22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHİRSİZ KALMAK veya ŞEHİRDE HAYAL KURMAK...

YAHYA DÜZENLİ, 21 Ocak 2009

Büyük ârif Feridüddin Attar XII. yy.’da yazdığı “Mantık et-tayr:Kuşların Dili”nde efsanevî kuş Simurg’un bir gece yarısı Çin ülkesinde göründüğünü ve o ülkeye kanadından bir tüy düştüğünü belirterek devamla şöyle der: “bütün şehirler birbirine değdi... Herkes o bir tüyden başka çeşit bir nakış, bir resim elde etti…Bütün bu eserler onun parlaklığından meydana geldi… bütün bu ışıklar kanadının bir tek tüyündeki nakıştan zuhur etti..”

Attar’ın bu efsanevî hikâyesi, medeniyetle şehir arasındaki ilişkinin aşkın ifadesinin, şehrin medeniyetlerin yatağı ve kaynağı olduğunun, her şehrin kendine mahsus yeryüzü tasarımları bulunduğunun ve bir kristale vuran ışığın o kristalin özelliklerine göre ışığı yansıtması gibi şehirlerin de ‘yaşanmaya değer hayat’ sunmasının o “değer”leri aslına uygun ‘yaşatabilmesi’ne bağlı olduğuna vurgu yapar.

Ve de Attar’ın bu hikâyesinden medeniyete kaynaklık eden şehirlerin o medeniyete adını verdiğini de çıkarabiliyoruz. Medine-Medeniyet ilişkisinde olduğu gibi…

Antik dönemlerde de insanların toplumsal kimliği ve aidiyeti, yaşadıkları şehre nisbet edilerek tanımlanırdı. Meselâ “Roma’lı” dendiğinde İmparatorluk vatandaşlığı ile ‘kentli kimliği’ birbiriyle örtüşmüştü. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü de şehrin merkezî çekim gücü ile imparatorluğun görkeminin ifadesiydi. Öncelikle Site-Şehir devletleri olarak ortaya çıkan ve her biri ayrı bir ‘kimlik’ ifade eden bu şehir devletleri istilâ ve yayılmalarla büyüseler de kendilerine kaynaklık eden şehirle anılmayı sürdürmüşlerdir. Aslında bu “şehirli kimlik ve aidiyet”; bugün hem dünyamızda hem de ülkemizde tartışmaların ve yeni tanım arayışlarının sürdüğü kimliğin indirgenmek istendiği ‘etnisite’ de dahil olmak üzere kimliğe ilişkin tüm belirsizliklerin, problemlerin, çatışmaların da ortak bir eksende çözümünün işaretlerini taşıyor. Yâni şehir kimliği ayrıştırıcı değil, ‘kompoze’ bir yaşama biçimini ortaya çıkarıyor.

Kendi medeniyet coğrafyamızda da öncelikle Mekke, Medine, Kudüs gibi ‘model şehir’lerin de manâ ve renklerini sirayet ettirdikleri tüm coğrafya ve topluluklarda ‘kompoze’ bir yaşama kültürü oluşuyor. Bu üç ‘taç şehir’in ve medeniyet coğrafyamızın Bağdat, Semerkant, Kurtuba, İstanbul gibi şehirlerinin kuruluşlarından bugüne kadar geçen tarih ve kültürüne kesitler halinde baktığımızda bu gerçeği görebiliyoruz.

Modern zamanlarda ise şehirlerin çoğalması, iletişimde yaşanan gelişmeler, tekno-kültürel çeşitlilik ve baskın teknolojilerin ‘istilâ’sı, 20. yüzyılın ulus devletle önümüze çıkması bu “şehirli” kimliklerin, aidiyetlerin, medeniyet göstergelerinin farklılıklarını, zenginliklerini, birbirleriyle olan ilişkilerini oldukça daraltarak, tekdüze, birbirlerinin kopyası hale getirdi. Böylece şehirler; modern malzeme, eşya ve enstrumanlarla hiçbir insanî ve estetik kaygıya yer vermeden oluşturulan-kuşatılan ve içindekilerin de ‘bitkisel hayat’a mahkûm edildiği bir ‘toplu kamp’ haline dönüşüyor.

Medeniyetleri doğuran ve devam ettiren şehirlerin insanlara sunduğu ‘kompoze’ kültür; ‘değerlerle yaşama’ gibi bir ‘kök idrak’in farkında olmayı gerektiriyor. Bu ‘kök idrak’, ‘medeniyet şehirleri’nin genlerinde, ‘harekete geçeği’ şartları bekleyen mikroorganizmalar gibi her dem taze ve canlı bir biçimde bekliyor.

Trabzon’umuz de böylesine bir ‘muallâ şehir’ olarak, köklerindeki manâyı kavrayacak medeniyet yürütücülerini arıyor. Bunları bulabilmesi, bunların kendisini ‘idrak’ edebilmesine bağlı.. Bunun da çaresi, “Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen ?” diyen şâirdeki duyarlılığı anlayabilmekle mümkündür.

Attâr’la başladık Cüneyd’le devam edelim…

Büyüklerden Cüneyd’e sormuşlar: “İnsan ne zaman gönül huzuruna erişir?”
Cevap vermiş Cüneyd: “Gönülsüz kaldığı zaman!”

Bu ‘derinlik’ten pay almaya çalışarak biz de soralım: “İnsan ne zaman şehrine erişir?”
Herhalde cevabı: “Şehirsiz kaldığı zaman!” olmalı. Yâni insan, şehri bütünüyle idrak edip, onda yaşayıp fani olduğu, şehirle kendisini bütünleştirdiği zaman… Eski deyimle “fena fiş-şehr” olduğu zaman…

Veya Üstad Necip Fazıl’ın İstanbul’u vecd içinde vasfederken söylediği, “Ruhumu eritip te kalıpta dondurmuşlar. Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısraını Trabzon’a giydirebilirsek…

Yıllardır şehrimizin yüzüne takılıp çıkarılan, tekrar takılıp çıkarıla çıkarıla tahribatlara sebep olan maskelerin atılıp, yerini kendi-aslî yüzü alıncaya, yâni ‘ben idraki’ne kavuşuncaya kadar şehrimiz ‘bizim’ değildir. ‘Bizim’ olması için, bizim de maskelerimizi atmamız elzemdir.

Şehirde ‘bulunmak’la şehirde ‘olmak’ arasındaki yer ve idrak farkını kavrayabiliyorsak o zaman ‘şehirdeyiz’, o zaman ‘şehirdeniz’, o zaman ‘şehirleyiz’, o zaman ‘şehirliyiz ! Şehirli olabilmek için şehirde şehir için hayallerinizin olması gerek! Şehrimizin geleceği kuracağımız hayallere bağlıdır.

Şehrimize döndüğümüzde… “Trabzon”lu olmak bir ‘medeniyet, aidiyet ve kimlik’ ihtiva ve ifade edebiliyorsa, muhatabına haşyet, hürmet, tedaî telkin edebiliyorsa, yâni bunları hissettirebiliyorsa Trabzon’un ve Trabzonlu’luğun bir manası vardır. Trabzon da Trabzon insanı da ‘kıvamı’nı bulmuş demektir. Aksi halde Trabzon sıradan bir coğrafya ve üzerinde yaşayanlar sıradan canlılardan ibarettir. “Trabzon’lu”luk da itibarı olmayan hamasi bir kartvizitten ibarettir.

Attâr’ın efsanevî-hikemî hikâyesindeki şehirden yola çıktık gene ne hayallere daldık !

Bugünlerin kaskatı reel-politiği, kaotiği içinde bu satırların yeri, anlamı var mı?

Var ! Nasıl? Divan şairi söylesin:

“Bu şârda hayâllerin haddi vü şümarı yok !”
(Bu şehirde hayal kurmanın sınırı ve hesabı yok)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder