Yahya DÜZENLİ, 23 Nisan 2008
Bütün bir ‘dünya görüşü’ne bağlı olarak; ruhunu, tarihini, köklerini, varlığını yani ‘hakikatini’ kaybetmenin sonucu insanın cansız bir “şehir mobilyası” ve “süs” haline gelmesi; kendisine ve şehrine yabancılaşması, duyarsızlaşması ve körleşmesini de beraberinde getiriyor. Bu ‘körleşme’ ile birlikte, şehrin ‘insan öğüten bir makine’ye dönüşmesi üzerinde biraz düşündüğümüzde, şehirde nasıl ‘metalik’ ve ‘mekanik’ bir malzeme haline geldiğimizi gözlemleyebiliriz. “Veyl!” demenin vakti geçmiş ve artık insan yerine bir ‘terminatör-yokedici’ vardır karşımızda. Şehirlerimizi “yer”inden koparan, üzerindeki insanı “yerli”liğinden eden bu “kopma”nın kopuş sürecindeki etkenler nelerdir? Bu etkenleri kendimiz hazırlamıyor muyuz? Tek tek bireyler olarak bunda nasıl bir sorumluluğumuz vardır? Biz mi çevremizi-şehrimizi yok ediyoruz yoksa şehir mi bizi yok ediyor? Galiba karşılıklı “suç”luyuz.
Bu anlamda Üstad Necip Fazıl’ın “Cemiyet âh cemiyet yok edilen ruhiyle. Ve cemiyet cemiyet yok eden güruhiyle” diye ifade ettiği karşılıklı yokedişi şaşıyoruz.
Üzerine basabildiğimiz nisbette mana ifade edebildiğimiz ‘yer’imizi kaybediyoruz.
“Yer”imizi kaybettiğimizde “yerli”liğimizi de kaybettiğimizin farkında olabiliyor muyuz? “Yerliliğimiz”i “yer”imiz kaynaklı olarak sürekli güncelleyebiliyor ve köklerimizle irtibatımızı “malzeme” olarak değil, anlayış ve doğru çizgi olarak sürdürebiliyor muyuz? Yerli olmayı birtakım hamasî söylevler ve kükremelere indirgeyen indîliklere itibar etmeden söyleyelim ki; sadece bazı ‘kemikleri’ kalan ve ‘iskelet kırıntılarıyla yaşayan’ tarihî şehirlerimiz de içerisinde olmak üzere, bütün şehirlerimiz gibi Trabzon da bu anlamda “yer”ini ve üzerinde yaşayanlar “yerli”liğini kaybetmeye mi başlıyor?
Büyük metropollerde yaşanan ‘yalnızlık’ duygusuyla, kendisini oraya ‘ait hissedememe’nin verdiği sığınma refleksi olarak “nerelisin” sorusuna hangi cevap verilirse verilsin, aslında ait olunduğu “hissedilen” değil “zannedilen” bir “yer”deyiz. Bu “zan”ların oluşturduğu sanal bir aideyetle kendimizi “bir yere ait” zannediyoruz.
Üstad Necip Fazıl, günümüzden 62 yıl önce, 1946’da yazdığı bir yazıda şahsiyetini kaybetmiş insan ve şehir ilişkilerini resmederken şunları söylüyor: “Şahsiyetini kaybetmiş cemiyetlerde, benliğini kaybetmiş şehir tipleri, gözle görünür ve elle tutulur birer misâl teşkil ediyor. O zaman şehirler hiçbir tarafı kendisine ait olmayan yamalı bohçalar halinde şunun bunun şahsiyet kırpıntılariyle dolduruluyor. Bu hal, hele son çeyrek asırdan beri bizde ne kadar belli !”
Şahsiyetini kaybetmiş toplum ve benliğini kaybetmiş şehir… Devam ediyor Üstad: “Bu şehir ve cemiyette artık her fert, yalnız kendi başını kurtarmak ve kendini öbürüne karşı korumaktan başka hiçbir kaygı ve ölçü sahibi değil; ve serbestlik usulünün nihaî ve mefkûrevî haddiyle serbest! “
Kalabalık bir şehir ve bütün ölçülerinden ‘kurtulmuş’, “değer”lerinden kaçan insan !... Bu trajediyi bütün şiddetiyle yaşıyoruz. Şüphesiz her şehir ‘kendisine ait dokuları’ muhafaza eder ve yaşatır, onunla birlikte varolur. Ama doku kaybı ve doku yabancılaşmasını ‘anında’ hissetme ‘duygusu’nu kaybetmeye başlamışsa şehrimizi kaybediyoruz demektir. Bu aynı zamanda şehirle birlikte “bizim” de kayboluşumuz demektir.
Trabzon’a bir de böyle baktığımızda neleri görebiliyoruz veya neleri göremiyoruz? Sadece soru soruyor ve cevabımızın olup olmadığını aramayı teklif ediyoruz. Soru sorabiliyorsak ve cevap arayabiliyorsak cevabımız var demektir. Doğru cevap vermek de yetmiyor. Üstad’ın söylediği “hiçbir tarafı kendisine ait olmayan şehir”den “her tarafı kendisine ait olan şehir”e doğru yürüme zahmetine katlanabilmemiz de gerekiyor.
Nasıl? Şehirde varolan ancak yılların tahribatıyla artık kaybolan “izleri” arayıp bulup, “bu izler kime ait ve bugün ne ifade eder?” sorusunu da sorarak yürüyebilirsek..
Artık yaşlanmış, ölüm koridoruna girmiş bir canlı gibi “hâtıralarla yaşama” yerine, kendini inşa için “hatırlama” cehdini gösterebileceklerle bu inşa gerçekleştirilebilir. Şehirde ‘yol’, ‘bina’ ve ‘plaza’lardan başka bir şey görmeyen ve şehri ‘piknik alanı’ görenlerin anlayabilecekleri bir şey değildir bu.
Bu anlamda ‘canlılık belirtileri’ taşıyan Trabzon nerededir ? Trabzonlu olma “hali”nin ne olduğu üzerinde düşünebilen, ‘düş görebilen’ ve düşünü tabir edebilen bu tabirle yollara ‘düşebilen’lerin bulunduğu şehir Trabzon’dur.
Yaşadığı şehir aklına gelmeyenlerin şehirde ‘yaşadığı’ndan bahsedilebilir mi?
Yaşadığı şehri ‘meşin toptan ibaret’ zanneden ve ‘fizikî refleksler’i şehrin ve şehrin insanlarının total ifadesi gören anlayışın Trabzon’u giderek istilâ etmesi kaygı verici değil midir? Binyılların şehir medeniyetini ‘şehir futbolu’na kadar indirgemenin zaman zaman şehri nasıl bir gerilime, nasıl bir ‘zihin yapısı’na soktuğunu farkedebiliyor muyuz? Bu konuyu ayrı bir yazıya bırakarak bazı tesbit ve sorularla yazımızı bitirmeye çalışalım.
Şehrin “vazgeçemeyeceğimiz şehir” olmasının bizi “terbiye etme” derecesiyle ilgili olduğunu biliyor muyuz?
Kültürümüzde Peygamberlerin yaşadığı şehirlerden ülkemizin herhangi bir şehrine gelenlere gösterilen “saygı”yı hatırladığımızda ‘şehir terbiyesi’nin ve şehirliliğin ölçüsünün ‘ne olduğu’nu daha iyi anlarız.
Tarih içinde bir şehri görmekle, tarihten bugüne uzanan çizgide aynı şehri görmek, bizi şehrimize, şehrimizi de bize yabancılaştırmamış, yakınlaştırmış demektir.
Tamamen insan taleplerinin gerçekleştirilmesinden ibaret olan şehrin “imar ve inşası” nı “inşaat”a ve “fizyolojik ihtiyaç”a indirgemeden Trabzon’u görmeye çalışmak Trabzon’lu olmanın gereklerindendir. Şehri ve şehrin tüm unsurlarını ‘insan talepleri’nin doğurduğunu düşündüğümüzde “neleri talep etmemiz” ve “talep haline getirmemiz”in üzerinde düşünsek şehrimizin ‘vazgeçemeyeceğimiz şehir’ olduğuna doğru önemli adım atıyoruz diye düşünüyorum.
Şair gibi “muhacirane gezer ağlarım diyârımda” dememek için “yer”imize sahip çıkmak için “yerli”liğin gereklerini yerine getirelim.. Şehrimiz yani yerimiz yoksa yerliliğimiz de yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder