Yahya DÜZENLİ, 20 Şubat 2008
Bir şehri ‘değer’li, ‘erdem’li yapan, ‘yaşanmaya değer’ kılan nedir?
Bir şehrin tarihinin kronolojik zaman dilimleri halinde zorlama veya doğal olarak kadîm zamanlara (esatir-i evvelin-mitoloji) kadar uzatılmasının/dayandırılmasının çok fazla önemi, değeri var mıdır? Bir şehre, bir mekâna kimlik kazandıran onun geçmiş zaman dilimindeki uzunluğu/yaşama süresi midir? Veya onun jeo-stratejik bir coğrafyada bulunması mıdır?
Bu sorulara verilecek cevap: “Nereden baktığınız” ve bu “bakış”ınızı besleyen/oluşturan sebepler/sonuçlardır. Bu bakışınızı istinat ettirdiğiniz şey, yani referanslarınız eğer o şehri tüm zamanlar boyunca iddialı kılıyorsa, iddialarını sürekli hale getiriyorsa, bu iddiaları her yeni zaman ve mekân şartlarında devam ettirebiliyorsa, işte orası bir “erdemli şehir”dir.
Şehir bizatihî bir “değer” midir? Şehrin “değerleri” nedir? Şehir, ‘mobilya’larıyla mı, antikalarıyla mı değer kazanır? Bir şehri “diğerleri”nden ayıran nesne ötesi “değerler midir?” Bu “değer”ler, insanların fiziken yaşadıkları şehirde “değer gördükleri”midir? Değeri, müzelik malzemeleri ve ‘geçmişinin küllerinde kıvılcım aramak’ tan ibaret olanlar değerlendirmeye değmeyecek olanlar değil midir? Ve şehir sadece plastik bir dekordan ibaretse, gelip geçen mevsimler o dekorları hızla yerle bir etmeyecek midir?
Taşıdığı ağırlığın, yüklendiği misyonun, yöneldiği amacın farkında olmayan şehir ve bu şehrin insanları bir değer taşıyıcısı olamayacak kadar varlığından habersiz kütle ve objelerdir.
Yeni modern zamanlar, coğrafyanın neredeyse ortadan kalktığı, tarihin ise giderek lokalize olduğu bambaşka, bilinmeyenlere gebe günleri doğuruyor. Bu doğuşlar kimi şehirler ve insanlar için aynı zamanda yokoluş demektir. Hayalleri olmayan, rüya göremeyen insanların üzerine ayak bastıkları toprak “şehir” olabilir mi?
Şehir ve şehre şahitlik iddiası…Sözü Trabzon’a getirmek istediğimi söylemeye gerek yok..
Trabzon’u şemalara, barkotlara hapsetmeden, bu manâsıyla baktığımızda; bu şehrin “bir zamanlar kimliği, kişiliği vardı”. Ve insanlarının “bir zamanlar bizim de hayallerimiz, rüyalarımız vardı” bilinçaltı kompleksinden kurtularak yeniden rüya görecekleri, iddialarını güncelleyebileceği ses ve dilini halâ korumuş olduğunu düşünmek, çok abartılı olmasa gerek.
Şemalar/şablonlar içerisine bazı soruları/manâları sıkıştırarak Trabzon için bir sıralama denemesi yapalım:
§ Şu teselliler :Sesini kaybeden şehir..Dilini kaybeden şehir.. Hâlini kaybeden şehir.. Kimliğini kaybeden şehir.. Anlamını kaybeden şehir..
§ Şu trajedi/dram : Ağlayan şehir.. Ağlatan şehir.. Tedirgin şehir… Hüzne kapılmış şehir..
§ Şu susayışlar: Sesini arayan şehir.. Sesini duyuran şehir.. Dilini arayan şehir..Yatağını arayan şehir..
§ Şu vakıa: Sesini anlatan şehir.. ‘Diliyle’ konuşan şehir..
§ Şu kompleks: Sesini saklayan şehir.. Dilini saklayan şehir.. Kimliğinden hicap duyan, saklayan şehir..
§ Şu “ben idraki” : Sesini anlayan şehir.. Sesini anlatan şehir.. Sesini dinleten şehir.. Dilini anlayan şehir.. Dilini anlatan şehir..
En nihayet: Medeniyet iddiası olan şehir..
Bütün bir şehrin sesine, diline, kimliğine, vs. ilişkin sıraladığımız anlamlandırmalar, birtakım şablonları, ölçülüp-tartılabilen, görülüp-sayılabilen nesnellikleri çağrıştırıyorsa, zihinlerimize objeleri-metaları üşüştürüyorsa ne şehri biliyoruz, ne şehrin dilini konuşabiliyoruz, ne de şehrimizi konuşturabiliyoruz demektir. Bir zihin kirlenmesine, bir idrak işgaline uğramışız demektir.
Peki Şehir ne zaman kütlesiyle değil de erdemiyle şehir olur? Şehirle şöhretin kökte akrabalık ilişkilerini düşündüğümüzde, iddiası ve farklılığı olan, ete-kemiğe bürünmüş bir mekândan bahsettiğimizi daha iyi anlarız. Bir batılı düşünür “şehir, halkın hep birlikte yalnız kaldığı yerdir.” sözüyle şehrin ifsad edici-yokedici tarafını vurgularken, bizim köklerimizde “halvet der encümen:toplum içerisinde yalnızlık” olarak gerçek ifadesini bulan hikmette ise şehrin toplululukları ‘ben idraki’ne sürükleyen bir temel işlevi olduğu da anlaşılır.
Evet... Şehir bir bakıma halvet der encümen hali, yani toplum içerisindeki yalnızlıktır. Şehri anlamlı kılabilmek bunu yapabilmektir. Bu bireycilik değil kendinde haldir. Şehrin içerisinde ve şehirle, şehirsiz olmayan bir halden bahsediyoruz. Modern zamanların getirdilerini tamamiyle göz ardı etmeden, yani şehre yeni gelenleri ıskalamadan onun içerisinde anlam avcılığına çıkabilmeden bahsediyoruz.
Şehir sizi içine çekip kucaklayabiliyorsa ‘erdemli’dir; yutuyorsa, şehirde kayboluyorsanız, şehir de yoktur, insan da..
Şehir’den kasdımız Trabzon, Trabzon’dan kasdımız da; yazılı tarihî ne kadar eskiye götürülürse götürülsün, derinliği nereye kadar uzanırsa uzansın, onun muhayyilelerde bulduğu anlam, insanında büründüğü muhteva derinliğinin nerelere kadar uzandığına şahitlik etmektir…Yaşanmaya değer yaşanmış bir ‘an’la, şuuruna varılmadan, sadece biyolojik bir canlı gibi sürdürülmüş yüzyıllar arasındaki fark, insanla bitki arasındaki canlılık farkı gibidir.
Yazımızın başına aldığımız Nabî’nin uyarısına kulak vermenin tam zamanıdır: Şehri bize anlatacak ârifler bulmanın zamanıdır artık. Tabii sende de ariflikten bir parça hüner var ise... Trabzon, her ne kadar yüzyıllar boyu bünyesinde bahadırlar barındırsa da artık, bahadırlıktan öte ârifleriyle sesini, dilini, kimliğini yeniden idrak etme günündedir.
Trabzon’a bir de bu gözle baksak daha neleri görürüz acaba?
Yoksa biz de Nedim gibi hayalde-rüyalarda bir dilber (Trabzon)’i mi vasfediyoruz:
“Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedîm
Bir perî suret görünmüş, bir hayâl olmuş sana”
Bu şehrin kapılarını sorularla açmaya devam edeceğiz. Doğru soru sorma kaygısı taşıdığımız sürece kapılar aralanmaya başlayacaktır.
Son bir not: Trabzon’a, ses’e, dil’e, kimliğe dair yazdıklarımızın divan şairinin söylediği gibi “ben ne dedim sen ne fehmittin?” şeklinde bir diyaloğa dönüşmemesi muradımızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder