaştırmadan, Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un/Of’un/Çayka-ra’nın/Sürmene’nin/Vakfıkebir’in/Tonya’nın, vs. bir orman köyünde yaşayan Fadime’sini aktüel kesitler halinde anlamaya, anlamlandırmaya çalışalım.
Trabzon’un iç kısmındaki köylere bugün yol ve elektrik ulaşsa da coğrafî özelliğinden dolayı hayat şartları büyük ölçüde gene insan emeğine bağlıdır. Bu coğrafyada yaşayanların aşağıda anlatacağım kesitler halinde bizzat yaşadıklarını anlattıkları olaylara baktığımızda; 1930’lu yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanan 70 yıllık bir süreçte Doğu Karadeniz/Trabzon kadınının yüklendiği görevlerin ağırlığında pek bir değişikliğin olmadığı görülecektir. O; dün olduğu gibi bugün de, belki yarın da bu meşakkatli hayatı hiçbir şikayette bulunmadan, mistik bir eda içerisinde yaşamakta/yaşayacaktır.
Tıpkı Çin İmparatorunun Çin alfabesiyle ilgili “siz bu harfleri insanlarınıza nasıl öğretiyorsunuz?” sorusuna verdiği “benim halkım bu harfleri öğrenirken sabrı öğreniyor!” cevapta olduğu gibi Doğu Karadeniz’in coğrafi tabiatı, oldukça sert ve haşin şartları aslında Doğu Karadeniz insanına tahammülü, sabrı telkin eder. İnsanın ruh yatağında gizli sabırsızlığı, tahammülsüzlüğü kontrol altına almasını sağlar. İşte bu muhteşem tahammülü, müheykel (heykelleşmiş) sabrı Doğu Karadeniz kadınında görüyoruz. Bir diğer ifadeyle coğrafî şartlar Doğu Karadeniz erkeğine asabi, sert ve keskin yansımasına karşılık; Doğu Karadeniz kadınına bu şartlar sabır, munislik, mahcubiyet ve şefkat olarak yansır. Yani her iki yansıyış biçiminde de birbirinin simetriği halinde şartlarıyla bütünleşmiş Doğu Karadeniz insanı vardır.
“Toplayın eşyamı işim acele” mısrasını yazan Necip Fazıl gibi bir fikir ve şiir sabırsızını bile teskin edecek ve kendisini bu yönüyle sevdirecek[7] bir coğrafyaya sahiptir Doğu Karadeniz. İşte bu coğrafyanın emekçisidir, ustasıdır, terbiye edicisidir, Doğu Karadeniz kadını.. Coğrafyasından şikayet etmez, onunla savaşmaz, onu işlenmesi gereken, yaratıcının bir emaneti, bereket vesilesi görür ve şartların gereğini yapar.
Temel’in rasyonel bir espri malzemesi olmasının çok ötesinde Fadime; yaşayan, muhkem bir gerçekliktir. Öyle bir gerçeklik ki; doğduğu andan itibaren Doğu Karadeniz’deki günlük hayatın zor şartlarına intibak etme, o şartlarla mücadelesi başlar. “Doğduğu andan itibaren..” , çünkü anası erkenden ahırdaki sığırların bakımını yapmak, sonra da mevsim ihtiyaçlarına göre tarlada çalışmak üzere evden çıkmadan önce, O’nu emzirip beşiğe sıkı sıkıya sarıp-sarmalayıp, acıkıp ağladığında, beşiğin üzerinde ince bir bezin içerisine koyup ağzına doğru sarkıttığı kesme şekeri emmeye başlamasıyla, hayata adım atar. Anası da aynı süreçten geçmiştir, babaannesi de. Annesi, tarladaki çalışmaya “nemaz arasi” verip, biraz dinlenmek ve bu arada öğle yemeğini hem hazırlamak hem de evin ihtiyaçlarını karşılamak üzere eve geldiğinde günün ikinci doğal gıda ihtiyacını karşılar. Kendisi de evin sosyal ve ekonomik hayatına bizzat katkı yapana kadar bu beşik ve eviçi hayatı mütemadiyen devam eder.
Buna yaşanan bir örnek verelim. Çaykara’nın Hopşera (Akdoğan) Köyünden E. Müftü Ali Kemal Saran anlatıyor:
“ Eskiden, çalışma hayatı genellikle kadınlara dayalıydı. Yapılan iş bölümüne göre, ot biçmek, odun kesip yarmak ve kürekle toprak doldurmak erkeklere, hayvanların hizmetini yapmak, tarlaları kazıp, belleyerek ekime hazır hale getirmek, yük taşımak ve geriye kalan bütün işler ise kadınlara has görevler idi. Hatta hanımıyla yürürken yük taşıyan erkeklerin kılıbıklıkla itham edilerek ayıplandığı da olurdu. Üstelik hiç kimsenin böyle bir ayıplı geleneği sorgulamadığını bu gün şaşkınlıkla düşünürüm. Kadınlar yukarıda saydığım işlerin yanı sıra, bütün ahır ile ilgili işleri ve çocuk bakımını üstlenmiş durumdaydılar. Fakat buna rağmen, kadınlardan bu durumdan şikayet edenine rastlamadım. Yöremizin cefakâr ve çilekeş kadınları bu durumu her zaman tevekkülle kabullenmişler ve bir ibadet aşkıyla evlerinin, bahçelerinin, mezirelerin işlerini yapar ve bitip tükenmek nedir bilmeyen bir azim ve hırsla ödevlerini yerine getirirlerdi.
Bu duruma rağmen, kadınlar her zaman kocalarına saygılı olurlardı. Öyle ki, köyümüzde ve civar köylerde aşırı karı-koca kavgalarının, aile içi cinayetlerin ve kıskançlık yüzünden yapılan kavgaların olduğuna şahit olmadım.”[8]
Gene Ali Kemal Saran, 1940’ların kıtlık yıllarında babasını kaybetmiş (1941) yetim bir çocuk olarak annesi’nin ihtimamına ilişkin şunları anlatıyor:
“Annem bizleri 1940’ların kıtlık yıllarında büyütürken, büyük sıkıntılar çekmişti. O zamanlar şekerin kilosu karaborsa olarak ancak 25-30 kuruşa alınabiliyordu. Gaz, tuz, şeker, kaput bezi ve elbiselik kadın kumaşları ancak Sümerbank’tan ve karne karşılığı satın alınabilirdi. Buna rağmen, rahmetli annem kendi deyimi ile can-i haktan çalıştığı için ve herkes onu yevmiyeci olarak tutmak istediğinden hiç boş kalmıyor ve kazandığı ile bizi geçindirmeye çalışıyordu. Tabi ki bu arada 10-13 yaşlarında olan ablalarımın da ona yardım ettikleri olurdu. O sıralarda köyümüzde ihtiyaç karnesi vermeye memur olan kişi koşumuz olduğundan, en azından temel maddeler için ondan yeteri kadar karne alabiliyorduk. Genellikle tarla işlerinde annemi yevmiyeci tutan komşumuz, sonradan da öğretmenim olan Selim Yavuz’un ilgi ve yardımlarını annem dâima takdirle anardı. Halk Partisi döneminin en zor ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamanlarında bile annemiz bizi hiç aç bırakmamıştı. Akşamları bazen yemek yerine, ekmeksiz olarak çorba içer, ekmeğin yerine annemin bize verdiği birer meşrebe[9] fındıkla yetinir ve erkenden yatağa girerdik. O günlerde, benden birkaç yaş küçük olan ve sonradan ölen kız kardeşim Gülendam’ın: “ Anne bana büyük komat [10] ver !” diye yalvardığını duyar gibi olurum.”
Devam ediyor A. Kemal Saran:
“...Çocukluk günlerinde çoğu kez yalın-ayak gezer, bazen de sığır derisinden kestiğimiz çarıkları giyerdik. Üstümüzde para ile alacak elbisemiz olmadığından, genellikle rahmetli Annemin tarlada ektiği kendirden dövüp eğirerek el tezgâhında dokuduğu ketan bezinden elbise ve iş donu diker ve giyerdik. Rahmetli annem çok süratle dokur, elleri arasında gidip gelen makoçları [11] sayamazdık. Hâlâ o el tezgahının tarak cızırtıları kulaklarımdadır. Dokunan ketan kumaşları dola denilen bir sepet içine yerleştirilen torbaya konur, kazanda kaynatılan kül suyu defalarca üzerlerine dökülerek yıkanıp beyaz bir hale getirilir ve ondan don-gömlek ve iç çamaşırı dikilirdi. Rahmetli annemin bana diktiği, sağ ve sol paçalarının yan taraflarında dikey olarak kalın ve kırmızı çizgi ile süslediği pantolon türü iş donu ile arkadaşlarıma caka satardım. O pantolon benim çocukluğumda giyindiğim en güzel pantolon olmuştu. Kısacası rahmetli annemin sayesinde hemen hemen yetimlik çekmedim. Çünkü o benim hem annem hem de babamdı”[12]
Doğu Karadeniz kadınının çektiklerine canlı şahidin kaleminden bu satırlar oldukça anlamlıdır.
Günlük hayatın bütün yükü büyük ölçüde kadının omuzlarındadır. Ancak bu yük hiçbir zaman bir sitem sebebi, şikâyet sebebi olmaz. Çünkü çetin Karadeniz şartlarında yaşamanın/varoluşun gereğidir bu. Kıtlık seneleri olarak bilinen yıllarda[13] çekilen sıkıntılar, dertler, meşakkatlerde en ağır pay Fadime’nin üzerindedir. O yıllarda 15-20 sepeti sırtına alıp grup halinde komşu köyleri dolaşarak sepet verip mısır almaya çıkılır, hatta oldukça uzak olan Bayburt’a kadar yaya gidip sepet karşılığı buğday alındığını halâ anlatanlar vardır.[14]
Dertleri, sevinçleri türkülere döken Doğu Karadeniz insanının bu konuda da bir dörtlüğü vardır:
Visir sepetçileri
Sepet satar Paçan’a
Sepet para etmeyi
Külfet vurdi on çana
İşte bu külfetin yükü büyük oranda Fadime’nin sırtındadır.
Genç bir kız iken, Of’un o yüksek köylerinden biri olan Visi r(Gülen)’den Of/Eskipazar’a hamsi almaya gidişlerini Fadime Düzenli (Hemdi’nun Fadime 1925-2005) gençliğinde Of’a Hamsi almaya gidişlerini anlatıyor:
“Ey gidi Kışun Of’a kelurduk. Of’a hapsi pulamazduk da çikarduk Eskipazara. Ordan alurduk. 4 kofa pi kişi tutardi. Sepet ederdiler. Herkes sepetini hazirlardi. Ne havesluklân. Sepetlere, ikerlerine, altlarina haboyle puraya kadar tikerduk puzak postlari, uzerumuze vurmasunler teyine. Tikerduk olari. Hapsilari çiğ tökerduk sepete. Sepetun altina tamlardi tamlardi da o postlar tolardi. Yanlarduk, poşaturduk kene koparduk, yururduk. Alurduk kene yurume, yorilmiş köye kelurduk. Olar kulis olacak..Yiri olmazdiler. Kulis ederduk, yikarduk, sularini çikarurduk, korduk olari pi kufisaya, oraya pi kün pi kice sizerdiler. Ondan sora eyicesine tuzlarduk olari, pi yere pastururduk, taha pişe olmazdi olara. Ne tatli olurdiler. Keremite yaparduk. Tiklerduk olari ateşe karşu, olar kızarurdi, kızarurdi, kızarurdi... Sora da yerduk olari. Olara tat varidi.. Şindi habu hapsilardan pen pişe anlamam..”[15]
Gece yarısı evden çıkıp Of’a doğru patika yollardan kilometrelerce yolu yaya olarak yürüyüp aynı gün tekrar geri dönen Fadime’lerin çektiklerini düşünebiliyor musunuz[16]?
Hayvanların otlak ihtiyacının, evin yağ-peynir-süt ihtiyacının karşılanması için daha uygun ve verimli olan, yılın 4 ayının geçirildiği yaylaya gidiş ve dönüş de meşakkatlidir ama bir o kadar da zevklidir. Karadeniz kadını o meşakkat içerisinde kendi moralini de kendisi üretir. Fatma Düzenli anlatıyor :
“Sabaha iki, uç sahat kalarak koparduk köyden. Yurume kiderduk. Obamuz var idi pizum da. Kaynanam tururdi oraya. Akşama yakin Yaylaya kiderduk. Ne havesluklan kiderduk. Yukler arkamuza, sepetum ağır. İnekler oğumuze. Haykıra haykıra, türki teye teye. Pitun kari kuri. İnekleri pirleştururduk. Karilar oğinden, erkekler olarun peşine. Kiderduk Körneğe, Sultan Murata, Lemon Suyina. Eskiden oyle pi konak eterduk oraya. Erkişiler karilari alu yedururdiler. Şindi oyle pişe yok. Ama ne furtunalar da ederdi. Oyle furtunalar olurdi ki, halaz yağardi. Vururdi yuzumuze, siğirlarun yuzine. Pazen çanumuzi zor kurtarurduk. Yayladan tönişte da kar furtunalari olurdi. Furtunaya yakalanan zor kurtulurdi..”[17].
Bütün ev halkı ve hayvanlarla birlikte yılda üç kez yaşama/barınma mekânlarını değiştirmek/göçmek de Doğu Karadeniz insanının yaşamının bir gereğidir. Bu zaman dilimlerinin altı ayı köyde (Kasım-Aralık-Ocak-Şubat-Mart-Nisan) İki ayı (Eylül-Ekim) mezerede,Dört ayı da (Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos) yaylada geçer.
Yayla hayatı onun için köyünün vadiler arasına sıkışan coğrafyasından oldukça yukarda yemyeşil düzlükler ve masmavi gökyüzü arasında (yoğun çalışmaya devam etse de) birikmiş elektriğini vereceği, yorgunluğunu atacağı bir özlemdir. Kimileri için yayla zamanı ontolojik bir tutkudur:
Ayşe Öztürk (75) bu özlemi anlatıyor[18]:
“...Ben kız idum. Yaylaya kideyiruk. Köyden kalkduk, yaylaya kadar yurume, yukler arkamuza, neşeli kideyiruk. Ey kidi, piraz yorilurduk ama neşe var idi. Şindi hiçbişey yok. Şindi hacan yaylalar vurur akluma ağlarum. Şindi teyirum, senede pi sefer kiderum. Pen yaylaya toğdum, yaylaya peyudum. Evlenene kadar yaylaci idum. Çok merak ederum şindi. Yaylalar vurdi mi akluma kideceğum. Ne bileyim... “
Peki ya yayladan dönüş? O da meşakkati içerisinde ayrı bir neşeli yolculuktu.
Havva Düzenli anlatıyor[19]:
“Yaylaya Mayıs’ta çikarduk. Eniş da kış paşlarkân. Eylül’de. Kar paşladi mi yağmağa, enilecek ordan. O zaman yaylim da olmayi. Payirlar kuruyi. Oluyi yanmiş. O zaman yaylanun manasi kalmayi. Enerken da kene sabah ezani karanluk, siğirlar oğumuze çikarduk yola. Yol pitecek. Sabahtan akşama kadar yurumeklan yol piter. Piraz da tez kirersan yola tez kidersun. Lüküsleri yakarduk, karanluk çikarduk. Lazim olan eşyalari sirtlara aluyiduk, yağlari, peynirleri. O zaman araba yoli hiç yoğidi. Bi kaç tane ati olan, eşeği olan varidi. Pazilari kiralan verurlerdi olara. Siğirlari sure sure kelurduk mezerelere. Konaklarduk. Mezerelere taşinurdik. Mezerelere da aşaği yokari 2-3 ay kalurduk. Burda da çayirlari keserduk. Yaylimlar olurdi. Siğlar otlardi, olari da pittururdi. Kış tam pasturacaği zaman toğri köye tönerduk...”
Köyden yaylaya, yayladan mezereye, mezereden de tekrar köye taşınma, hayat devam ettiği sürece tekrarlanan eden bir deverandır. Köyde olduğu gibi yaylada ve mezerelerde de hayatın yükü gene kadının omzundadır. Çayır kesmek, hayvanların bakımını yapmak ve otlatmak, ev işleri, yağ-peynir yapmak, çocukların bakımı gibi temel görevler onun asla devredilemez, ertelenemez görevleridir.
Bu meşakkatli, cefa ile dolu hayat; Doğu Karadeniz’in yemyeşil vadilerinin yükseklerinde yaşanan öyle bir hayattır ki;
§ Çocuklukta babası gurbettedir,
§ Evlenir, gelin olur kocası gurbettedir,
§ Ana olur oğlu gurbettedir,
§ Nine olur torunu gurbettedir.
Böylece Fadime’nin hayatı tam bir gurbet hayatıdır. Gurbet onun için hayatın tabii bir parçasıdır, uzantısıdır, kaskatı/doğal bir gerçeğidir, gereğidir. Babası, kocası, oğlu, torunu fiilen gurbettedir ama onun yüreği devamlı gurbet yangınıyla doludur. Bu yangın ömür boyu devam eder fakat asla dile dökülmez, yakınma halini almaz, şikâyetçi olmaz. O; tevekkül sahibidir, bu yaşamı kaderinin bir gereğidir. Kader O’nun dilinde “yazi”dur. Bu kader öyle bir kaderdir ki, asla şartlara mahkûm olma değil, “Allah hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez!” ölçüsüne tam bir imanın gereği yaşanan hayattır.. Yani şartlar karşısında çaresizlikten kaynaklanan bir teslimiyet duygusu değil, ‘böyle yaşanması gerektiği için” yaşanan bir hayattır O’nun yaşadığı...
Yaylanun çumenine
Yaydum kuzilarumi
Allah’um boyle yazdi
Kara yazilarumi
Doğu Karadeniz’de doğan çocukların doğumlarından ölümlerine kadar
Bazıları sülâlelerine (Ayazun’un Hemit, Ayazun Huseyin Molameroğun Ferşat),
Bazıları babalarına (Hemdi’nun Osman, Mola Şabanun Husni, Yunus’un Şaban),
Bazıları dedelerine (Hacişerif’un Yusuf),
Nisbet edilerek tanımlanırken büyük çoğunluğu, doğum esnasında babası gurbette olduğu için, devamlı anasının yanında olmasından dolayı anasına nisbet edilerek tanımlanır, anılır. Huriye’nun Fadime, Ayşe’nun Osman, Heva’nun Salih... Burada sadece Doğu Karadenize özgü önemli bir yerel gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeklikten de anlaşılıyor ki; Doğu Karadeniz kadını aslında ev sahibidir, misafir olan evin erkişisidir.
İlginç değil mi? Ülkemizde ismi, anasına nisbet edilerek telaffuz edilen başka bir yöre var mı bilemiyorum. Bu Karadeniz’e özgü bir antropolojik/sosyolojik vakıa olsa gerek.
Evinin direği olan kocası gurbetteyken kocasına karşı sebatında, saygısında, vefasında, sevdasında asla değişme olmaz, yabancılaşma olmaz. Terkedilmişlik duygusuna kapılmaz. Aksine vefası, sebatı, sevdası daha da derinleşir, alevlenir ama asla bu alev dışa yansımaz. O; sırrına, sevdasına, vefasına yüreğini mahfaza yapmıştır. Bu üç mücevhere yüreğini kutu yapmıştır. Nasıl ki en kıymetli kadınlık malzemelerini, gelinlik eşyalarını, cehizlerini (çeyizlerini) o kestane kokulu sandığında muhafaza etmektedir; sevdasını da, vefasını da, cefasını da kalbinde muhafaza etmektedir.
Bu, kadınlığın da ötesinde müthiş bir insanî derinliktir. Tıpkı Fadime isminin kaynağı Hz. Fatıma gibi derin ve ince bir kadın şahsiyet..Çok mu mübalâğalı anlatıyoruz veya abartıyoruz Doğu Karadeniz’in kadınını? Veya Fadime’sini? Sanmıyorum. O, acılarını da sevinçlerini de içinde derinleştirdiği, dışına vurmadığı bir kadınlık sembolüdür.
Zaman zaman yazılı ve görsel medyada veya yayınlarda Doğu Karadeniz Kadınının yaşam koşulları ile ilgili bazı yanlış gözlem ve tesbitler; onun yaşadığı gerçekliği tanımamadan kaynaklanan saptırmalarla doludur. “Karadeniz kadını baskı altında”, “Karadeniz erkeği çalışmadığı için bütün yük kadının sırtındadır.”, “Erkek kahvede kadın tarlada çalışıyor”, “Yazık Karadeniz kadınına” gibi peşin önyargılar Doğu Karadeniz kadınının gerçekleriyle örtüşmemektedir. Çünkü Doğu Karadeniz erkeğinin “kahvehane hayatı” diye bir olgu yoktur. Karadeniz kadınının kocası gurbettedir, işindedir. Gurbette olmadığı zamanlarda da yanındadır, yardımcısıdır. Köye yol ve elektriğin henüz girmediği zamanlarda O eğer gurbette değilse, köyde erkeğe mahsus işlerle uğraşmaktadır. Ya odun kömürü imalatıyla, ya kiremit ocağında kiremit imalatıyla, ya sepet yapımıyla, ya kerendi elinde çayır biçerek, evin ihtiyaçlarının karşılanması veya meyva ağaçlarını aşılayarak yahut da tarlaları belleyerek tam gün çalışmaktadır. Bu çalışma hayatı Doğu Karadeniz’de hayatın kadın ve erkek tarafından paylaşılmış işbölümünü yansıtmaktadır.
Bu konuda Karadeniz’in yaşam biçiminden kaynaklanan bu karakteristiğe ilişkin bir fıkra oldukça anlamlıdır:
“Kaymakam köye gelir. Omzunda bir odun parçasıyla yolda rahat adımlarla yürüyen erkek, peşinde sırtındaki çayır yüküyle hanımı, iki büklüm yürümektedir. Kaymakam erkeğe yaklaşarak sorar: ‘Hiç yakışıyor mu sana? Hanımın ağır yük altında ezilirken sen rahat rahat yürüyorsun’. Bunu duyan hanımı kocasının önüne geçerek Kaymakama şu cevabı verir: ‘Kaymakam Bey! Erkek deduğun uzerinde silahtan başka ağirluk (yük )taşimaz.”
Doğu Karadeniz insanına ilişkin üretilen fıkraların birçoğu kurgu da olsa, önemli bir bölümü yaşanan hayatın içerisinden alınmış kesitlerden oluşur. Asla ironik bir saptırmaya müsait olmayan bu hayattan alınan kesitler/karelerden öyleleri vardır ki; hafıza, zekâ ve kavrayışta muhataplarını şok edecek bir orijinalliğe/gerçekliğe sahiptir. İşte bu tesbitimize ilişkin iki örnek:
“Televizyon ekibi bir program yapımı için Trabzon’un yüksek iç kesimlerinde bir köye giderler. Mevsim yoğun bir iş temposunun yaşandığı aylardır. Tarlada kadınlar çalışmaktadır. Kameraman tarlada çalışan, ter içerisindeki kadına yaklaşır ve spiker mikrofonu uzatıp sorar:
- Siz burada çalışırken kocalarınız kahvede, orada burada oturuyor. Siz bu halden şikayetçi değil misiniz? Niçin onlar size yardım etmiyor. Bu durum size haksızlık değil mi?”
Tarlada çalışan kadın bir eliyle kazmasına dayanıp diğer elini beline koyarak cevap verir:
- Sen ne deyisun. Ben oğa bakmağa kıyamayirum. Sen iş yapturacasun oğa oyle mi? Ya kit ordan !”
Şu gözlem de Doğu Karadeniz kadınının günlük hayat şartlarındaki gerçekliği yansıtıyor:
Hazırlanacak bir programın çekimleri için Trabzon’un iç kısımdaki köylerinden birisine Televizyon ekibi gider. Sunucu, yolda, sırtında oldukça ağır bir çayır yükü altında beli iki büklüm, sağa sola dökülerek yürüyen yaşlı kadına yaklaşıp sorar:
- Anacığım nedir senin bu halin ?”
TV’cinin sorusuna hayret eden yaşlı kadın bu soruya şöyle cevap verir:
- Çok şükür rebbume, ne var haluma?[20] “
İşte, Karadeniz kadınını gerçek haliyle günlük hayatta resmeden bu iki örnek sabır, tahammül, kendinden eminlik, halinden şikâyet etmeyici doğallığını ortaya koymaktadır.
İslâmî Duyarlılık ve Tarihi Hafıza
Doğu Karadeniz kadını, çileli, meşakkatli hayatı içerisinde asla İslâmî vecibelerini/ibadetlerini/görevlerini terk etmez, ertelemez. Bu ibadetlerine ilişkin oldukça ayrıntılı bilgi birikimi/donanımına da sahiptir. Hatta O’nun günlük hayatı nemaz vakitlerine ayarlıdır desek abartmamış oluruz. Çalışmaya başlama zamanı, dinlenme zamanı, yemek zamanı hep ezana ve nemaz vakitlerine endekslidir. Sabah ezanıyla başlar onun günlük hayatı, Öğle ezanıyla dinlenme, namaz ve yemek, İkindi ezanıyla gene namaz ve dinlenme arası, Akşam ezanıyla dış işlerden eve dönüş ve Yatsı ezanından sonra da evin (önceleri forotiko dokuma ve mevsimin özelliğine göre kice irğatluklari) diğer ihtiyaçları, çocuklarının bakımı, vs… Bu hayat mütemadiyen böylece devam eder.
Hüsnü Kılıç’ın çocukluk yıllarında yaşadığı, dedesinin annesiyle kendisi arasında geçen şu hadise ümmî bir Doğu Karadeniz kadınının bile nasıl bir İslâmi duyarlılığa, derinliğe, bilgiye ve aidiyete sahip olduğunu ortaya koyuyor:
“Ben hafızlığımı Karadeniz’de yaptım.Ondan sonra da bir süre Arapça okuduğum dönemlerde köye (Çaykara/Holo/Arşala) gidip gelirdim.
Dedemin annesi... Holo/Arşala’dan.. Lakabı Vayvayina. Sürekli dünyevî yakınmalar şeklinde “vaaay, vaaay, vaaay” diye çok fazla sayıkladığı için kendisine lakap olarak vayvayina derlerdi.
O zaman sağ. Yakın zamanda, yüz küsür yaşında vefat etti. Sürekli olarak Muhammediyye okuyan, Mızraklı İlmihal takip eden, Altıparmak Peygamberler tarihi okuyan bir kadıncağızdı. Kur’an-ı Kerim için de sürekli “Kelam-ı Kadim, Kelam-ı Kadim” derdi. ‘Kelam-ı kadimi bugün okudum, bugün okumadım’ şeklinde sürekli ifadeleri böyleydi. Hakikaten “kadın erenler” tipinde bir veliye gibi masum birisiydi. Bana da çok itibar ederdi. Hafız olmuş olmam onun için yeterdi. Hocalık nedir pek ondan anlamaz ama hafızlık çok kıymetlidir, çok da saygı duyar. Ve hafıza hizmet etmeyi de ibadet sayardı. Bir gün bana “E Hafus, pişey teyeceğum sağa. Pen çahilum pilmem, sen okumişsun, hocasun. Pizum puraya su yok. ( O zaman evlerin içerisinde su yoktu.) Kideyiruk irmağa da irmaktan (ellerumi eyice yikarum da) habu avuçlarumlan alurum suyi koyarum, toldururum kafekaya da alur kedururum oni eve. Hacan abdes alacağum, kafakadan abdes alurum. Tuşunurum habu su mâ-i mustağmel[21] hukmine midur? Teyemedum oni kimseye, şindi sen pilûrsun. Nedur pu, ma-i mustağmel hukmine olur mi?”
Sorduğu soru bu. Ben, o zamanlarda ma-i müstamelin ne olduğu konusunda bile henüz bir bilgi sahibi değildim. Bizim okuma yazma bilmeyen ümmi kadınımızın bile bilgi, derinlik seviyesi bu. İslamî duyarlılığı, hassasiyeti, bağlılığı bu. Tabii kadıncağız Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle Şeflik dönemlerinin o dipçikli tasfiye sürecinde kelam-u kadim diye sahiplendiği, ihtiramla bağlandığı, beslendiği Kur’an-ı Kerim’in hıfzıyla alakalı bütün ömrünü vakfetmiş bir kadındı. O kadar dış dünya ile alâkasızdı ki ve yabancılaşma aracı gördüğü şeylere o kadar red tavrı içinde idi ki örneğin arabaya makina derdi ve arabaya binmezdi. Kur’an-ı Kerim’i (Kelam-ı Kadimi), Karadeniz’de yaprakları toplayıp yığdıkları seyrek çakılmış tahtalardan ibaret, (bazı köylerde kaveya denilen) ahşap kulübelerin/ambarın aralıklardan sızan ışığın aydınlığında okumaya çalışırdı. ”[22]
Doğu Karadeniz kadınının İslâmi hassasiyet, tarihî hafıza ve siyasal bilincini ortaya koyan aşağıdaki olay da oldukça enteresandır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı, vurgu yaptığı CHP’li Trabzon milletvekili adayının yaşadığı olay:
“Diyanet-Sen yönetimi, bir süre önce yeni binasına taşınan CHP’ye ‘hayırlı olsun’ ziyaretine gitti. Sendikanın Genel Başkanı Ahmet Yıldız ve Yönetim Kurulu üyelerinin ziyareti basına kapalı gerçekleşti. Alınan bilgilere göre, sıcak bir atmosferde geçen görüşme esprilerle süslendi. Partisinin ‘dine mesafeli’ eleştirileriyle haksızlığa uğradığını anlatan CHP lideri Deniz Baykal, bunu yaşanmış, ‘fıkra’ gibi’ bir olayla destekledi.
Baykal, Trabzon’da geçen hadiseyi şöyle aktardı: “3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde milletvekili adayımız bir hanımın su kabını taşımak ister. O da memnuniyetle kabul eder. Konuşurken arkadaşımızın CHP’li olduğunu öğrenen kadın, ‘Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!’ diye feryat eder. Ardından kovayı alarak suyu boşaltır.” Baykal, ‘maalesef böyle’ diyerek...”
Salondakileri güldüren ve Baykal’ın kısaca naklettiği olay halk arasında şöyle anlatılıyor: “Milletvekili adayları, il ve ilçe yöneticileri ile bölgeyi dolaşırken yolları bir köye düşer. Köyün girişinde elinde güçlükle taşıdığı su kaplarıyla ağır aksak yürümeye çalışan yaşlı bir kadına rastlarlar. Selam ve hatır konuşmalarından sonra ‘yardım olsun diye’ kadının kaplarını alırlar. Bir süre yürüdükten sonra kadın, ‘Siz kimsiniz?’ diye sorar. Parti yöneticisi, milletvekili adayını göstererek ‘Oy verip seçerseniz şu arkadaş Ankara’da sizin sesiniz olacak, milletvekiliniz olacak.’ der. Kadın, sesini yükselterek merakla sorar: Hangi partidensiniz? ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ cevabını alınca birden irkilir ve hışımla milletvekili adayının taşıdığı su kabını alır. Ardından feryadı basar: “Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!”[23]
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı bu olay, Doğu Karadeniz’de yaşı 70’in üzerinde olanların rahatlıkla hatırladığı hatta yaşadığı 1940’larda İsmet Paşa devri denilen CHP’nin Tek Parti-Şef’lik döneminde yasaklanan Kur’an eğitimi ve öğretiminin, aradan 70 yıl geçse de Doğu Karadeniz insanında bıraktığı derin izlerin halâ unutulmadığını, tarihî hafızanın Karadeniz kadınında ne kadar güçlü olduğunu da ortaya koyuyor.
Türkülerde Yaşayan Acılar
“Yanmiş yureklerum var!”
Türküler, Doğu Karadeniz insanının hayatını manalı bir öz halinde döktüğü bir söz atlasıdır/harmanıdır. Bu harmanda Fadime’nin de sevinçleri olduğu gibi dertleri de (derîn elemlerini sadece yüreğiyle paylaşır) içli, hüzünlü türkilerde yer alır. Dili kalbine ne kadar tercüman olabilirse hüzünlerini de o oranda dile döker.
Atun peni ateşe
Çayir çayir yanayim
Bu kadar acilara
Pen nasi tayanayim.
Bu dertlerin, daha doğrusu dertlerin hasrete dönüştüğü melâl yüklü mısralarda Fadime öncelikle gurbeti terennüm eder.
Küzel çicek açarsun
E karaymiş ağaci
Elûm bilürum hakdur
Lâkin kurbet çok aci
Kurbet hasretluğilân
Keçer benum künlerum
Yarumun hasretilân
Hem ağlar, hem inlerum
Otur e yarum otur
Odun iskemlisine
Yureğumun derdini
Teyemem hepisine
Gurbetin bir de Alamanyası vardır ki ona can dayanmaz; ancak Fadime’nin tahammülü kaldırabilir onu. 1960’lı yıllarda bütün Anadolu’da başlayan Alamanya gurbeti Doğu Karadeniz’de de yoğun olarak yaşanır. Bu Alamanya gurbeti diğer gurbetlerden daha elemlidir. Doğu Karadeniz insanı onu da mısralara/türkilere döker:
Almanya kemileri
Pir ileri pir keri
Körolsun Alamanya
Ağlatti kelinleri
Evet…. Fadime hüzünlüdür, gözü yaşlıdır ama kimse göremez, hissedemez ağlamasını… Kimbilir, nice sabahı bir türlü gelmez gecelerde içine akıttığı gözyaşları mıdır onu adeta çelikten bir tahammül kadını yapan ? Su verildikçe çelikleşen bir demir gibi, gözyaşıyla çelikleşen bir irade ve tahammül...
Söylediği türkülere tüm acılarını yüklediği gibi, Seferpirluk denilen birinci dünya savaşı yıllarında askere gidip yıllarca dönmeyen, en acısı da hayatı ve mematı meçhul [24] olan babasına, kocasına, amcasına, dayısına, hatta tüm gidenlere öyle bir türki-ağıt’ı vardır ki, yürek parçalar:
Karadeniz ustine,
Urusun kemileri
Sevkettun uşaklari,
Ağlattun kelinleri.
Maddî hayat şartları onun için aşılamayacak, üstesinden gelinemeyecek meseleler değildir. Ancak; kocasını, babasını, evlâtlarını, yakınlarını kaybetmenin verdiği yalnızlık ve yurek yangunlarinın onu hayata küstürdüğü de olur[25]:
Karadeniz ustine
Kördun mi yapilari
Ne anam var ne bobam
Kitledum kapilari!
Fadime’nin türkileri neşe, eğlence kaynaklı değil, hasret kaynaklıdır. Of-Çaykara dilinde hasretin bir karşılığı da meraktır.
Elûrsam mezarumi
Yolun ustine kazun
Maşatumun ustine
Meraktan eldi yazun.
İfteri keseceğum
Kuruyiler kuraktan
Penum türki temeğum
Meraktandur meraktan.
Çocukları için herşeyi göze alır. Hatta, evinin direği hayat yoldaşı kocasının üzerine kuma keturmesine bile razı olur. Ancak bu konuda öyle yurek yanguni vardır ki onu dil-kelimeler ne kadar anlatabilir ki?
İşte yaşanan bir olay:
Evli ve çoluk-çocuk sahibi Bayburt’ta da arazisi olan Ahmet Usta Bayburt’ta İspir’li bir ailenin kızını beğenir ve orada evlenir. Evlenmesinin köyde duyulması üzerine köydeki hanımı hadiseyi köyün eyi testan tüzen kadınlarından birisine anlatır. Acı ve sitem dolu türki/testan şöyledir[26]:
“Ey gidi Ahmet Usta, Nasi ayrilduk nasi (nasıl)
Peş teğermen çevirur közlerumun tamlasi
Koptum da keluyidum, kırk sahat var arasi,
Kene vardum tağlara, pulunmaz yer karasi.
Yakışurmiydi sağa, İspir’un farfarasi?
Pize da kelin yolla, rahat etsun purasi.
Orda ortin topraktan, keremittur purasi
Purda kalayli kazan, küveçten toldur tasi
Çok ah edeyi sağa, çecuklerun anasi.
Ey kidi Ahmet Usta, kar yağdi çikti tize
Poyle kara haberi nasi yollardun pize?
Kökten tuşse yuldurum, vursa siz ikinuze
Yekûn Payburt şeheri tükürdi yuzunuze.
Piz da evleneceğuk künahi kellenuze ”
İrğatluklar
“Forotiko işlerduk, tokurduk. Yetuşturemezduk, çalişurduk çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk.
Ey kidi.. Künuz tarlaya, kice da işlemeğe, tokumağa… Tola ederduk uç kûn uç kice. Sora hepisi kalkti..”
Doğu Karadeniz kadınının meşakkatli yaşamında irğatlukların ayrı bir önemi ve yeri vardır. Coğrafi şartların doğurduğu ve kendiliğinden, gönüllü bir köyiçi dayanışma ve yardımlaşma sistemi olan Irgatlık (İrğatluk); hiçbir karşılık beklenmeden toplu ve bedenî bir çalışmadır. İrğatluk, sadece kadınlara mahsustur.
Bir prototip olarak Çaykara/Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyündeki irğatluklardan örnek verelim:
İrğatluk çeşitleri şunlardır:
Toprak Taşıma İrğatluği: Köyün arazisinin oldukça dik olmasından dolayı tarlaların toprakları sürekli aşağıya doğru kayar. Toprağı tekrar tarlaya sermek gerekir. Bu iş oldukça zahmetli olduğundan irğatluk yapılır. Çalışma gece de sürer. Toprak sepetlerle taşınır. Bazen erkekler de yardım eder ve kürekleme yani sepete doldurma yapar, kadınlar sepeti sırtlarında taşıyıp tarlanın üst taraflarına sererler.
Odun İrğatluği: Mezerelerden ve Devor (Kasalak dağının en yüksek tepesi)’dan köye taşınması gereken odunlar için Odun İrğatluği düzenlenir. Odunları kadınlar sırtlarında taşırlar.
Kiremit taşıma irğatluği: Araba yollarının henüz köye ulaşmadığı zamanlarda, yeni yapılan evlerin çatısı için yapılan keremit irğatluği için Kondu’dan (Dernekpazarı) köye kiremit taşınırdı. Kadınların sırtlarında taşıdıkları kiremitler üstü örtülecek eve kadar çıkarılırdı.
Tarla Belleme ve kazma irğatluği: Tarlaların zamanında/mevsiminde bellenmesi ve kazılması için, tarlasını belleyip kazma işini yetiştiremeyeceğinden endişe edenler bu irğatluği yapar.
Ahpin (gübre) taşima irğatluği: Evin yanında biriken hayvan gübrelerini tarlaya sermek için yapılan irğatluktır.
Ağaç taşıma irğatluği: Ev yapanlara ormanlardan ağaç getirmek için yapılan irğatluktır.
Mısır soyma irğatluği: Mısırlar biçildikten sonra eve getirilir. Koçanından ayrılmak üzere yapılan irğatluklardandır.
Funduk çikarma irğatluği: Gece çalışılarak fındıkları futuşlarından (yeşil kabuklarından) çıkarmak için yapılan irğatluktır.
Yardıma ihtiyaç duyan hane sahibi komşuları İrğatluğa çağırır. Herkes irğatluğun şekline göre çapasını, sepetini, ipini, orağını veya ilgili aletlerini alır gider.
Dinlenme ve yemek aralarında birlikte türkü söylenir, horom edilir. Karşılıklı türkü atılır. İş bittikten sonra da horoma devam edilir.
İrğatluklarda söylenen türküler, yapılan horomların yaşam içerisinde ayrı bir tadı, yeri vardır.
Yemek ve nemaz zamanı geldiğinde topluluk halinde yemek yenir, münferiden nemaz kılınır.
Yaylalarda da irğatluk yapılır. Yayla irğatluklarının da yükü kadınların sırtındadır.
“…Yaylaya da irğatluk yapardiler, eskiden. Evun ortisi içun hartoma alacasun, taş taşiyacasun, ev yapacasun. Kedururdiler da hoş irğatluğa yemek vermezdiler. Sirtlan kideyi herşey. Kimse kimsenun evine yemezdi. Yayladur uzaktur. Acirdiler yedurmezdiler adami. Kiderdun Alisinoz’dan kedururdun oğa pi yuk hartoma kelurdun prakardun tönerdun ikeri. Keturenler acirdi ev sahibini. Oyle yardimlaşmalar varidi…”[27]
Bir Büyük Felâket: Seller Senesi
Of-Çaykara boğazında Seller Senesi olarak isimlendirilen ve “pen keller senesinde toğdum.. Seller senesine …. yaşina idum..” şeklinde tarih düşülen 1929 yılı ve destanlara konu olan Sel felâketinde de çekilenlerden büyük pay sahibidir Doğu Karadeniz/Trabzon kadını. İşte o günleri çocuk yaşlarda yaşayan, 75 yaşında müthiş bir hafıza ile hatırlayarak anlatan Fadime Düzenli’nin ağzından sel felâketi[28]:
“Seller senesine ben tört yaşina idum. Hoş hep bilurum olari. O karşiya Alûstanun evinun yarisi pizum idi. Oraya tururduk. Bobam da kurbete idi. Ağabeyum Hasanbey sekiz, ben tört yaşina idum. Ayşe da iki yaşina idi. Huseyin körpe, yeni toğmiş idi. Yağdi yağdi yağdi. Pi da içeri tururkân. Evun pu tarafi idi pizum. Oraya oyle tururkân ocaktan aşağa su furladi. O pizum tarlalardan aşağa, oyle içerden.. Eeey kidi anam! Ne yapacağum tedi. Peşuği haboyle.. İki tane peke varidiraya. O ara toldi su. Peşuği çikardi pekenun ustine kitti o yana Zekeriya’nun evine. Kitti oraya tedi: Ey kidi evumuz sele kideyi ne yapacağum? Keldi aldi peşuği keturdi oraya. Pen da işte hiç peşinden ayrilmayirum. Ağlayirum ağlayirum. O sellerlân peşine kezeyirum.
Tört yaşinayum. Hoş hep pilurum olari sanki peğun idiler. Anam işte oyle taşiyir oyana puyana çecukleri. Soradan millet hep o Karali’nun evine toplandi. Yekûn mahle. Korkayiruk tomar pi yere toplanacağuk. Kaç kün yağardi kaç kün. Oyle çok yiri yağmayi ama hiç turmadan kaç kün yağdi. Orda.. Mustafa tayim varidi. Maçka’ya İzet’un pobasi. Halamun kocasi idi. Hau Maklesolara idi evleri o zaman. Keldi pakacak anam ne oldi, ne yapayi. Keldi tedi: Ey kidi hane Huriye? Tedi: Huriye hep eşyasini çikardi. Keldi tuşeklerini verdi onun omuzina. Mustafa tayimun. Piz da keluyiruk Karalinun evinden o kabandan oraya çattuk oni. Ey kidi sanki şindi idi. Tört yaşina idum da. Tediğa: Ey kidi Mustafa. E Huriye sen hep eşyani taşidun he mi?.. Seller nasi keluyi ustinden aşağa. Ey kidi o Karalinun saranderine pakarum her keçerum ordan. O sellerun çamurlarindan var oraya. Sel ustinden aşağa keluyi vuruyi sarandere. Tedi: Yok Mustafa hiç pişe almadum, çecukleri sade keturdum tedi. Sel da keluyi ustinden aşağa. O yataklari sayi köreyirum… Töndi anamun pi sanduği varidi, peyuk sanduk. Ne puluyisa toplayi koyi o sanduğa. Edecek oni yuk da alukidecek oni. Çecuğun yemeğini pile sokti o sanduğa. Toldurdini da ettini yuk. Kaldurdi oni anam. O altina su vardu şindi. Haci’nun ordan akayi o ara. Hendek.
Eeey kidi o nasi keluyi ustinden aşağa. Keçilmez ordan. O sanduklan yanaşti oraya köya keçecek ordan. Mekere sel aldi kittini. Sanduk arkasina aldi kittini. O Mustafa tayimi. O tarla pitün sel oldi o habu Hacinun tarlasi, şindi orayadu. O orta yere hele uzdi kitti. Haboyle hiç tarla temesun oğa oyle pi çirkin pişe kideyi. Kan kideyi. Ey kidi tünya. Köreyiruk oni. Sanduk altina pazkeren. Kendi çikayi sanduğun ustine. Oyle kiderkan da omuzlarindan kene çikmadi sanduk. Haber verdiler.. Erkişiler hep hau Tursunpey’un evine idiler Haci Kuti’nun. Ordan yurudiler. Pasamayiler yerlere, tarlalara pasamayiler. Pakayiler. Pişe yaptiler o aşağa o kayanun toğrisina kesturdiler oni. Oraya pişe yaptiler aldiler oni. Sanduği da aldiler. Ama sanduğun kapaği yarildi. Piz çecuğuk işte. Çecuk akli. Kurdiler pize sofra oraya. Yeyiduk hep mahalle çecukleri. Ordan kedurdiler oni oraya. Kedurdiler oni hep çamur. Aldile yikadiler oni. Taha pişe alamaduk evden hiç.
Kittuk Hacalinun evine kedurdi pizi anam. Oraya pi parça verdu o puyanki tarafa peyuk pi armut varidiraya izumli armut. Ordan millet o pahçeden pakayiler nasi ev yikiluyi. Çokme çokti. O evumuz çokerkân habu halev da akti. Halev akmamiş idi. Şamatadan tünya yikiluyi. Eeey kidi millet ağlayi ağlayi ağlayi. Selevat veruyi. Ey kidi kimi suman kucaklarina çiktiler ustine kıranlara. Neyisa… Orda evumuz çokti. Herhali o akşam oraya yattuk, penepileyim. Sabahtan hava pira uydi da pi merakli küneş vurdi. Habu tağlara olur ya Oyle pi solkun küneş vurdi.
Eee evumuz çokti. Pobam kurbete. Ne yapacağuk. Habu Mavranli’nun evi anamun emicesinun evi iti. Enduk oraya. Endurdi pizi oraya anam. Oraya herhalda pi hafta turduk. Yol da yok kidecesun oraya. Yaya yollar da işlemeyi. Oyle ordan pudran, ordan purdan anam arkasina taşidi pizi Hacoğun Alinun evine. Orda pi hafta turduk. Pi hafta da Hacoğun Alinun evine turduk. Niçun da oyle kideyiruk penepileyim. Herhali saklamayiler mi pizi. Herkes oyledu çunki. Soradan keçtuk Hacoğun Huseyin’un evine oyana. Pobama da haber kitti, evun yikildi. Köye çecukler hep sele kitti. Oyle pobam ağlaya ağlaya uzak pi memleketlerden keluyi. Pobam, kelurkân hep terenun kıylarini pakardum tedi , çecuklerumden oyle çansuz pulacağum mi pi yere.
Yatayiruk pi akşamdan sora. Anam yatturdi çecukleri da. Pen yatmazdum penepileyim anamlan turacağidum. Piri keldi vurdi kapiya. Kapiyi kitti açtiler. Habu Tursunbey keldi pağirdi açun kapiyi. Meker pobam onilandu. Açti kapiyi keldi kirdi içeri pobam. Eyidi rahmetli. Ey kidi teli oldi. Hep çecukleri kaldurdi uyandurdi. Tuşundi kittiler sele. Kaldurdilari. O zaman Hasanpey pir, pen iki, Ayşe uç yaşina, Huseyin da peşuğe işte. Piraz turduk. Ordan pobam keldi, kirdi içeri. Sora çiktuk Kasalaha. Kasalahlara kene pişe olmadi. Hanki ay idi. İşte pu aylar idi. Kirez ayi. Çünkü tarlalar pilüyirum haoyle rokostel kibi körinurdi. Oyle işler çok oldi pize işte ne pileyim. Sora enduk haburaya.
Neler çektuk neler neler. ”
Seller senesinde 4 yaşındaki bir çocuğun gözünde o yılların trajedisi dehşet bir şekilde fakat müthiş bir doğallıkla böyledir işte.
Tesbitler, değinmeler…
Doğu Karadeniz kadınını diğer Anadolu kadınlarından ayıran en önemli özellik: O baklava, börek, bazlama açmaz, açamaz. Emek yoğun hayatında yemek için yaşamaz, yaşamak için yer. Çünkü fırsatı yoktur. Toprağı işleyecektir, ahırdaki sığırları sağacaktır, yedirecektir, çocuğunu emzirecektir, evini temizleyecektir.
En önemlisi; kapalı bir ekonomi olan ve yağ, gaz, tuz dışında her şeyi kendisi üretip-tüketen Doğu Karadeniz insanının hayatında sadece kadınların dokuduğu iç çamaşarı olan forotiko tokumak, akşam eve yorgun argın gelen ve ev işlerini bitirdikten sonra başlayan bir gece işçiliği idi. Her evde bulunan forotiko tezgâhında geçen meşakkatli saatler Fadimenin günlük hayatının 24 saatinde de çalıştığının bir başka örneğidir.
“..Eskiden forotiko işlerduk, tokurduk.Pi sanduğum varidi, toli idi ketan. Yetuşturemezdum, çalişurdum çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk. Ey kidi.. Künuz tarlaya. Heyvanundur, işundur, tarlandur, pağun pahçendur. Forotikoyi ne zaman yapacasun. İşlemeği da kice, tokumaği da kice... Tola etertuk uç kün uç kice. Sora hepisi kalkti.. Şindi kendir yasaktur, o zaman oyle pi şey yok idi. Pen hacan kendiri koparmağa kiderdum, paşuma pişe pağlamasam tutardi peni. Kendirun yanindan keçerkan paşum ağirurdi...” [29]
Peki ya çamaşır yıkama? O da ayrı bir meşakkati ve seremoniyi gerektirir. Tola denilen toplu çamaşır yıkamayı Hanife Düzenli ile Fatma Düzenli birlikte anlatıyor:[30]
“..Çamaşurlarun kirlendi mi yiğarduk olari. Soradan islatursun, tumis etersun, pira sizdurursun olari..3 ayakli tola sepeti yaparduk. Oraya tüzerduk. Korsun olari sepete. Karalari en tibine koyarduk. Pi sayvan da yaparsun korsun oraya kül. Sepetun uzerine serilen forotikodan pez, sayvan serersun. Uzerine odun küli koyarsun. Pi tekneye kurarsun oni. Teknenun içine koyacasun oni. Ağaç teknesi. Kükümi haşlayacasun 2-3 tane tökecesun oraya. Ustinden sizecek da tekneye su olacak. O teknedeki sudan alu koyacasun küküme, ondan sora ondan tökecesun oraya. Taha eyi olur. Bir iki sahat tökersun. Ondan sora o sayvani alup kidup tökersun tarlanun paşina. Sepeti da aluyisun arkana. O akar piraz. Nemazgah tedukleri siğir postini alursun pellerune. Sepeti da alursun arkana kidersun irmağun kenarina. Ey kidi olar neso reyhalar. Oraya da elune pi odundan tokmak. Eğer tokmağun var isa tokmaklan vurursun oğa. Tokmağun yoğisa toplarsun kalduru vurursun oni taşa.Ayaklarunlan çiğnarsun, yikarsun irmağa kedurursun eve. Pi reyha, koku olurdi olara. Temiz, yemuşak olurdi olar.”
Evin ekmek ihtiyacı için mısırların öğütülmesi gerekir. Bunun için de meşakkatli bir yolculuk olan değirmene gidiş gereklidir. Fadime gece yarısı gün ışımadan alır arkasına bir çuval mısırı düşer değirmen yollarına.
Fatma Düzenli anlatıyor[31]:
Sabah çok erken birisi çuvalini alurdi sirtina. Peni başka pirisi keçup ta penden oğine oğutmesun, evvela pen oğuteyim, nebeti alayim diye erken kelurdi teğermene. Puna çok tikkat edilurdi. Misir keturulurdi. Erken kelen pakar teğermen poşta turuyi. Avara turuyi. Haman İlk kelen sevinurdi. Misirini tokerdi hau sakonara. Sakonar tolardi. Ondan sora pir çuval oğuturdi. Aşaga yokari 20-30 takkada pi çuvali pu teğermen atardi. Çok ta küzel oğutur, küzel un yapar. Sora peşinden birkaç kişi taha kelur. Onlar da peklerler, artuk o çuval pitecek, oteki oğutecek. 3-4 kişi olurler. Peklerler, 3 saat, 4 saat otururler. Sira kelecek oğutecek. Ondan sora pakar, taha paşka kalabaluk kelursa çuvalini asar. Kadınlar kedurur. Kelurler otururldr. İcabinda yari kiceye kadar oğuturduk. Saat 12-1 olurdi. Oğuteceğuk illa, paşka çaresi yok. Araba yoli yok, paşka teğermene kidemesun. Purda kice oğuturkan hau taş pir anda bi turma yapar. Ola bu töneyi suratli. Pi pakarsun pir ande teğermen turdi. Pu çoğisunun paşina keldi. Onlar terdiler ki, pu teğermenun alttaki çarkini periler tutayi, turturuyiler oni. Çinler.. Pu terelere da çok cinler olurdi. Tam çin yataği. Işik yok, zil karanluği, isuz, sessuz. Teğermeni olar oyle turdururdiler. Sora oğutme piterdi, alırduk arkamuza un çuvalini da köye tönerduk.”
Görüldüğü gibi Doğu Karadeniz kadınının anahtar kavramı çalışmaktır. Daha doğrusu temel işlevi çalışmaktır. Öyle ki; kızlar evlilik çağına geldiğinde kendilerini istemeye gelen ailelerin onda ilk aradıkları şart, yani kız seçimi’nde ana etken “eyi çalişur mi?” ve “ehlakli midur?” idi. Bu tür eyi kizlar görerek veya tavsiye üzerine pakilur, istemeye karar verilirdi.
Rafet Düzenli, eski zamanlarda kız bakmaya gidenlerin bazı hassasiyetlerine işaret ediyor:
“Eskiden kız bakmaya gittikleri kapılarının önüne bakardiler. Avlular süpürülmüş mü, temiz mi diye.. Bir de fener ve lambanın camına dikkat edilirdi, temizlenmiş mi.. Onlar temiz değilse o evden kız almazlardı.”[32]
Gündüz ev işleri, ahır işleri, tarla işleri, çayır kesme, mevsim özelliğine göre fındık ve çay toplama, gece forotiko dokuma, hem gece hem gündüz çocukların bakımı, vs. vs. … İnsan gücünü aşan bu olağanüstü meşakkatlere katlanabilmek ve üstesinden gelebilmek ancak Fadime’nin harcıdır.
Sonuç olarak..
Son cümle olarak şunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır: Coğrafyasının muhteşem tablosundaki doğal duruşuyla, Doğu Karadeniz kadını yâni Fadime, destansı bir şahsiyettir. Efsanelerdeki kahramanların simgeselliği neyse Fadime de Doğu Karadeniz’de odur, yaşayan bir simgesel gerçekliktir.
Yukarıda kesitler halinde Doğu Karadeniz Kadınının/Fadime’nin içsel gerçekliğinden, meşakkatli hayatından aktardığım tablolar onun nasıl bir derinlik ve meşakkat sembolü olduğunu gösteriyor sanıyorum.
Karadeniz erkek tiplemesinde Temel’in indirgendiği ve büründürüldüğü basit ironi şablonuna asla indirgenmeyecek ve büründürülmeyecek olan Fadime tiplemesi ile ilgili her türlü saptırma ve klonlama/kopyalamadan arınmış eserler için, tüm Doğu Karadeniz, özellikle de Trabzon coğrafyası son örneklerini yitirmek üzeredir. Çünkü sonraki kuşaklara aktarılmayan, kayda geçirilmeyen hayatlar tarihin şahitlik edemeyeceği hazinelerdir ancak bu hazineden istifade mümkün olmayacaktır.
Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un erkek olarak Temel tiplemesinden sonra kadınlığın sembolü olarak Fadime tiplemesi kültür tarihçilerinin, romancıların, hikayecilerin, antropologların, sosyologların, psikologların ilgisini beklemektedir.
Bu yazdıklarımla “Fadime Kimdir?”e kısmî de olsa cevap verebildik mi bilmiyorum ama, yazdıklarımdan yola çıkarak “Kim Fadimedir?”e cevap vermek biraz cesaret ister herhalde.
Üstad Necip Fazıl’la başladık, gene Üstad Necip Fazıl’ın Çile’sinin “Kadın” bölümündeki “Bekleyen” şiirini giderek kaybolmaya başlayan Doğu Karadeniz’in Fadime’sine ithaf ederek yazımızı bitirelim:
“Ölürsün… Kapanır yollar geriye
Ben mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz hayale işaret diye,
Toprağında bir taş olur, beklerim.”
Biz de Karadeniz toprağında ruhuyla, manasıyla kimliğine/kişiliğine/orijinalitesine yabancılaşmayan, ruh iklimini kaybetmeyen yeni Fadime’leri beklemeyelim mi?
Trabzon, ismiyle bütünleşmiş daha nice ‘Fadime’ler çıkaracaktır, göreceğiz.
* Araştırmacı-Yazar.
[1] Horom: Çayırların biçildikten sonra bağlanarak küçük deste, demet veya balya haline getirilmesi.
[2] Necip Fazıl, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1984 s. 183. Necip Fazıl’ın Deniz isimli hikâyesini bana hatırlatan kadîm dostum Dr. Ulvi Saran’a teşekkür ederim.
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1975, s. 161.
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Aynadaki Yalan, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1980, s.124.
[5] Ehl-i Beyt; Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181)
[6] İsmiyle müsemma: ‘adı gibi olan insan’, ‘ismi ile kendisi bütünleşmiş’, ‘isminin anlamıyla şahsiyet kazanmış’ demektir.
[7] Necip Fazıl 1967 yılında Trabzon’da verdiği konferanstan sonra Rize’ye gidişini şöyle anlatıyor: “Trabzon’dan Rize’ye iyi bir yol üzerinde 1 saatlik zaman süresi yeterken biz 3 saatte vardık. Sebep Sürmene’ye kadar yolun mücella bir kayış gibi düzgün olmasına karşılık, ondan öteye birbirine eklenmiş ve birçok yerinden düğümlenmiş bir ipe dönmesiydi. Arada bir arabalardan iniyor, otomobillere çukurları aşması için atlara mahsus marifetler yaptırıyor, sonra tekrar yerlerimizi alarak devam ediyorduk. Bazı yerlerde de mola verdiğimiz oluyordu.Karadeniz kıyılarının baş hususiliği açık denizi insan ruhuna doldurduğu sonsuzluk duygusu... Ona cephe verdiğimiz zaman arkanızdaki karayı unutuyorsunuz ve göz alabildiğine bir devam sathi üzerinde yapayalnız ve yeryüzü alaka ve nispetlerinden uzak kalıyorsunuz. Trabzon-Rize yolunda, sahil boyunca ağaç, yeşillik ve köy güzellikleri de fevkalade...Sürmene’den öteye sık sık kavisleşen, en keskin virajlarla yılankavi rakseden yolda, güneş bir bakır tepsi deniz ufkuna yaslanınca İyidere isimli bir nahiye merkezine vardık. (Necip Fazıl Kısakürek, 1001 Çerçeve 5, Toker Yayınları , İstanbul, 1969, s. 101)
[8] Ali Kemal Saran (74)’ın henüz yayınlanmamış, bir taşra müftüsünün medrese öğrenciliği, köy hayatı ve görev hatıralarını anlatan Omuzunda Hemence isimli kitabından.
[9] Maşrapa
[10] Komat: Plâki dediğimiz oyuk bir taşta, üzerine kızgın ateş koru ve sıcak kül konup saçla örtülerek pişirilen mısır ekmeğinin bir dilimi.
[11] Mekik
[12] Ali Kemal Saran, a.g.e.
[13] 1940-1947 yılları arası. İkinci dünya savaşının yaşandığı, İsmet İnönü dönemi.
[14] Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyünde Yusuf Düzenli (1911-2005) ile 15.8.2001 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[15] Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[16] Tahminen 30-35 km. Gidiş ve dönüş olarak toplam 70 km.lik yol.
[17] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[18] Ayşe Öztürk (75)’le 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen köyü Zahameya (Kirazlık) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[19] Havva Düzenli (1921-2007) ile 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[20] Karadeniz kadınının gerçek hayatını küçük bir karede çerçeveleyen bu olayı bana aktaran kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’a teşekkür ediyorum.
[21] İslâm Hukuku’nda abdest ve gusül için gerekli olan suların niteliğiyle ilgili Hukuk ve İlmihal kitaplarında “Sular ve Hükümleri” başlığı altında oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanan su çeşitleri. Bu sulardan ma-i müstamel, kullanılmış su demektir.
[22] Kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la 9.5.2007 günü Ankara’da yaptığımız sohbetten.
[23] Zaman Gazetesi, 27.7.2006, http://www.onsayfa.com/forum/119366-post1.html - www.buyukforumportal.com/archive/
[24] Birinci Dünya Savaşı’nda 1. dünya savaşına ait Milli Savunma Bakanlığı Arşivlerinin Of kayıtlarında, cepheye gidip de öldüğü veya sağ olduğu tesbit edilemeyenlere ilişkin “hayat ve mematı meçhul:Sağ mı ölü mü belli değil” kaydı düşülmüştür. Örnek: “Abdioğullarından Ali oğlu Hamdi, Visir, 1311. Askerde, hayat ve mematı meçhul..”
[25] Dernekpazarı/Visir(Gülen) köyü İfteriyon Mahallesi’nde Huriye D.’nin 1955 yılında, uzun süren hastalığı sırasında söylediği mısralardan.
[26] Destanı babaannesi Tenzile Saral’dan nakleden Fatma Düzenli (1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen (Visir) köyü İfteriyon mahallesinde 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetimizden.
[27] Hanife Düzenli (70) ile 15 Ağustos 2001 tarihli sohbetimizden.
[28] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[29] Fatma Düzenli (85) ile 14 Temmuz 2001 tarihinde Bursa/İnegöl’de yaptığımız sohbetten.
[30] Hanife Düzenli (72) ve Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[31] Fatma Düzenli(1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen Köyü’nde 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[32] Rafet Düzenli ile 10 Haziran 2002 günü Dernekpazarı/Gülen (Visir) Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten..
Doğu Karadeniz örneğinde
ATEŞİN YAKMADIĞI KADIN: FADİME
YAHYA DÜZENLİ*
“Trabzon’da, oranın iç ve has madeni olarak öyle som ve berrak bir halkaya rastladım ki, su yatağında cilâlı taş ararken elmas bulmuşçasına şaşırdım. Trabzon’da, yanaklarımın üzerinden geçen dudaklar yüzümü yaraladı ve bana oradan beklediğim ve umduğumun çok fazlasını verdi.”
Necip Fazıl (1001 Çerçeve)
“..kılarduk yatsi nemazini, kice yarilarina kadar forotiko tokurduk. Sora da yatarduk. Sabah olurdi, kalkarduk. Kılarduk nemazi, yemeğumuzi yerduk, hayde çayir kesmeğe. Oniki horomdan[1] bir yuk arkama, çecuk kucağuma alurdum köye kelurdum. 50-60 kilo yukum olurdi...”
Ayazoğulları’ndan Hanife D. (72)
Necip Fazıl’ın ünlü Deniz[2] isimli hikâyesi, “Karadeniz’in sahil köylerinden birinde, etrafını çılgın dalgaların dolandığı bir kaya üzerinde, saçları vantilâtöre takılı kâğıt şeritler gibi uçan genç bir kadın”ın denize doğru “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz! Ne yaptın küçüğümü? Erimi neyledin?” diye başlar. Bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, Necip Fazıl gibi bir büyük şair/edebiyat adamının dikkatini çekmiş ve onu hikâyesinin kahramanı yapacak kadar etkilemiştir. Necip Fazıl’ın bu hikâyesi Doğu Karadeniz kadınındaki içliliğin, hüznün, elemin, yürek yangınının edebiyatımıza yansımış en önemli örneklerinden birisidir.
Necip Fazıl’ın 1934 yılında Trabzon’dayken yazdığı Bu Yağmur adlı şiirinden 33 yıl sonra kaleme aldığı Deniz isimli hikâyesinin hem mekânı hem de kahramanı/öznesi Doğu Karadeniz’dedir. Öyle bir özne ki, Doğu Karadeniz’in yalçın coğrafyasında, her şeyin ‘insan emeği’ne bağlı olduğu günlük hayat şartlarının çetinliği içerisinde, yaşadığı coğrafya üzerindeki hayatın yükünü büyük ölçüde üstlenen/taşıyan fakat bu ağırlık altında içsel gerçekliği ilk anda görünmeyen Karadeniz kadınının derinliğini ortaya koyan bir gizli özne...
Bu yazımıza, şairin Deniz isimli hikâyesinden bir alıntıyla başlamamız, hikâyeye konu Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin Necip Fazıl gibi bir edebiyat devinde karşılığını bulmasının oldukça anlamlı olmasındandır. Necip Fazıl bu hikâyesinde bugüne kadar hiçbir edebî esere konu olmayan Doğu Karadeniz’in vefa ve cefa sembolü kadınını öyle bir derinden kavrar, yakalar ve resmeder ki, onun dilinde bu kadın âdeta efsanevî bir varlığa dönüşür. Bu abartılı bir anlatım değil, Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin bir edebiyat adamının/hikâyecinin kaleminden tasviridir.
Necip Fazıl’ın Karadeniz kadınını en derin ruh damarından yakalayan hikâyesinin bugüne kadar Karadeniz kültür tarihçilerince fark edilmemesi/bilinmemesi (eğer bir kasıt yoksa) vahîm bir gözden kaçırmadır/atlamadır.
Kadın; her büyük şair/düşünür gibi Necip Fazıl’da da önemli bir semboldür ve meseledir. Çözülmesi gereken bir yumak, kendi kendisini aşan bir manaya işaret eden vasıtadır. Necip Fazıl başta Çile isimli şiir kitabının Kadın bölümündeki şiirleri olmak üzere diğer eserlerinde, özellikle de Aynadaki Yalan isimli romanında, kadını bütün ruhuyla ele alır. Bu yazımızın konusu Necip Fazıl’ın Deniz hikayesindeki Karadeniz kadınıyla sınırlı olduğundan sadece kadına ilişkin Necip Fazıl’ın temel düşüncelerinden birkaç detay vermekle yetineceğiz.
Kadını öyle derin ruh kanatlarından yakalar ki Necip Fazıl; “kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilafa düşürdüğü erkek.” tesbitini yapar ve kadını idealize eder: “Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin mukabili cinsiyete bürünmüş ulvi bir fikir...”[3] Sonunda şu soruyu sorar: “Hani o kadın?”[4]
İşte Necip Fazıl’ın kadına ilişkin “hani o kadın?” sorusuna Deniz hikâyesindeki Doğu Karadeniz kadınıyla (bütünüyle olmasa da) gene kendisinin cevap verdiğini düşünüyorum.
Kadına ilişkin bütün tanımlamalara, mana kuşatmalarına rağmen kadın, Necip Fazıl’da gene de müthiş bir fenomendir.
Hikâyede adı her ne kadar “Satılmış’ın Zeynep” de olsa ve Üstad’ın hikâyesinde Trabzon ağzıyla “erkişimi ne ettun?” yerine “erimi neyledin?” şeklinde yaşasa da aslında o “Huseyin’un veya Hemdi’nun veya Husni’nun Fadime”dir. Bu Fadime (Zeynep) denize doğru haykırmaya devam eder: “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz!”… Onu gören köylüler aralarında konuşur:
“-Köyün en güzel kızıydı Zeynep… Halâ öyle değil mi? Aklını bozduktan sonra değişti. Kocasının yelkenlisini açıklarda devirdikten sonra bu kayanın üzerinden 8 yaşındaki kızını da alıveren deniz onu çıldırttı.”
Fadime (Zeynep), kayanın üstünde çığlık koparır:
“-Kızlığımda, beni dört bucaktan istemeye gelenlere ‘ben denizin nişanlısıyım, kimseye varmam!’ derdim. Cilvemi doğruladın! Sana hainlik ederek aldığım kocamı boğduktan sonra kızımı da bu kayanın üstünden çekip götürüverdin! İşte seninle, karşı karşıya yapayalnız kaldık! Ne yapacaksan yap!”
“Hiç kimseye varmayan, herkesten kaçan Zeynep, yalnız denizle içli dışlıydı. Gündüzleri kıyıda bir taşın üstüne oturup ayaklarını suya sokarak, saatlerce kalır, kumlardaki cilalı taşlara dalardı. Geceleri de, Temmuz sıcağında, el ayak çekildikten sonra izbe bir köşe bulur, oradan denize girerdi. Kocası, onu, mehtaplı bir gecede, denizden çalıp kaçırdı. Yelkenlisine aldı götürdü. Evlendiler. Kız 17’sindeydi. 9 yıl geçti. Yazları hiç çıkmazdı tekneden… Nihayet 3 ay önce…”
Hikâyenin devamında Fadime (Zeynep) parmaklarıyla denizi avuçlamak isteyen bir hareket yapar:
“-Seni kızlığımdan beri, çivit gözlü, sinirli bir Karadeniz delikanlısına benzetiyorum! Kahpeliğini de sevgine vererek bağışlıyorum! Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”
Köylüler, uzaktan, bir kibrit çöpü gibi görünen Fadime (Zeynep)’nin birdenbire kaybolduğuna dikkat ettiler:
“- Ne o, kendisini suya mı attı?
- Belli değil; yoksa onu deniz mi aldı?
Necip Fazıl, hikâyesini şöyle bitirir:
“Fadime (Zeynep)’nin, tam o anda kayada patlayan bir dalganın içindeki iki kol tarafından mı çekildiği, yoksa kendi isteğiyle mi bu kollara atıldığı meçhul kaldı.”
Necip Fazıl’da iz bırakan, hikâye kahramanı olacak kadar derin ve içli, bir o kadar da denizin aldığı erkeğine tutkun, yavrusuna vurgun ve onların peşinden kendisini feda edecek, ölüme atacak kadar vefanın en uç örneğini sergileyen Karadeniz kadını…
Seslenir denize Zeynep: “Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”
Bir Doğu Karadeniz kadınının kalbinin derinliklerinden diline dökülen ne müthiş bir “tutku”nun ifadesidir bu?
Necip Fazıl bu hikayesinde Doğu Karadeniz Kadınının ruh röntgenini verirken, belki de kendi tasavvurundaki ideal kadından izleri Doğu Karadeniz kadınında görür. Çünkü Necip Fazıl’ın çeşitli eserlerinde konu ile alâkalı olarak ele aldığı kadın, bir ruh imajı olarak Deniz hikayesine de yansır.
Necip Fazıl’ın “Karadeniz sahil köylerinden birinde” diye başladığı bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, aslında halen Of’un veya Çaykara’nın veya Sürmene’nin, Vakfıkebir’in, Maçka’nın veya Tonya’nın bilmem hangi köyünde son örnekleriyle yaşayan Ayşe’dir, Reyhan’dır, Havva’dır, Hanife’dir, Şehriye’dir, Huriye’dir... Kitabımızın konusuna uygun bir ad koyalım: Fadime’dir..
Fadime... Doğu Karadeniz’in sembol kadını..
Edebiyatımızın önemli ismi Necip Fazıl’ı bile derinden etkileyen Doğu Karadeniz Kadının “ruh asilliği”nin kökünü (gene Necip Fazıl’ın deyimiyle) “derin ve ince Fatıma”da bulduğunu söyleyebiliriz.
Fadime adının tüm Doğu Karadeniz kadınlığının sembol ismi olarak öne çıkması oldukça anlamlıdır. Sıradan bir isimlendirme değildir Fadime. Bugün doğu karadenizde birçok klâsik ismin artık çocuklara konulmamasının yanında Fatma/Fadime ismi konulmakta, bu gelenek sürdürülmektedir. Bilindiği gibi, Fadime, Peygamberimizin sevgili kızı Fatıma’nın Karadeniz ağzında söyleniş biçimidir. O ki, Necip Fazıl’ın deyimiyle “Derin ve İnce Fâtıma”. “Fatm” Arapça’da kesmek manasına… Fâtıma; kendisi ve soyu cehennem ateşinden kesilmiş… Konumuz, etimoloji olmadığı için burada sadece tanımla yetiniyoruz. Doğu Karadeniz kadınlığının Fadime ismiyle öne çıkışı böyle bir derinlik ve inceliğin yansıması mıdır? Bilemiyorum, ancak bundan önemli derecede pay sahibi olduğu şüphesizdir. Veya Fadime adının bugün bile oldukça yaygın bir şekilde konulmasının sebebi acaba peygamber ve ehl-i beyt[5] sevgi ve saygısının derin ve ince saygının bir ifadesi midir? Şüphesiz...
Fadime; doğu karadenizde eski deyimle “ismiyle müsemma”[6] bir kadınlık örneği olarak yaşamını sürdürmektedir.
Konuyu isme bağlı etimolojik alanda yaygınlaştırmadan, Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un/Of’un/Çayka-ra’nın/Sürmene’nin/Vakfıkebir’in/Tonya’nın, vs. bir orman köyünde yaşayan Fadime’sini aktüel kesitler halinde anlamaya, anlamlandırmaya çalışalım.
Trabzon’un iç kısmındaki köylere bugün yol ve elektrik ulaşsa da coğrafî özelliğinden dolayı hayat şartları büyük ölçüde gene insan emeğine bağlıdır. Bu coğrafyada yaşayanların aşağıda anlatacağım kesitler halinde bizzat yaşadıklarını anlattıkları olaylara baktığımızda; 1930’lu yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanan 70 yıllık bir süreçte Doğu Karadeniz/Trabzon kadınının yüklendiği görevlerin ağırlığında pek bir değişikliğin olmadığı görülecektir. O; dün olduğu gibi bugün de, belki yarın da bu meşakkatli hayatı hiçbir şikayette bulunmadan, mistik bir eda içerisinde yaşamakta/yaşayacaktır.
Tıpkı Çin İmparatorunun Çin alfabesiyle ilgili “siz bu harfleri insanlarınıza nasıl öğretiyorsunuz?” sorusuna verdiği “benim halkım bu harfleri öğrenirken sabrı öğreniyor!” cevapta olduğu gibi Doğu Karadeniz’in coğrafi tabiatı, oldukça sert ve haşin şartları aslında Doğu Karadeniz insanına tahammülü, sabrı telkin eder. İnsanın ruh yatağında gizli sabırsızlığı, tahammülsüzlüğü kontrol altına almasını sağlar. İşte bu muhteşem tahammülü, müheykel (heykelleşmiş) sabrı Doğu Karadeniz kadınında görüyoruz. Bir diğer ifadeyle coğrafî şartlar Doğu Karadeniz erkeğine asabi, sert ve keskin yansımasına karşılık; Doğu Karadeniz kadınına bu şartlar sabır, munislik, mahcubiyet ve şefkat olarak yansır. Yani her iki yansıyış biçiminde de birbirinin simetriği halinde şartlarıyla bütünleşmiş Doğu Karadeniz insanı vardır.
“Toplayın eşyamı işim acele” mısrasını yazan Necip Fazıl gibi bir fikir ve şiir sabırsızını bile teskin edecek ve kendisini bu yönüyle sevdirecek[7] bir coğrafyaya sahiptir Doğu Karadeniz. İşte bu coğrafyanın emekçisidir, ustasıdır, terbiye edicisidir, Doğu Karadeniz kadını.. Coğrafyasından şikayet etmez, onunla savaşmaz, onu işlenmesi gereken, yaratıcının bir emaneti, bereket vesilesi görür ve şartların gereğini yapar.
Temel’in rasyonel bir espri malzemesi olmasının çok ötesinde Fadime; yaşayan, muhkem bir gerçekliktir. Öyle bir gerçeklik ki; doğduğu andan itibaren Doğu Karadeniz’deki günlük hayatın zor şartlarına intibak etme, o şartlarla mücadelesi başlar. “Doğduğu andan itibaren..” , çünkü anası erkenden ahırdaki sığırların bakımını yapmak, sonra da mevsim ihtiyaçlarına göre tarlada çalışmak üzere evden çıkmadan önce, O’nu emzirip beşiğe sıkı sıkıya sarıp-sarmalayıp, acıkıp ağladığında, beşiğin üzerinde ince bir bezin içerisine koyup ağzına doğru sarkıttığı kesme şekeri emmeye başlamasıyla, hayata adım atar. Anası da aynı süreçten geçmiştir, babaannesi de. Annesi, tarladaki çalışmaya “nemaz arasi” verip, biraz dinlenmek ve bu arada öğle yemeğini hem hazırlamak hem de evin ihtiyaçlarını karşılamak üzere eve geldiğinde günün ikinci doğal gıda ihtiyacını karşılar. Kendisi de evin sosyal ve ekonomik hayatına bizzat katkı yapana kadar bu beşik ve eviçi hayatı mütemadiyen devam eder.
Buna yaşanan bir örnek verelim. Çaykara’nın Hopşera (Akdoğan) Köyünden E. Müftü Ali Kemal Saran anlatıyor:
“ Eskiden, çalışma hayatı genellikle kadınlara dayalıydı. Yapılan iş bölümüne göre, ot biçmek, odun kesip yarmak ve kürekle toprak doldurmak erkeklere, hayvanların hizmetini yapmak, tarlaları kazıp, belleyerek ekime hazır hale getirmek, yük taşımak ve geriye kalan bütün işler ise kadınlara has görevler idi. Hatta hanımıyla yürürken yük taşıyan erkeklerin kılıbıklıkla itham edilerek ayıplandığı da olurdu. Üstelik hiç kimsenin böyle bir ayıplı geleneği sorgulamadığını bu gün şaşkınlıkla düşünürüm. Kadınlar yukarıda saydığım işlerin yanı sıra, bütün ahır ile ilgili işleri ve çocuk bakımını üstlenmiş durumdaydılar. Fakat buna rağmen, kadınlardan bu durumdan şikayet edenine rastlamadım. Yöremizin cefakâr ve çilekeş kadınları bu durumu her zaman tevekkülle kabullenmişler ve bir ibadet aşkıyla evlerinin, bahçelerinin, mezirelerin işlerini yapar ve bitip tükenmek nedir bilmeyen bir azim ve hırsla ödevlerini yerine getirirlerdi.
Bu duruma rağmen, kadınlar her zaman kocalarına saygılı olurlardı. Öyle ki, köyümüzde ve civar köylerde aşırı karı-koca kavgalarının, aile içi cinayetlerin ve kıskançlık yüzünden yapılan kavgaların olduğuna şahit olmadım.”[8]
Gene Ali Kemal Saran, 1940’ların kıtlık yıllarında babasını kaybetmiş (1941) yetim bir çocuk olarak annesi’nin ihtimamına ilişkin şunları anlatıyor:
“Annem bizleri 1940’ların kıtlık yıllarında büyütürken, büyük sıkıntılar çekmişti. O zamanlar şekerin kilosu karaborsa olarak ancak 25-30 kuruşa alınabiliyordu. Gaz, tuz, şeker, kaput bezi ve elbiselik kadın kumaşları ancak Sümerbank’tan ve karne karşılığı satın alınabilirdi. Buna rağmen, rahmetli annem kendi deyimi ile can-i haktan çalıştığı için ve herkes onu yevmiyeci olarak tutmak istediğinden hiç boş kalmıyor ve kazandığı ile bizi geçindirmeye çalışıyordu. Tabi ki bu arada 10-13 yaşlarında olan ablalarımın da ona yardım ettikleri olurdu. O sıralarda köyümüzde ihtiyaç karnesi vermeye memur olan kişi koşumuz olduğundan, en azından temel maddeler için ondan yeteri kadar karne alabiliyorduk. Genellikle tarla işlerinde annemi yevmiyeci tutan komşumuz, sonradan da öğretmenim olan Selim Yavuz’un ilgi ve yardımlarını annem dâima takdirle anardı. Halk Partisi döneminin en zor ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamanlarında bile annemiz bizi hiç aç bırakmamıştı. Akşamları bazen yemek yerine, ekmeksiz olarak çorba içer, ekmeğin yerine annemin bize verdiği birer meşrebe[9] fındıkla yetinir ve erkenden yatağa girerdik. O günlerde, benden birkaç yaş küçük olan ve sonradan ölen kız kardeşim Gülendam’ın: “ Anne bana büyük komat [10] ver !” diye yalvardığını duyar gibi olurum.”
Devam ediyor A. Kemal Saran:
“...Çocukluk günlerinde çoğu kez yalın-ayak gezer, bazen de sığır derisinden kestiğimiz çarıkları giyerdik. Üstümüzde para ile alacak elbisemiz olmadığından, genellikle rahmetli Annemin tarlada ektiği kendirden dövüp eğirerek el tezgâhında dokuduğu ketan bezinden elbise ve iş donu diker ve giyerdik. Rahmetli annem çok süratle dokur, elleri arasında gidip gelen makoçları [11] sayamazdık. Hâlâ o el tezgahının tarak cızırtıları kulaklarımdadır. Dokunan ketan kumaşları dola denilen bir sepet içine yerleştirilen torbaya konur, kazanda kaynatılan kül suyu defalarca üzerlerine dökülerek yıkanıp beyaz bir hale getirilir ve ondan don-gömlek ve iç çamaşırı dikilirdi. Rahmetli annemin bana diktiği, sağ ve sol paçalarının yan taraflarında dikey olarak kalın ve kırmızı çizgi ile süslediği pantolon türü iş donu ile arkadaşlarıma caka satardım. O pantolon benim çocukluğumda giyindiğim en güzel pantolon olmuştu. Kısacası rahmetli annemin sayesinde hemen hemen yetimlik çekmedim. Çünkü o benim hem annem hem de babamdı”[12]
Doğu Karadeniz kadınının çektiklerine canlı şahidin kaleminden bu satırlar oldukça anlamlıdır.
Günlük hayatın bütün yükü büyük ölçüde kadının omuzlarındadır. Ancak bu yük hiçbir zaman bir sitem sebebi, şikâyet sebebi olmaz. Çünkü çetin Karadeniz şartlarında yaşamanın/varoluşun gereğidir bu. Kıtlık seneleri olarak bilinen yıllarda[13] çekilen sıkıntılar, dertler, meşakkatlerde en ağır pay Fadime’nin üzerindedir. O yıllarda 15-20 sepeti sırtına alıp grup halinde komşu köyleri dolaşarak sepet verip mısır almaya çıkılır, hatta oldukça uzak olan Bayburt’a kadar yaya gidip sepet karşılığı buğday alındığını halâ anlatanlar vardır.[14]
Dertleri, sevinçleri türkülere döken Doğu Karadeniz insanının bu konuda da bir dörtlüğü vardır:
Visir sepetçileri
Sepet satar Paçan’a
Sepet para etmeyi
Külfet vurdi on çana
İşte bu külfetin yükü büyük oranda Fadime’nin sırtındadır.
Genç bir kız iken, Of’un o yüksek köylerinden biri olan Visi r(Gülen)’den Of/Eskipazar’a hamsi almaya gidişlerini Fadime Düzenli (Hemdi’nun Fadime 1925-2005) gençliğinde Of’a Hamsi almaya gidişlerini anlatıyor:
“Ey gidi Kışun Of’a kelurduk. Of’a hapsi pulamazduk da çikarduk Eskipazara. Ordan alurduk. 4 kofa pi kişi tutardi. Sepet ederdiler. Herkes sepetini hazirlardi. Ne havesluklân. Sepetlere, ikerlerine, altlarina haboyle puraya kadar tikerduk puzak postlari, uzerumuze vurmasunler teyine. Tikerduk olari. Hapsilari çiğ tökerduk sepete. Sepetun altina tamlardi tamlardi da o postlar tolardi. Yanlarduk, poşaturduk kene koparduk, yururduk. Alurduk kene yurume, yorilmiş köye kelurduk. Olar kulis olacak..Yiri olmazdiler. Kulis ederduk, yikarduk, sularini çikarurduk, korduk olari pi kufisaya, oraya pi kün pi kice sizerdiler. Ondan sora eyicesine tuzlarduk olari, pi yere pastururduk, taha pişe olmazdi olara. Ne tatli olurdiler. Keremite yaparduk. Tiklerduk olari ateşe karşu, olar kızarurdi, kızarurdi, kızarurdi... Sora da yerduk olari. Olara tat varidi.. Şindi habu hapsilardan pen pişe anlamam..”[15]
Gece yarısı evden çıkıp Of’a doğru patika yollardan kilometrelerce yolu yaya olarak yürüyüp aynı gün tekrar geri dönen Fadime’lerin çektiklerini düşünebiliyor musunuz[16]?
Hayvanların otlak ihtiyacının, evin yağ-peynir-süt ihtiyacının karşılanması için daha uygun ve verimli olan, yılın 4 ayının geçirildiği yaylaya gidiş ve dönüş de meşakkatlidir ama bir o kadar da zevklidir. Karadeniz kadını o meşakkat içerisinde kendi moralini de kendisi üretir. Fatma Düzenli anlatıyor :
“Sabaha iki, uç sahat kalarak koparduk köyden. Yurume kiderduk. Obamuz var idi pizum da. Kaynanam tururdi oraya. Akşama yakin Yaylaya kiderduk. Ne havesluklan kiderduk. Yukler arkamuza, sepetum ağır. İnekler oğumuze. Haykıra haykıra, türki teye teye. Pitun kari kuri. İnekleri pirleştururduk. Karilar oğinden, erkekler olarun peşine. Kiderduk Körneğe, Sultan Murata, Lemon Suyina. Eskiden oyle pi konak eterduk oraya. Erkişiler karilari alu yedururdiler. Şindi oyle pişe yok. Ama ne furtunalar da ederdi. Oyle furtunalar olurdi ki, halaz yağardi. Vururdi yuzumuze, siğirlarun yuzine. Pazen çanumuzi zor kurtarurduk. Yayladan tönişte da kar furtunalari olurdi. Furtunaya yakalanan zor kurtulurdi..”[17].
Bütün ev halkı ve hayvanlarla birlikte yılda üç kez yaşama/barınma mekânlarını değiştirmek/göçmek de Doğu Karadeniz insanının yaşamının bir gereğidir. Bu zaman dilimlerinin altı ayı köyde (Kasım-Aralık-Ocak-Şubat-Mart-Nisan) İki ayı (Eylül-Ekim) mezerede,Dört ayı da (Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos) yaylada geçer.
Yayla hayatı onun için köyünün vadiler arasına sıkışan coğrafyasından oldukça yukarda yemyeşil düzlükler ve masmavi gökyüzü arasında (yoğun çalışmaya devam etse de) birikmiş elektriğini vereceği, yorgunluğunu atacağı bir özlemdir. Kimileri için yayla zamanı ontolojik bir tutkudur:
Ayşe Öztürk (75) bu özlemi anlatıyor[18]:
“...Ben kız idum. Yaylaya kideyiruk. Köyden kalkduk, yaylaya kadar yurume, yukler arkamuza, neşeli kideyiruk. Ey kidi, piraz yorilurduk ama neşe var idi. Şindi hiçbişey yok. Şindi hacan yaylalar vurur akluma ağlarum. Şindi teyirum, senede pi sefer kiderum. Pen yaylaya toğdum, yaylaya peyudum. Evlenene kadar yaylaci idum. Çok merak ederum şindi. Yaylalar vurdi mi akluma kideceğum. Ne bileyim... “
Peki ya yayladan dönüş? O da meşakkati içerisinde ayrı bir neşeli yolculuktu.
Havva Düzenli anlatıyor[19]:
“Yaylaya Mayıs’ta çikarduk. Eniş da kış paşlarkân. Eylül’de. Kar paşladi mi yağmağa, enilecek ordan. O zaman yaylim da olmayi. Payirlar kuruyi. Oluyi yanmiş. O zaman yaylanun manasi kalmayi. Enerken da kene sabah ezani karanluk, siğirlar oğumuze çikarduk yola. Yol pitecek. Sabahtan akşama kadar yurumeklan yol piter. Piraz da tez kirersan yola tez kidersun. Lüküsleri yakarduk, karanluk çikarduk. Lazim olan eşyalari sirtlara aluyiduk, yağlari, peynirleri. O zaman araba yoli hiç yoğidi. Bi kaç tane ati olan, eşeği olan varidi. Pazilari kiralan verurlerdi olara. Siğirlari sure sure kelurduk mezerelere. Konaklarduk. Mezerelere taşinurdik. Mezerelere da aşaği yokari 2-3 ay kalurduk. Burda da çayirlari keserduk. Yaylimlar olurdi. Siğlar otlardi, olari da pittururdi. Kış tam pasturacaği zaman toğri köye tönerduk...”
Köyden yaylaya, yayladan mezereye, mezereden de tekrar köye taşınma, hayat devam ettiği sürece tekrarlanan eden bir deverandır. Köyde olduğu gibi yaylada ve mezerelerde de hayatın yükü gene kadının omzundadır. Çayır kesmek, hayvanların bakımını yapmak ve otlatmak, ev işleri, yağ-peynir yapmak, çocukların bakımı gibi temel görevler onun asla devredilemez, ertelenemez görevleridir.
Bu meşakkatli, cefa ile dolu hayat; Doğu Karadeniz’in yemyeşil vadilerinin yükseklerinde yaşanan öyle bir hayattır ki;
§ Çocuklukta babası gurbettedir,
§ Evlenir, gelin olur kocası gurbettedir,
§ Ana olur oğlu gurbettedir,
§ Nine olur torunu gurbettedir.
Böylece Fadime’nin hayatı tam bir gurbet hayatıdır. Gurbet onun için hayatın tabii bir parçasıdır, uzantısıdır, kaskatı/doğal bir gerçeğidir, gereğidir. Babası, kocası, oğlu, torunu fiilen gurbettedir ama onun yüreği devamlı gurbet yangınıyla doludur. Bu yangın ömür boyu devam eder fakat asla dile dökülmez, yakınma halini almaz, şikâyetçi olmaz. O; tevekkül sahibidir, bu yaşamı kaderinin bir gereğidir. Kader O’nun dilinde “yazi”dur. Bu kader öyle bir kaderdir ki, asla şartlara mahkûm olma değil, “Allah hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez!” ölçüsüne tam bir imanın gereği yaşanan hayattır.. Yani şartlar karşısında çaresizlikten kaynaklanan bir teslimiyet duygusu değil, ‘böyle yaşanması gerektiği için” yaşanan bir hayattır O’nun yaşadığı...
Yaylanun çumenine
Yaydum kuzilarumi
Allah’um boyle yazdi
Kara yazilarumi
Doğu Karadeniz’de doğan çocukların doğumlarından ölümlerine kadar
Bazıları sülâlelerine (Ayazun’un Hemit, Ayazun Huseyin Molameroğun Ferşat),
Bazıları babalarına (Hemdi’nun Osman, Mola Şabanun Husni, Yunus’un Şaban),
Bazıları dedelerine (Hacişerif’un Yusuf),
Nisbet edilerek tanımlanırken büyük çoğunluğu, doğum esnasında babası gurbette olduğu için, devamlı anasının yanında olmasından dolayı anasına nisbet edilerek tanımlanır, anılır. Huriye’nun Fadime, Ayşe’nun Osman, Heva’nun Salih... Burada sadece Doğu Karadenize özgü önemli bir yerel gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeklikten de anlaşılıyor ki; Doğu Karadeniz kadını aslında ev sahibidir, misafir olan evin erkişisidir.
İlginç değil mi? Ülkemizde ismi, anasına nisbet edilerek telaffuz edilen başka bir yöre var mı bilemiyorum. Bu Karadeniz’e özgü bir antropolojik/sosyolojik vakıa olsa gerek.
Evinin direği olan kocası gurbetteyken kocasına karşı sebatında, saygısında, vefasında, sevdasında asla değişme olmaz, yabancılaşma olmaz. Terkedilmişlik duygusuna kapılmaz. Aksine vefası, sebatı, sevdası daha da derinleşir, alevlenir ama asla bu alev dışa yansımaz. O; sırrına, sevdasına, vefasına yüreğini mahfaza yapmıştır. Bu üç mücevhere yüreğini kutu yapmıştır. Nasıl ki en kıymetli kadınlık malzemelerini, gelinlik eşyalarını, cehizlerini (çeyizlerini) o kestane kokulu sandığında muhafaza etmektedir; sevdasını da, vefasını da, cefasını da kalbinde muhafaza etmektedir.
Bu, kadınlığın da ötesinde müthiş bir insanî derinliktir. Tıpkı Fadime isminin kaynağı Hz. Fatıma gibi derin ve ince bir kadın şahsiyet..Çok mu mübalâğalı anlatıyoruz veya abartıyoruz Doğu Karadeniz’in kadınını? Veya Fadime’sini? Sanmıyorum. O, acılarını da sevinçlerini de içinde derinleştirdiği, dışına vurmadığı bir kadınlık sembolüdür.
Zaman zaman yazılı ve görsel medyada veya yayınlarda Doğu Karadeniz Kadınının yaşam koşulları ile ilgili bazı yanlış gözlem ve tesbitler; onun yaşadığı gerçekliği tanımamadan kaynaklanan saptırmalarla doludur. “Karadeniz kadını baskı altında”, “Karadeniz erkeği çalışmadığı için bütün yük kadının sırtındadır.”, “Erkek kahvede kadın tarlada çalışıyor”, “Yazık Karadeniz kadınına” gibi peşin önyargılar Doğu Karadeniz kadınının gerçekleriyle örtüşmemektedir. Çünkü Doğu Karadeniz erkeğinin “kahvehane hayatı” diye bir olgu yoktur. Karadeniz kadınının kocası gurbettedir, işindedir. Gurbette olmadığı zamanlarda da yanındadır, yardımcısıdır. Köye yol ve elektriğin henüz girmediği zamanlarda O eğer gurbette değilse, köyde erkeğe mahsus işlerle uğraşmaktadır. Ya odun kömürü imalatıyla, ya kiremit ocağında kiremit imalatıyla, ya sepet yapımıyla, ya kerendi elinde çayır biçerek, evin ihtiyaçlarının karşılanması veya meyva ağaçlarını aşılayarak yahut da tarlaları belleyerek tam gün çalışmaktadır. Bu çalışma hayatı Doğu Karadeniz’de hayatın kadın ve erkek tarafından paylaşılmış işbölümünü yansıtmaktadır.
Bu konuda Karadeniz’in yaşam biçiminden kaynaklanan bu karakteristiğe ilişkin bir fıkra oldukça anlamlıdır:
“Kaymakam köye gelir. Omzunda bir odun parçasıyla yolda rahat adımlarla yürüyen erkek, peşinde sırtındaki çayır yüküyle hanımı, iki büklüm yürümektedir. Kaymakam erkeğe yaklaşarak sorar: ‘Hiç yakışıyor mu sana? Hanımın ağır yük altında ezilirken sen rahat rahat yürüyorsun’. Bunu duyan hanımı kocasının önüne geçerek Kaymakama şu cevabı verir: ‘Kaymakam Bey! Erkek deduğun uzerinde silahtan başka ağirluk (yük )taşimaz.”
Doğu Karadeniz insanına ilişkin üretilen fıkraların birçoğu kurgu da olsa, önemli bir bölümü yaşanan hayatın içerisinden alınmış kesitlerden oluşur. Asla ironik bir saptırmaya müsait olmayan bu hayattan alınan kesitler/karelerden öyleleri vardır ki; hafıza, zekâ ve kavrayışta muhataplarını şok edecek bir orijinalliğe/gerçekliğe sahiptir. İşte bu tesbitimize ilişkin iki örnek:
“Televizyon ekibi bir program yapımı için Trabzon’un yüksek iç kesimlerinde bir köye giderler. Mevsim yoğun bir iş temposunun yaşandığı aylardır. Tarlada kadınlar çalışmaktadır. Kameraman tarlada çalışan, ter içerisindeki kadına yaklaşır ve spiker mikrofonu uzatıp sorar:
- Siz burada çalışırken kocalarınız kahvede, orada burada oturuyor. Siz bu halden şikayetçi değil misiniz? Niçin onlar size yardım etmiyor. Bu durum size haksızlık değil mi?”
Tarlada çalışan kadın bir eliyle kazmasına dayanıp diğer elini beline koyarak cevap verir:
- Sen ne deyisun. Ben oğa bakmağa kıyamayirum. Sen iş yapturacasun oğa oyle mi? Ya kit ordan !”
Şu gözlem de Doğu Karadeniz kadınının günlük hayat şartlarındaki gerçekliği yansıtıyor:
Hazırlanacak bir programın çekimleri için Trabzon’un iç kısımdaki köylerinden birisine Televizyon ekibi gider. Sunucu, yolda, sırtında oldukça ağır bir çayır yükü altında beli iki büklüm, sağa sola dökülerek yürüyen yaşlı kadına yaklaşıp sorar:
- Anacığım nedir senin bu halin ?”
TV’cinin sorusuna hayret eden yaşlı kadın bu soruya şöyle cevap verir:
- Çok şükür rebbume, ne var haluma?[20] “
İşte, Karadeniz kadınını gerçek haliyle günlük hayatta resmeden bu iki örnek sabır, tahammül, kendinden eminlik, halinden şikâyet etmeyici doğallığını ortaya koymaktadır.
İslâmî Duyarlılık ve Tarihi Hafıza
Doğu Karadeniz kadını, çileli, meşakkatli hayatı içerisinde asla İslâmî vecibelerini/ibadetlerini/görevlerini terk etmez, ertelemez. Bu ibadetlerine ilişkin oldukça ayrıntılı bilgi birikimi/donanımına da sahiptir. Hatta O’nun günlük hayatı nemaz vakitlerine ayarlıdır desek abartmamış oluruz. Çalışmaya başlama zamanı, dinlenme zamanı, yemek zamanı hep ezana ve nemaz vakitlerine endekslidir. Sabah ezanıyla başlar onun günlük hayatı, Öğle ezanıyla dinlenme, namaz ve yemek, İkindi ezanıyla gene namaz ve dinlenme arası, Akşam ezanıyla dış işlerden eve dönüş ve Yatsı ezanından sonra da evin (önceleri forotiko dokuma ve mevsimin özelliğine göre kice irğatluklari) diğer ihtiyaçları, çocuklarının bakımı, vs… Bu hayat mütemadiyen böylece devam eder.
Hüsnü Kılıç’ın çocukluk yıllarında yaşadığı, dedesinin annesiyle kendisi arasında geçen şu hadise ümmî bir Doğu Karadeniz kadınının bile nasıl bir İslâmi duyarlılığa, derinliğe, bilgiye ve aidiyete sahip olduğunu ortaya koyuyor:
“Ben hafızlığımı Karadeniz’de yaptım.Ondan sonra da bir süre Arapça okuduğum dönemlerde köye (Çaykara/Holo/Arşala) gidip gelirdim.
Dedemin annesi... Holo/Arşala’dan.. Lakabı Vayvayina. Sürekli dünyevî yakınmalar şeklinde “vaaay, vaaay, vaaay” diye çok fazla sayıkladığı için kendisine lakap olarak vayvayina derlerdi.
O zaman sağ. Yakın zamanda, yüz küsür yaşında vefat etti. Sürekli olarak Muhammediyye okuyan, Mızraklı İlmihal takip eden, Altıparmak Peygamberler tarihi okuyan bir kadıncağızdı. Kur’an-ı Kerim için de sürekli “Kelam-ı Kadim, Kelam-ı Kadim” derdi. ‘Kelam-ı kadimi bugün okudum, bugün okumadım’ şeklinde sürekli ifadeleri böyleydi. Hakikaten “kadın erenler” tipinde bir veliye gibi masum birisiydi. Bana da çok itibar ederdi. Hafız olmuş olmam onun için yeterdi. Hocalık nedir pek ondan anlamaz ama hafızlık çok kıymetlidir, çok da saygı duyar. Ve hafıza hizmet etmeyi de ibadet sayardı. Bir gün bana “E Hafus, pişey teyeceğum sağa. Pen çahilum pilmem, sen okumişsun, hocasun. Pizum puraya su yok. ( O zaman evlerin içerisinde su yoktu.) Kideyiruk irmağa da irmaktan (ellerumi eyice yikarum da) habu avuçlarumlan alurum suyi koyarum, toldururum kafekaya da alur kedururum oni eve. Hacan abdes alacağum, kafakadan abdes alurum. Tuşunurum habu su mâ-i mustağmel[21] hukmine midur? Teyemedum oni kimseye, şindi sen pilûrsun. Nedur pu, ma-i mustağmel hukmine olur mi?”
Sorduğu soru bu. Ben, o zamanlarda ma-i müstamelin ne olduğu konusunda bile henüz bir bilgi sahibi değildim. Bizim okuma yazma bilmeyen ümmi kadınımızın bile bilgi, derinlik seviyesi bu. İslamî duyarlılığı, hassasiyeti, bağlılığı bu. Tabii kadıncağız Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle Şeflik dönemlerinin o dipçikli tasfiye sürecinde kelam-u kadim diye sahiplendiği, ihtiramla bağlandığı, beslendiği Kur’an-ı Kerim’in hıfzıyla alakalı bütün ömrünü vakfetmiş bir kadındı. O kadar dış dünya ile alâkasızdı ki ve yabancılaşma aracı gördüğü şeylere o kadar red tavrı içinde idi ki örneğin arabaya makina derdi ve arabaya binmezdi. Kur’an-ı Kerim’i (Kelam-ı Kadimi), Karadeniz’de yaprakları toplayıp yığdıkları seyrek çakılmış tahtalardan ibaret, (bazı köylerde kaveya denilen) ahşap kulübelerin/ambarın aralıklardan sızan ışığın aydınlığında okumaya çalışırdı. ”[22]
Doğu Karadeniz kadınının İslâmi hassasiyet, tarihî hafıza ve siyasal bilincini ortaya koyan aşağıdaki olay da oldukça enteresandır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı, vurgu yaptığı CHP’li Trabzon milletvekili adayının yaşadığı olay:
“Diyanet-Sen yönetimi, bir süre önce yeni binasına taşınan CHP’ye ‘hayırlı olsun’ ziyaretine gitti. Sendikanın Genel Başkanı Ahmet Yıldız ve Yönetim Kurulu üyelerinin ziyareti basına kapalı gerçekleşti. Alınan bilgilere göre, sıcak bir atmosferde geçen görüşme esprilerle süslendi. Partisinin ‘dine mesafeli’ eleştirileriyle haksızlığa uğradığını anlatan CHP lideri Deniz Baykal, bunu yaşanmış, ‘fıkra’ gibi’ bir olayla destekledi.
Baykal, Trabzon’da geçen hadiseyi şöyle aktardı: “3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde milletvekili adayımız bir hanımın su kabını taşımak ister. O da memnuniyetle kabul eder. Konuşurken arkadaşımızın CHP’li olduğunu öğrenen kadın, ‘Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!’ diye feryat eder. Ardından kovayı alarak suyu boşaltır.” Baykal, ‘maalesef böyle’ diyerek...”
Salondakileri güldüren ve Baykal’ın kısaca naklettiği olay halk arasında şöyle anlatılıyor: “Milletvekili adayları, il ve ilçe yöneticileri ile bölgeyi dolaşırken yolları bir köye düşer. Köyün girişinde elinde güçlükle taşıdığı su kaplarıyla ağır aksak yürümeye çalışan yaşlı bir kadına rastlarlar. Selam ve hatır konuşmalarından sonra ‘yardım olsun diye’ kadının kaplarını alırlar. Bir süre yürüdükten sonra kadın, ‘Siz kimsiniz?’ diye sorar. Parti yöneticisi, milletvekili adayını göstererek ‘Oy verip seçerseniz şu arkadaş Ankara’da sizin sesiniz olacak, milletvekiliniz olacak.’ der. Kadın, sesini yükselterek merakla sorar: Hangi partidensiniz? ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ cevabını alınca birden irkilir ve hışımla milletvekili adayının taşıdığı su kabını alır. Ardından feryadı basar: “Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!”[23]
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı bu olay, Doğu Karadeniz’de yaşı 70’in üzerinde olanların rahatlıkla hatırladığı hatta yaşadığı 1940’larda İsmet Paşa devri denilen CHP’nin Tek Parti-Şef’lik döneminde yasaklanan Kur’an eğitimi ve öğretiminin, aradan 70 yıl geçse de Doğu Karadeniz insanında bıraktığı derin izlerin halâ unutulmadığını, tarihî hafızanın Karadeniz kadınında ne kadar güçlü olduğunu da ortaya koyuyor.
Türkülerde Yaşayan Acılar
“Yanmiş yureklerum var!”
Türküler, Doğu Karadeniz insanının hayatını manalı bir öz halinde döktüğü bir söz atlasıdır/harmanıdır. Bu harmanda Fadime’nin de sevinçleri olduğu gibi dertleri de (derîn elemlerini sadece yüreğiyle paylaşır) içli, hüzünlü türkilerde yer alır. Dili kalbine ne kadar tercüman olabilirse hüzünlerini de o oranda dile döker.
Atun peni ateşe
Çayir çayir yanayim
Bu kadar acilara
Pen nasi tayanayim.
Bu dertlerin, daha doğrusu dertlerin hasrete dönüştüğü melâl yüklü mısralarda Fadime öncelikle gurbeti terennüm eder.
Küzel çicek açarsun
E karaymiş ağaci
Elûm bilürum hakdur
Lâkin kurbet çok aci
Kurbet hasretluğilân
Keçer benum künlerum
Yarumun hasretilân
Hem ağlar, hem inlerum
Otur e yarum otur
Odun iskemlisine
Yureğumun derdini
Teyemem hepisine
Gurbetin bir de Alamanyası vardır ki ona can dayanmaz; ancak Fadime’nin tahammülü kaldırabilir onu. 1960’lı yıllarda bütün Anadolu’da başlayan Alamanya gurbeti Doğu Karadeniz’de de yoğun olarak yaşanır. Bu Alamanya gurbeti diğer gurbetlerden daha elemlidir. Doğu Karadeniz insanı onu da mısralara/türkilere döker:
Almanya kemileri
Pir ileri pir keri
Körolsun Alamanya
Ağlatti kelinleri
Evet…. Fadime hüzünlüdür, gözü yaşlıdır ama kimse göremez, hissedemez ağlamasını… Kimbilir, nice sabahı bir türlü gelmez gecelerde içine akıttığı gözyaşları mıdır onu adeta çelikten bir tahammül kadını yapan ? Su verildikçe çelikleşen bir demir gibi, gözyaşıyla çelikleşen bir irade ve tahammül...
Söylediği türkülere tüm acılarını yüklediği gibi, Seferpirluk denilen birinci dünya savaşı yıllarında askere gidip yıllarca dönmeyen, en acısı da hayatı ve mematı meçhul [24] olan babasına, kocasına, amcasına, dayısına, hatta tüm gidenlere öyle bir türki-ağıt’ı vardır ki, yürek parçalar:
Karadeniz ustine,
Urusun kemileri
Sevkettun uşaklari,
Ağlattun kelinleri.
Maddî hayat şartları onun için aşılamayacak, üstesinden gelinemeyecek meseleler değildir. Ancak; kocasını, babasını, evlâtlarını, yakınlarını kaybetmenin verdiği yalnızlık ve yurek yangunlarinın onu hayata küstürdüğü de olur[25]:
Karadeniz ustine
Kördun mi yapilari
Ne anam var ne bobam
Kitledum kapilari!
Fadime’nin türkileri neşe, eğlence kaynaklı değil, hasret kaynaklıdır. Of-Çaykara dilinde hasretin bir karşılığı da meraktır.
Elûrsam mezarumi
Yolun ustine kazun
Maşatumun ustine
Meraktan eldi yazun.
İfteri keseceğum
Kuruyiler kuraktan
Penum türki temeğum
Meraktandur meraktan.
Çocukları için herşeyi göze alır. Hatta, evinin direği hayat yoldaşı kocasının üzerine kuma keturmesine bile razı olur. Ancak bu konuda öyle yurek yanguni vardır ki onu dil-kelimeler ne kadar anlatabilir ki?
İşte yaşanan bir olay:
Evli ve çoluk-çocuk sahibi Bayburt’ta da arazisi olan Ahmet Usta Bayburt’ta İspir’li bir ailenin kızını beğenir ve orada evlenir. Evlenmesinin köyde duyulması üzerine köydeki hanımı hadiseyi köyün eyi testan tüzen kadınlarından birisine anlatır. Acı ve sitem dolu türki/testan şöyledir[26]:
“Ey gidi Ahmet Usta, Nasi ayrilduk nasi (nasıl)
Peş teğermen çevirur közlerumun tamlasi
Koptum da keluyidum, kırk sahat var arasi,
Kene vardum tağlara, pulunmaz yer karasi.
Yakışurmiydi sağa, İspir’un farfarasi?
Pize da kelin yolla, rahat etsun purasi.
Orda ortin topraktan, keremittur purasi
Purda kalayli kazan, küveçten toldur tasi
Çok ah edeyi sağa, çecuklerun anasi.
Ey kidi Ahmet Usta, kar yağdi çikti tize
Poyle kara haberi nasi yollardun pize?
Kökten tuşse yuldurum, vursa siz ikinuze
Yekûn Payburt şeheri tükürdi yuzunuze.
Piz da evleneceğuk künahi kellenuze ”
İrğatluklar
“Forotiko işlerduk, tokurduk. Yetuşturemezduk, çalişurduk çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk.
Ey kidi.. Künuz tarlaya, kice da işlemeğe, tokumağa… Tola ederduk uç kûn uç kice. Sora hepisi kalkti..”
Doğu Karadeniz kadınının meşakkatli yaşamında irğatlukların ayrı bir önemi ve yeri vardır. Coğrafi şartların doğurduğu ve kendiliğinden, gönüllü bir köyiçi dayanışma ve yardımlaşma sistemi olan Irgatlık (İrğatluk); hiçbir karşılık beklenmeden toplu ve bedenî bir çalışmadır. İrğatluk, sadece kadınlara mahsustur.
Bir prototip olarak Çaykara/Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyündeki irğatluklardan örnek verelim:
İrğatluk çeşitleri şunlardır:
Toprak Taşıma İrğatluği: Köyün arazisinin oldukça dik olmasından dolayı tarlaların toprakları sürekli aşağıya doğru kayar. Toprağı tekrar tarlaya sermek gerekir. Bu iş oldukça zahmetli olduğundan irğatluk yapılır. Çalışma gece de sürer. Toprak sepetlerle taşınır. Bazen erkekler de yardım eder ve kürekleme yani sepete doldurma yapar, kadınlar sepeti sırtlarında taşıyıp tarlanın üst taraflarına sererler.
Odun İrğatluği: Mezerelerden ve Devor (Kasalak dağının en yüksek tepesi)’dan köye taşınması gereken odunlar için Odun İrğatluği düzenlenir. Odunları kadınlar sırtlarında taşırlar.
Kiremit taşıma irğatluği: Araba yollarının henüz köye ulaşmadığı zamanlarda, yeni yapılan evlerin çatısı için yapılan keremit irğatluği için Kondu’dan (Dernekpazarı) köye kiremit taşınırdı. Kadınların sırtlarında taşıdıkları kiremitler üstü örtülecek eve kadar çıkarılırdı.
Tarla Belleme ve kazma irğatluği: Tarlaların zamanında/mevsiminde bellenmesi ve kazılması için, tarlasını belleyip kazma işini yetiştiremeyeceğinden endişe edenler bu irğatluği yapar.
Ahpin (gübre) taşima irğatluği: Evin yanında biriken hayvan gübrelerini tarlaya sermek için yapılan irğatluktır.
Ağaç taşıma irğatluği: Ev yapanlara ormanlardan ağaç getirmek için yapılan irğatluktır.
Mısır soyma irğatluği: Mısırlar biçildikten sonra eve getirilir. Koçanından ayrılmak üzere yapılan irğatluklardandır.
Funduk çikarma irğatluği: Gece çalışılarak fındıkları futuşlarından (yeşil kabuklarından) çıkarmak için yapılan irğatluktır.
Yardıma ihtiyaç duyan hane sahibi komşuları İrğatluğa çağırır. Herkes irğatluğun şekline göre çapasını, sepetini, ipini, orağını veya ilgili aletlerini alır gider.
Dinlenme ve yemek aralarında birlikte türkü söylenir, horom edilir. Karşılıklı türkü atılır. İş bittikten sonra da horoma devam edilir.
İrğatluklarda söylenen türküler, yapılan horomların yaşam içerisinde ayrı bir tadı, yeri vardır.
Yemek ve nemaz zamanı geldiğinde topluluk halinde yemek yenir, münferiden nemaz kılınır.
Yaylalarda da irğatluk yapılır. Yayla irğatluklarının da yükü kadınların sırtındadır.
“…Yaylaya da irğatluk yapardiler, eskiden. Evun ortisi içun hartoma alacasun, taş taşiyacasun, ev yapacasun. Kedururdiler da hoş irğatluğa yemek vermezdiler. Sirtlan kideyi herşey. Kimse kimsenun evine yemezdi. Yayladur uzaktur. Acirdiler yedurmezdiler adami. Kiderdun Alisinoz’dan kedururdun oğa pi yuk hartoma kelurdun prakardun tönerdun ikeri. Keturenler acirdi ev sahibini. Oyle yardimlaşmalar varidi…”[27]
Bir Büyük Felâket: Seller Senesi
Of-Çaykara boğazında Seller Senesi olarak isimlendirilen ve “pen keller senesinde toğdum.. Seller senesine …. yaşina idum..” şeklinde tarih düşülen 1929 yılı ve destanlara konu olan Sel felâketinde de çekilenlerden büyük pay sahibidir Doğu Karadeniz/Trabzon kadını. İşte o günleri çocuk yaşlarda yaşayan, 75 yaşında müthiş bir hafıza ile hatırlayarak anlatan Fadime Düzenli’nin ağzından sel felâketi[28]:
“Seller senesine ben tört yaşina idum. Hoş hep bilurum olari. O karşiya Alûstanun evinun yarisi pizum idi. Oraya tururduk. Bobam da kurbete idi. Ağabeyum Hasanbey sekiz, ben tört yaşina idum. Ayşe da iki yaşina idi. Huseyin körpe, yeni toğmiş idi. Yağdi yağdi yağdi. Pi da içeri tururkân. Evun pu tarafi idi pizum. Oraya oyle tururkân ocaktan aşağa su furladi. O pizum tarlalardan aşağa, oyle içerden.. Eeey kidi anam! Ne yapacağum tedi. Peşuği haboyle.. İki tane peke varidiraya. O ara toldi su. Peşuği çikardi pekenun ustine kitti o yana Zekeriya’nun evine. Kitti oraya tedi: Ey kidi evumuz sele kideyi ne yapacağum? Keldi aldi peşuği keturdi oraya. Pen da işte hiç peşinden ayrilmayirum. Ağlayirum ağlayirum. O sellerlân peşine kezeyirum.
Tört yaşinayum. Hoş hep pilurum olari sanki peğun idiler. Anam işte oyle taşiyir oyana puyana çecukleri. Soradan millet hep o Karali’nun evine toplandi. Yekûn mahle. Korkayiruk tomar pi yere toplanacağuk. Kaç kün yağardi kaç kün. Oyle çok yiri yağmayi ama hiç turmadan kaç kün yağdi. Orda.. Mustafa tayim varidi. Maçka’ya İzet’un pobasi. Halamun kocasi idi. Hau Maklesolara idi evleri o zaman. Keldi pakacak anam ne oldi, ne yapayi. Keldi tedi: Ey kidi hane Huriye? Tedi: Huriye hep eşyasini çikardi. Keldi tuşeklerini verdi onun omuzina. Mustafa tayimun. Piz da keluyiruk Karalinun evinden o kabandan oraya çattuk oni. Ey kidi sanki şindi idi. Tört yaşina idum da. Tediğa: Ey kidi Mustafa. E Huriye sen hep eşyani taşidun he mi?.. Seller nasi keluyi ustinden aşağa. Ey kidi o Karalinun saranderine pakarum her keçerum ordan. O sellerun çamurlarindan var oraya. Sel ustinden aşağa keluyi vuruyi sarandere. Tedi: Yok Mustafa hiç pişe almadum, çecukleri sade keturdum tedi. Sel da keluyi ustinden aşağa. O yataklari sayi köreyirum… Töndi anamun pi sanduği varidi, peyuk sanduk. Ne puluyisa toplayi koyi o sanduğa. Edecek oni yuk da alukidecek oni. Çecuğun yemeğini pile sokti o sanduğa. Toldurdini da ettini yuk. Kaldurdi oni anam. O altina su vardu şindi. Haci’nun ordan akayi o ara. Hendek.
Eeey kidi o nasi keluyi ustinden aşağa. Keçilmez ordan. O sanduklan yanaşti oraya köya keçecek ordan. Mekere sel aldi kittini. Sanduk arkasina aldi kittini. O Mustafa tayimi. O tarla pitün sel oldi o habu Hacinun tarlasi, şindi orayadu. O orta yere hele uzdi kitti. Haboyle hiç tarla temesun oğa oyle pi çirkin pişe kideyi. Kan kideyi. Ey kidi tünya. Köreyiruk oni. Sanduk altina pazkeren. Kendi çikayi sanduğun ustine. Oyle kiderkan da omuzlarindan kene çikmadi sanduk. Haber verdiler.. Erkişiler hep hau Tursunpey’un evine idiler Haci Kuti’nun. Ordan yurudiler. Pasamayiler yerlere, tarlalara pasamayiler. Pakayiler. Pişe yaptiler o aşağa o kayanun toğrisina kesturdiler oni. Oraya pişe yaptiler aldiler oni. Sanduği da aldiler. Ama sanduğun kapaği yarildi. Piz çecuğuk işte. Çecuk akli. Kurdiler pize sofra oraya. Yeyiduk hep mahalle çecukleri. Ordan kedurdiler oni oraya. Kedurdiler oni hep çamur. Aldile yikadiler oni. Taha pişe alamaduk evden hiç.
Kittuk Hacalinun evine kedurdi pizi anam. Oraya pi parça verdu o puyanki tarafa peyuk pi armut varidiraya izumli armut. Ordan millet o pahçeden pakayiler nasi ev yikiluyi. Çokme çokti. O evumuz çokerkân habu halev da akti. Halev akmamiş idi. Şamatadan tünya yikiluyi. Eeey kidi millet ağlayi ağlayi ağlayi. Selevat veruyi. Ey kidi kimi suman kucaklarina çiktiler ustine kıranlara. Neyisa… Orda evumuz çokti. Herhali o akşam oraya yattuk, penepileyim. Sabahtan hava pira uydi da pi merakli küneş vurdi. Habu tağlara olur ya Oyle pi solkun küneş vurdi.
Eee evumuz çokti. Pobam kurbete. Ne yapacağuk. Habu Mavranli’nun evi anamun emicesinun evi iti. Enduk oraya. Endurdi pizi oraya anam. Oraya herhalda pi hafta turduk. Yol da yok kidecesun oraya. Yaya yollar da işlemeyi. Oyle ordan pudran, ordan purdan anam arkasina taşidi pizi Hacoğun Alinun evine. Orda pi hafta turduk. Pi hafta da Hacoğun Alinun evine turduk. Niçun da oyle kideyiruk penepileyim. Herhali saklamayiler mi pizi. Herkes oyledu çunki. Soradan keçtuk Hacoğun Huseyin’un evine oyana. Pobama da haber kitti, evun yikildi. Köye çecukler hep sele kitti. Oyle pobam ağlaya ağlaya uzak pi memleketlerden keluyi. Pobam, kelurkân hep terenun kıylarini pakardum tedi , çecuklerumden oyle çansuz pulacağum mi pi yere.
Yatayiruk pi akşamdan sora. Anam yatturdi çecukleri da. Pen yatmazdum penepileyim anamlan turacağidum. Piri keldi vurdi kapiya. Kapiyi kitti açtiler. Habu Tursunbey keldi pağirdi açun kapiyi. Meker pobam onilandu. Açti kapiyi keldi kirdi içeri pobam. Eyidi rahmetli. Ey kidi teli oldi. Hep çecukleri kaldurdi uyandurdi. Tuşundi kittiler sele. Kaldurdilari. O zaman Hasanpey pir, pen iki, Ayşe uç yaşina, Huseyin da peşuğe işte. Piraz turduk. Ordan pobam keldi, kirdi içeri. Sora çiktuk Kasalaha. Kasalahlara kene pişe olmadi. Hanki ay idi. İşte pu aylar idi. Kirez ayi. Çünkü tarlalar pilüyirum haoyle rokostel kibi körinurdi. Oyle işler çok oldi pize işte ne pileyim. Sora enduk haburaya.
Neler çektuk neler neler. ”
Seller senesinde 4 yaşındaki bir çocuğun gözünde o yılların trajedisi dehşet bir şekilde fakat müthiş bir doğallıkla böyledir işte.
Tesbitler, değinmeler…
Doğu Karadeniz kadınını diğer Anadolu kadınlarından ayıran en önemli özellik: O baklava, börek, bazlama açmaz, açamaz. Emek yoğun hayatında yemek için yaşamaz, yaşamak için yer. Çünkü fırsatı yoktur. Toprağı işleyecektir, ahırdaki sığırları sağacaktır, yedirecektir, çocuğunu emzirecektir, evini temizleyecektir.
En önemlisi; kapalı bir ekonomi olan ve yağ, gaz, tuz dışında her şeyi kendisi üretip-tüketen Doğu Karadeniz insanının hayatında sadece kadınların dokuduğu iç çamaşarı olan forotiko tokumak, akşam eve yorgun argın gelen ve ev işlerini bitirdikten sonra başlayan bir gece işçiliği idi. Her evde bulunan forotiko tezgâhında geçen meşakkatli saatler Fadimenin günlük hayatının 24 saatinde de çalıştığının bir başka örneğidir.
“..Eskiden forotiko işlerduk, tokurduk.Pi sanduğum varidi, toli idi ketan. Yetuşturemezdum, çalişurdum çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk. Ey kidi.. Künuz tarlaya. Heyvanundur, işundur, tarlandur, pağun pahçendur. Forotikoyi ne zaman yapacasun. İşlemeği da kice, tokumaği da kice... Tola etertuk uç kün uç kice. Sora hepisi kalkti.. Şindi kendir yasaktur, o zaman oyle pi şey yok idi. Pen hacan kendiri koparmağa kiderdum, paşuma pişe pağlamasam tutardi peni. Kendirun yanindan keçerkan paşum ağirurdi...” [29]
Peki ya çamaşır yıkama? O da ayrı bir meşakkati ve seremoniyi gerektirir. Tola denilen toplu çamaşır yıkamayı Hanife Düzenli ile Fatma Düzenli birlikte anlatıyor:[30]
“..Çamaşurlarun kirlendi mi yiğarduk olari. Soradan islatursun, tumis etersun, pira sizdurursun olari..3 ayakli tola sepeti yaparduk. Oraya tüzerduk. Korsun olari sepete. Karalari en tibine koyarduk. Pi sayvan da yaparsun korsun oraya kül. Sepetun uzerine serilen forotikodan pez, sayvan serersun. Uzerine odun küli koyarsun. Pi tekneye kurarsun oni. Teknenun içine koyacasun oni. Ağaç teknesi. Kükümi haşlayacasun 2-3 tane tökecesun oraya. Ustinden sizecek da tekneye su olacak. O teknedeki sudan alu koyacasun küküme, ondan sora ondan tökecesun oraya. Taha eyi olur. Bir iki sahat tökersun. Ondan sora o sayvani alup kidup tökersun tarlanun paşina. Sepeti da aluyisun arkana. O akar piraz. Nemazgah tedukleri siğir postini alursun pellerune. Sepeti da alursun arkana kidersun irmağun kenarina. Ey kidi olar neso reyhalar. Oraya da elune pi odundan tokmak. Eğer tokmağun var isa tokmaklan vurursun oğa. Tokmağun yoğisa toplarsun kalduru vurursun oni taşa.Ayaklarunlan çiğnarsun, yikarsun irmağa kedurursun eve. Pi reyha, koku olurdi olara. Temiz, yemuşak olurdi olar.”
Evin ekmek ihtiyacı için mısırların öğütülmesi gerekir. Bunun için de meşakkatli bir yolculuk olan değirmene gidiş gereklidir. Fadime gece yarısı gün ışımadan alır arkasına bir çuval mısırı düşer değirmen yollarına.
Fatma Düzenli anlatıyor[31]:
Sabah çok erken birisi çuvalini alurdi sirtina. Peni başka pirisi keçup ta penden oğine oğutmesun, evvela pen oğuteyim, nebeti alayim diye erken kelurdi teğermene. Puna çok tikkat edilurdi. Misir keturulurdi. Erken kelen pakar teğermen poşta turuyi. Avara turuyi. Haman İlk kelen sevinurdi. Misirini tokerdi hau sakonara. Sakonar tolardi. Ondan sora pir çuval oğuturdi. Aşaga yokari 20-30 takkada pi çuvali pu teğermen atardi. Çok ta küzel oğutur, küzel un yapar. Sora peşinden birkaç kişi taha kelur. Onlar da peklerler, artuk o çuval pitecek, oteki oğutecek. 3-4 kişi olurler. Peklerler, 3 saat, 4 saat otururler. Sira kelecek oğutecek. Ondan sora pakar, taha paşka kalabaluk kelursa çuvalini asar. Kadınlar kedurur. Kelurler otururldr. İcabinda yari kiceye kadar oğuturduk. Saat 12-1 olurdi. Oğuteceğuk illa, paşka çaresi yok. Araba yoli yok, paşka teğermene kidemesun. Purda kice oğuturkan hau taş pir anda bi turma yapar. Ola bu töneyi suratli. Pi pakarsun pir ande teğermen turdi. Pu çoğisunun paşina keldi. Onlar terdiler ki, pu teğermenun alttaki çarkini periler tutayi, turturuyiler oni. Çinler.. Pu terelere da çok cinler olurdi. Tam çin yataği. Işik yok, zil karanluği, isuz, sessuz. Teğermeni olar oyle turdururdiler. Sora oğutme piterdi, alırduk arkamuza un çuvalini da köye tönerduk.”
Görüldüğü gibi Doğu Karadeniz kadınının anahtar kavramı çalışmaktır. Daha doğrusu temel işlevi çalışmaktır. Öyle ki; kızlar evlilik çağına geldiğinde kendilerini istemeye gelen ailelerin onda ilk aradıkları şart, yani kız seçimi’nde ana etken “eyi çalişur mi?” ve “ehlakli midur?” idi. Bu tür eyi kizlar görerek veya tavsiye üzerine pakilur, istemeye karar verilirdi.
Rafet Düzenli, eski zamanlarda kız bakmaya gidenlerin bazı hassasiyetlerine işaret ediyor:
“Eskiden kız bakmaya gittikleri kapılarının önüne bakardiler. Avlular süpürülmüş mü, temiz mi diye.. Bir de fener ve lambanın camına dikkat edilirdi, temizlenmiş mi.. Onlar temiz değilse o evden kız almazlardı.”[32]
Gündüz ev işleri, ahır işleri, tarla işleri, çayır kesme, mevsim özelliğine göre fındık ve çay toplama, gece forotiko dokuma, hem gece hem gündüz çocukların bakımı, vs. vs. … İnsan gücünü aşan bu olağanüstü meşakkatlere katlanabilmek ve üstesinden gelebilmek ancak Fadime’nin harcıdır.
Sonuç olarak..
Son cümle olarak şunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır: Coğrafyasının muhteşem tablosundaki doğal duruşuyla, Doğu Karadeniz kadını yâni Fadime, destansı bir şahsiyettir. Efsanelerdeki kahramanların simgeselliği neyse Fadime de Doğu Karadeniz’de odur, yaşayan bir simgesel gerçekliktir.
Yukarıda kesitler halinde Doğu Karadeniz Kadınının/Fadime’nin içsel gerçekliğinden, meşakkatli hayatından aktardığım tablolar onun nasıl bir derinlik ve meşakkat sembolü olduğunu gösteriyor sanıyorum.
Karadeniz erkek tiplemesinde Temel’in indirgendiği ve büründürüldüğü basit ironi şablonuna asla indirgenmeyecek ve büründürülmeyecek olan Fadime tiplemesi ile ilgili her türlü saptırma ve klonlama/kopyalamadan arınmış eserler için, tüm Doğu Karadeniz, özellikle de Trabzon coğrafyası son örneklerini yitirmek üzeredir. Çünkü sonraki kuşaklara aktarılmayan, kayda geçirilmeyen hayatlar tarihin şahitlik edemeyeceği hazinelerdir ancak bu hazineden istifade mümkün olmayacaktır.
Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un erkek olarak Temel tiplemesinden sonra kadınlığın sembolü olarak Fadime tiplemesi kültür tarihçilerinin, romancıların, hikayecilerin, antropologların, sosyologların, psikologların ilgisini beklemektedir.
Bu yazdıklarımla “Fadime Kimdir?”e kısmî de olsa cevap verebildik mi bilmiyorum ama, yazdıklarımdan yola çıkarak “Kim Fadimedir?”e cevap vermek biraz cesaret ister herhalde.
Üstad Necip Fazıl’la başladık, gene Üstad Necip Fazıl’ın Çile’sinin “Kadın” bölümündeki “Bekleyen” şiirini giderek kaybolmaya başlayan Doğu Karadeniz’in Fadime’sine ithaf ederek yazımızı bitirelim:
“Ölürsün… Kapanır yollar geriye
Ben mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz hayale işaret diye,
Toprağında bir taş olur, beklerim.”
Biz de Karadeniz toprağında ruhuyla, manasıyla kimliğine/kişiliğine/orijinalitesine yabancılaşmayan, ruh iklimini kaybetmeyen yeni Fadime’leri beklemeyelim mi?
Trabzon, ismiyle bütünleşmiş daha nice ‘Fadime’ler çıkaracaktır, göreceğiz.
* Araştırmacı-Yazar.
[1] Horom: Çayırların biçildikten sonra bağlanarak küçük deste, demet veya balya haline getirilmesi.
[2] Necip Fazıl, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1984 s. 183. Necip Fazıl’ın Deniz isimli hikâyesini bana hatırlatan kadîm dostum Dr. Ulvi Saran’a teşekkür ederim.
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1975, s. 161.
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Aynadaki Yalan, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1980, s.124.
[5] Ehl-i Beyt; Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181)
[6] İsmiyle müsemma: ‘adı gibi olan insan’, ‘ismi ile kendisi bütünleşmiş’, ‘isminin anlamıyla şahsiyet kazanmış’ demektir.
[7] Necip Fazıl 1967 yılında Trabzon’da verdiği konferanstan sonra Rize’ye gidişini şöyle anlatıyor: “Trabzon’dan Rize’ye iyi bir yol üzerinde 1 saatlik zaman süresi yeterken biz 3 saatte vardık. Sebep Sürmene’ye kadar yolun mücella bir kayış gibi düzgün olmasına karşılık, ondan öteye birbirine eklenmiş ve birçok yerinden düğümlenmiş bir ipe dönmesiydi. Arada bir arabalardan iniyor, otomobillere çukurları aşması için atlara mahsus marifetler yaptırıyor, sonra tekrar yerlerimizi alarak devam ediyorduk. Bazı yerlerde de mola verdiğimiz oluyordu.Karadeniz kıyılarının baş hususiliği açık denizi insan ruhuna doldurduğu sonsuzluk duygusu... Ona cephe verdiğimiz zaman arkanızdaki karayı unutuyorsunuz ve göz alabildiğine bir devam sathi üzerinde yapayalnız ve yeryüzü alaka ve nispetlerinden uzak kalıyorsunuz. Trabzon-Rize yolunda, sahil boyunca ağaç, yeşillik ve köy güzellikleri de fevkalade...Sürmene’den öteye sık sık kavisleşen, en keskin virajlarla yılankavi rakseden yolda, güneş bir bakır tepsi deniz ufkuna yaslanınca İyidere isimli bir nahiye merkezine vardık. (Necip Fazıl Kısakürek, 1001 Çerçeve 5, Toker Yayınları , İstanbul, 1969, s. 101)
[8] Ali Kemal Saran (74)’ın henüz yayınlanmamış, bir taşra müftüsünün medrese öğrenciliği, köy hayatı ve görev hatıralarını anlatan Omuzunda Hemence isimli kitabından.
[9] Maşrapa
[10] Komat: Plâki dediğimiz oyuk bir taşta, üzerine kızgın ateş koru ve sıcak kül konup saçla örtülerek pişirilen mısır ekmeğinin bir dilimi.
[11] Mekik
[12] Ali Kemal Saran, a.g.e.
[13] 1940-1947 yılları arası. İkinci dünya savaşının yaşandığı, İsmet İnönü dönemi.
[14] Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyünde Yusuf Düzenli (1911-2005) ile 15.8.2001 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[15] Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[16] Tahminen 30-35 km. Gidiş ve dönüş olarak toplam 70 km.lik yol.
[17] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[18] Ayşe Öztürk (75)’le 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen köyü Zahameya (Kirazlık) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[19] Havva Düzenli (1921-2007) ile 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[20] Karadeniz kadınının gerçek hayatını küçük bir karede çerçeveleyen bu olayı bana aktaran kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’a teşekkür ediyorum.
[21] İslâm Hukuku’nda abdest ve gusül için gerekli olan suların niteliğiyle ilgili Hukuk ve İlmihal kitaplarında “Sular ve Hükümleri” başlığı altında oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanan su çeşitleri. Bu sulardan ma-i müstamel, kullanılmış su demektir.
[22] Kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la 9.5.2007 günü Ankara’da yaptığımız sohbetten.
[23] Zaman Gazetesi, 27.7.2006, http://www.onsayfa.com/forum/119366-post1.html - www.buyukforumportal.com/archive/
[24] Birinci Dünya Savaşı’nda 1. dünya savaşına ait Milli Savunma Bakanlığı Arşivlerinin Of kayıtlarında, cepheye gidip de öldüğü veya sağ olduğu tesbit edilemeyenlere ilişkin “hayat ve mematı meçhul:Sağ mı ölü mü belli değil” kaydı düşülmüştür. Örnek: “Abdioğullarından Ali oğlu Hamdi, Visir, 1311. Askerde, hayat ve mematı meçhul..”
[25] Dernekpazarı/Visir(Gülen) köyü İfteriyon Mahallesi’nde Huriye D.’nin 1955 yılında, uzun süren hastalığı sırasında söylediği mısralardan.
[26] Destanı babaannesi Tenzile Saral’dan nakleden Fatma Düzenli (1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen (Visir) köyü İfteriyon mahallesinde 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetimizden.
[27] Hanife Düzenli (70) ile 15 Ağustos 2001 tarihli sohbetimizden.
[28] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[29] Fatma Düzenli (85) ile 14 Temmuz 2001 tarihinde Bursa/İnegöl’de yaptığımız sohbetten.
[30] Hanife Düzenli (72) ve Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[31] Fatma Düzenli(1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen Köyü’nde 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[32] Rafet Düzenli ile 10 Haziran 2002 günü Dernekpazarı/Gülen (Visir) Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)