Yahya DÜZENLİ, 29 Nisan 2009
İnsanların yaşadığı olayların birbirine benzerliği kadar, bazen şehirlerin de birbirine benzeyen önemli çizgileri, kırılma anları vardır. Bu çizgilerden yola çıkarak o şehirler hakkında önemli ‘okuma’lar yapabiliriz. Şehirlere ilişkin tarihçilerin, antropologların, filologların, mimarların, coğrafyacıların, vs. alanlarıyla ilgili tesbit ve analitik gözlemlerinin önemi kadar “seyyah”ların doğrudan gözlem ve tesbitleri de ilginç ve önemlidir.
Batılı gezginlerin ‘doğu’ya yaptıkları gezi notlarında, seyahatnamelerde; doğrudan veya dolaylı olarak ilginç ve önemli tesbitlere rastlanır. Batılı gezginlerden Marco Polo’nun 13. yy.’da Uzakdoğu’ya seyahatinden tutunuz da 15. yy.da İspanyol seyyah Clavijo’ya, devamla da XV-XIX. yüzyıllar arası Osmanlı topraklarına yapılan seyahatlerde tutulan notlar yayınlandıkça ilginç gözlemlere, tesbitlere, değerlendirmelere şahit olabiliyoruz. Aynı şekilde Evliya Çelebi başta olmak üzere diğer Doğulu-Müslüman gezginlerin seyahatnamelerindeki batılılara ilişkin gözlemler, değerlendirmeler de ilginç ve önemlidir. Bizim üzerinde yaşarken fark edemediğimiz, önemsiz bulduğumuz bir ayrıntı, gözlemci bir seyyah için o toplumun genetiğini yakalamaya sebep olabiliyor. İçerisinde yaşarken bizim fark edemediğimiz “şehir” bir seyyahın notlarında bizi hayrete düşürecek niteliklerde olabiliyor.
1573 yılında İstanbul’a gelen Paris’li Filip dö Frens Kanay (Philippe du Frense-Canaye) “Seyahatnamesi”nde “İstanbul ve Çevresi” ara başlığı altında şu cümleyi kullanır: “… Buradan sonra İstanbul’u ve Trabzon’u alan Sultan Mehmed…” Batılı önemli bir seyyahın 16. yüzyılda gördüklerini anlatırken ve ismi İstanbul’la bütünleşmiş Fatih’den bahsederken “…İstanbul’u ve Trabzon’u alan” diye Trabzon’dan da sözetmesi sıradan bir ifade değildir.
İstanbul ve Trabzon, bir batılı gezginde Fatih’i tanımlamada o kadar önemlidir ki; döneminde birçok dikkat çeken fetihlerine rağmen “İstanbul ve Trabzon”dan sözetmesi bu iki şehrin “sembol” önemde olduklarını gösteriyor. Ayrıca İstanbul ve Trabzon’un batılıların bilinçaltındaki mühim yerine de işaret ediyor.
Çünkü Roma İmparatorluğu’nun “Bizans” olarak varlığını sürdüren Anadolu’nun batısı ve doğusundaki iki önemli “şehir devletleri” İstanbul ve Trabzon’dur.
Filip Kanay’ın “…İstanbul ve Trabzon’u alan..” ifadesi bana, tarihî süreçte bu iki medeniyet şehri arasındaki önemli benzerlikleri hatırlattı. İki şehir arasında gerek toplumsal hayat, kültürel doku, şehir dokusu, gerek mekânlar, gerekse de olaylar bakımından çok sayıda benzerlikler var. Ancak önemli birkaç benzerliğe dikkat çekmek istiyorum..
İstanbul ve Trabzon…
· Birisi Batı’nın diğeri Doğu’nun stratejik-sembol şehirleri.. İkisine de XV. Yüzyılda Bizans’lı hanedanlar hükmediyor. İstanbul “Konstantin’in Şehri”, Trabzon “Komnen’lerin Şehri”..
İstanbul Haçlı Seferlerinde Katolik Latinlerin işgaline uğrar ve şehir tamamen tahrip edilir. Şehrin yönetimini elinde bulunduran Komnen Hanedanı ise Trabzon’a kaçar ve orada “Trabzon İmparatorluğu”nu kurar ve devam ettirirler..
· Her iki şehir de Fatih Sultan Mehmed tarafından, dönemin tarihçilerinin “meşakkatli” dedikleri sefer hazırlıklarıyla fethediliyor. İstanbul: 1453, Trabzon: 1461’de. Trabzon’un fethinden sonra Komnenos ailesi ve daha birçok aile İstanbul’a gönderiliyor ve iskân ettiriliyor.
· Her ikisinde de Hristiyanlığın sembol anıt-mabedlerinden “Ayasofya” var. Ayasofya, orijinal ismiyle “Hagia Sophia” yâni “Kutsal Hikmet” demek. Anlamının kavramsal derinliğini düşünün.. İlk olarak İmparator Konstantin tarafından 360 yılında 5,5 yılda yaptırılan İstanbul Ayasofya, 415 yılında yenilenir. 537 yılında da İmparator Justinien tarafından muhteşem bir şekilde yeniden hristiyanlara açılır. Trabzon Ayasofya ise Kral Manuel Komnenos tarafından 1250-1260 yılları arasında inşa edilir. İstanbul Ayasofya 1093 yıl, Trabzon Ayasofya ise 321 yıl Hristiyanlığın sembolü kilise olarak kalırlar.
· İkisinin de ismi değiştirilmiyor. İstanbul’un fethiyle birlikte fetih sembolü olarak Ayasofya “cami”ye çevriliyor ve 474 yıl Müslümanların mabedi olarak kalıyor. Trabzon’un fethinden sonra da Trabzon Ayasofya kilisesi 1572’de camiye çevriliyor ve 392 yıl Müslümanların ibadetine mekân oluyor.
İki Ayasofya’nın cumhuriyet döneminde çok hazîn maceraları ve akıbetleri var.
İki Ayasofya da “restorasyon bahanesi”yle önce onarıma alınıp ibadete kapatılıyor, sonra da müzeye çevriliyor. İstanbul Ayasofya 1935’te, Trabzon Ayasofya ise 1958’de ibadete kapatılıyor ve günümüzde “cansız bir müze” olarak varlığını sürdürüyorlar. Asıl hazîn olan önemli bir husus da; Trabzon Ayasofya camii’nin Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi işbirliğiyle 1958-1964 yılları arasında restore çalışmaları sırasında, Osmanlı’nın yaptırdığı ‘ek’lerin yıkılması, Osmanlı’ya ait izlerin-unsurların ortadan kaldırılmasıdır. Osmanlı döneminde 392 yıl gibi uzun bir tarihsel değer taşıyan Trabzon Ayasofya’daki “mabed tezyini” de yok ediliyor.
Ayasofya’lar üzerinden okunacak bir şehir tarihi, bizi iki ayrı dünya görüşü ve medeniyetin iki ayrı köklerine ve sembollerine getiriyor. Öyle ki; bütün bir batı tarihini kuşatacak önemde semboller.
“Tarihsel aidiyet zorlayıcıdır.” diye önemli bir söz var. Buna ilaveten aynı zamanda “tarihsel aidiyet bağlayıcıdır” da. Bugün bu iki şehre ve iki mabede baktığımızda bizi nelere zorladığı ve nelerle bağladığını da anlayabiliriz.
Tarihsel genetik toplumların geleneklerini ve geleceklerini tayin eder. Değerlerini oluşturur. Yaşama biçimini her çağın özelliklerine göre şekillendirir. İstanbul Ayasofya’nın tarihteki sembolik önemini ifade eden imparatorun sözü bugün dehşet bir şekilde kulaklarımızı tırmalıyor. Ayasofya’yı muhteşem biçimde yeniden yapılandıran Kral Justinien’in açılış töreninde (Hz. Süleyman ve Mescid-i Aksa’yı kastederek) “Ey Süleyman ! İşte şimdi seni geçtim ! ” sözü Ayasofya’nın ve tabii Ayasofya’ların ‘neyin sembolü’ olduğuna şahittir !
Ayasofya camiye dönüştürüldükten sonra Fatih’in meşhur “Ayasofya Vakfiyesi”yle nesilden nesile intikali sağlanıyor. Trabzon Ayasofya’ya ait böyle özel bir Vakfiye’ye bugüne kadar rastlanılamadı. Ancak vakfiye benzeri kayıtlar bulunuyor.
Fatih’in 1471 tarihli Vakfiyesi’ndeki şu satırları tarihin koridorundan yankılanarak ruhumuzu titretmiyor mu? İşte özet ifadelerle meşhur vakfiyeden ifadeler:
“…Kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tadile koşarsa, fasit veya fasık bir te’ville Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve …. mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın… Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.”
Trabzon Ayasofya da içinde olmak üzere tüm Ayasofyalar için “ana vakfiye” telakki ettiğimiz bu Vakfiyedeki ikazlar bize ne söyler? Ayasofya’lar şehrimize ve bize çok şeyler söylemeli. Söyleyemiyorsa (Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi) “Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler…” mi dersiniz?
Şehirlerin neye inandığını, neyi temsil ettiğini, bu dünya ve ötesi mesajını mabedler taşır ve temsil eder. Mabedlerimiz şehirlerimizin, şehirlerimiz medeniyetimizin sembolleridir.
Tarihî şehirler; mabedleriyle de hem yerlilere hem yabancılara mesaj verirler. Yabancılar mesajı alıyor ve okuyorlar ! Yerliler alıyor ve okuyabiliyor mu?
Hoş, kim yerli kim yabancı o da karıştı ya !
İstanbul ve Trabzon… İçindekiler farkına varmasa da tarihî süreç; Trabzon’un İstanbul kadar önemli olduğuna şahitlik ediyor. Bugün de öyle..
Anlaşılıyor mu tarihsel aidiyetin zorlayıcılığı, bağlayıcılığı, kuşatıcılığı !
Gene Üstad Necip Fazıl’ın 1939’daki bir tesbiti hücum etti kalemime: “Bu tarzda olağandışı tecelliler, insanı, kendi memleketinde seyyah haline getiriyor. Şaire hak veriyorum: Muhacirane gezer, ağlarım diyarımda.”
Bir fatih, iki şehir, iki mabed ve iki hazîn akıbet !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder