Yahya DÜZENLİ, 29 Ekim 2008
Yeryüzü coğrafyasına yayılmış bir “medeniyet”in organizmasını oluşturan şehirlerin kendi ikliminden uzaklaşıp ‘yaban eller’den esen rüzgârlara karşı uzun süre dayanıp/direnip, en sonunda “kemalde başlayan zeval”le birlikte yakalandığı hastalık, öncelikle ‘eklem ağrıları’ şeklinde ortaya çıkar. Bu eklem ağrıları şehri bütünüyle istilâ etmese de şehrin hayatiyetini/yürüyüşünü sağlayan organlarda “kireçlenme”ye sebep olur ve o medeniyet şehri giderek kendini taşıyamaz ve hareket edemez hale gelir. Böyle bir şehirde herkes, kalabalıklar içerisinde ‘atomize’ olmuştur. Yalnızdır. Ortak meseleleri yoktur. Ortak dilleri yoktur. Herkes her şeyle meşguldür, ilişki halindedir, “yalnız değilmiş” gibidirler ama gerçekte herkes ‘yokedici yalnızlığı’ yaşamaktadır.
Medeniyet şehirleri için en tehlikeli hastalık işte bu ‘eklem ağrıları’dır. Bu ağrılar diğer ağrıların da tetikleyicisidir. Alınan ‘ağrı kesiciler/uyuşturucular’ bu ağrıları geçici süre ‘unutturur’ ancak yok etmez. Bağlamından kopmuş spor-futbol, müzik, eğlence kültürü, mekanik bir iş hayatı, metalik ilişkiler, yapay kültür-sanat tutkuları, vs. vs. bu “eklem ağrıları”na karşı üretilmiş ‘uyuşturucu’lardır. Artık vücut sağlığından ümidini kesmiştir. Ümitsizlik şüpheye, şüphe ‘kendini imhaya’ dönüşmüştür. Giderek bu hal, şehri bütünüyle eklem ağrılarının kuşattığı “kas yığını”ndan ibaret bir organizmaya dönüştürür. Bu da şehrin ölümüdür.
Bütün bunları “Trabzon”u zihinlerimizde canlı tutarak ifade ediyoruz. “Yapay uğraş”ları önüne alarak “genel anestezi” halini yaşadığı için “eklem ağrılarının farkında olmayan ancak, “yürüyüşü”nden ağrıları dışa vuran bir Trabzon var karşımızda. Başkaları ne düşünürse düşünsün böyle bir “şehir gerçekliği”yle muhatabız. İçinde yaşayanların durumu da tıpkı Üstad Necip Fazıl’a sorulan “Yeni nesli nası buluyorsunuz?” sorusuna soru sorarak verdiği “kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?” cevabında ifadesini bulmaktadır.
“Eklem ağrıları”nın farkına varmak, şehrin yürüyüşüne, kendisine sahip çıkmasıdır.
Trabzon’un bugün yoğun olarak yöneldiği “futbol taassubu-tutkusu” eklem ağrısını da aşmış, anestezik bir cinnet halidir.
Bünyesiyle homojenize olmayan organlarla hayat sürmeye çalışırken ‘doku uyuşmazlığı’ yaşadığının farkında değildir. Bu ‘harici-ithal doku’lar bünyesine o denli yapışmıştır ki kanını emmesine rağmen bundan ‘mistik bir haz’ duymaktadır.
Trabzon; bütünüyle “fizik tedavi”ye muhtaç eklem ağrılarını yaşamaktadır.
Yaralarının üzerine çektiği “bandaj”lar yaralarını tedavi etmiyor, aksine gizleyerek daha da enfekte ediyor.
Eski deyimle “efradını cami ağyarını mani: kendisine ait her şeyi içine alan, toplayan - kendinden olmayan her şeyi dışarıda bırakan” bir çekim gücüne sahip Trabzon, “değer üreten, devralan, hazmeden ve toplayan” bir şehir olmaktan uzaklaşıp, eklem ağrılarıyla yaşamayı bir “hayat tarzı” olarak sürdürdüğü sürece tek kelimeyle “Nekropol: Ölüler şehri” olarak kalacaktır.
Nekropol… Ölüler şehri… Ne korkunç bir kelime… Asla yan yana gelmemesi gereken iki kelime: Nekropol ve Trabzon… İnsanı ‘kendine çağıran’, çağırdıkça da insana yaşadığını ‘hissettiren’ şehir olmaktan nekropol: ölüler şehrine dönüşme…
Şunu unutmuyoruz: Nekropol sadece ‘fizikî ölü’ler şehri değildir. Bir şehri aidiyet dünyasından, tarihî hayat damarlarından kopararak onu ‘haz’dan, ‘hız’dan ve ‘kas’tan ibaret bir hayata sürüklemek de “nekropol=ölüler şehri” haline getirmektir.
Trabzon bu anlamıyla, yukarıda bahsettiğimiz ‘eklem ağrıları’nı ilerletmekle yaşayan bir ‘nekropol’e doğru mu gidiyor?
Trabzon’un bir “medeniyet şehri” olduğu 1461’in Ekim ayında, yani fethin 547. yıldönümünde ‘eklem ağrıları’nı ve ‘nekropol’ü hatırlamak Trabzon’a haksızlık değil midir?
Paniğe, korkuya, karabasanlara kapı aralamıyoruz. “Nekropol: Ölüler şehri”ni düşündüğümüzde ‘yaşayanlar şehri’ni, ‘fetih şehri’ni, ‘medeniyet şehri’ni daha iyi anlayabilir ve anlamlandırabiliriz. Onun için Trabzon ve nekropol kelimeleri birden zihnimize üşüştü.
A. Hamdi Tanpınar “Beş Şehir”de İstanbul için “Fatih’in İstanbul fethinden evvelki uykusuzlukları, Bâkî’nin ve Nedim’in, Neşatî ve Nâili’nin, Sinan’la Hayreddin’in, Kasım’ın, Itrî ile Dede’nin, Seyyit Nuh’la Tab’i Mustafa Efendi’nin ve daha yüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklü bir kaderi kendisine taşımasından gelen bir sabırsızlıktan başka ne olabilir? Ve eğer o mübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıl doğarlar, hangi mucize ile eski hayat ağacı yeni meyvalarla donanırdı?”
İşte “Fatih’in mübarek ağrı”larıyla şehrimizin bugün yaşadığı “eklem ağrıları” arasındaki farkı anlayabilirsek Trabzon’u anlayabiliriz.
Fetih ağrıları şehri “imar” ederken, bugünkü eklem ağrıları şehri “imha”ya götürüyor.
Şehrin fatihlerinin ‘fetih ve medeniyet’ uykusuzluklarından kaynaklanan “mübarek ağrı”ları 547 yıl sonra o şehirde ‘eklem ağrıları’na dönüşüyorsa “eyvâh!” demekten başka ne yapılabilir? Eyvah diyebiliyorsak, şehirde feryâd edebiliyorsak yapacağımız çok şey var demektir.
Çok şey… “Şehre ait olduğunu iddia edenler”in sorumluluklarını yeniden idraki…
Gene Tanpınar “Beş Şehir”de kaybolan şehri’ne yıllar sonra bakar ve “hepsi de zaman mahzeninde bir nevi cüzama tutulmuş gibi zavallı ve halsiz” kalan şehirden bahseder ve onlar uzaktan kendisine:
“Ya, işte böyleyiz, bir rüyadan arta kalmanın sonu budur!” der.
Bir medeniyetten uzaklaşmanın/uzaklaştırılmanın, kopmanın/koparılmanın, yâni “yaşanmış-tâbir edilmiş rüya”dan geriye kalmanın sonu ‘hüzün’ ve hüsran olmamalı! Trabzon bu hüznü yaşamamalı !
Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde Trabzon yok ama Trabzon’u bir medeniyet şehri yapan ruha sahip şehirlerden birkaçı var. Trabzon’un ruhu var oralarda. Biz de yazımızı beş şehrin sonunda Tanpınar gibi bitirelim:
“Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim, seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Belki onlar da bana kendi tecrübelerinden, her adımda karşılarına çıkan sert duvarlardan bahsediyorlar: “Biz de senin gibiydik” diyorlar. “Hiçbir suale cevap alamazsın. Asıl olan içindeki hasrettir; onu söndürmemeye çalış.”
Biz de “içimizdeki Trabzon hasreti”ni söndürmemeye çalışarak, Üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla şehir idrakimizi hatırlıyoruz: “Yaran kabuk tutmasın, her an deş tazelensin! Sen ağla, gâfil gülsün, nâdân yelpazelensin!”
Trabzon sevdamızı her an canlı ve taze tutacak mükellefiyetlerimiz ‘sevdamızın kabuk tutmaması’yla kaim… Onu her an “deşip tazele”rsek Trabzon’lu “olma”nın cümle kapısına yaklaşabiliriz.
Eklem ağrıları, Fetih ağrıları, Nekropol… derken “kendini idrak eden” bir şehre doğru hayallerimizi diri tutarak, ‘rüya görerek’ yürümeye devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder