29 Haziran 2009 Pazartesi

NECİP FAZIL'IN MEDENİYET TASAVVURU, TARİHÎ UYARISI VE AYDINLARIN NÜKSEDEN KAVRAMSAL SIĞLIKLARI...

NECİP FAZIL'IN MEDENİYET TASAVVURU, TARİHİ UYARISI VE
AYDINLARIN NÜKSEDEN KAVRAMSAL SIĞLIKLARI..


YAHYA DÜZENLİ


“bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor veya kusturuyor”
necip fazıl

“… Anadolu; kıtalar arası tarihi hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asya’nın Avrupa’ya bakan cumbası... “
necip fazıl


Tarihi hafızamızın derinliğine oluşmamış olması veya kimi zaman güncel olayların çekiciliğine kapılıp etrafımızda cereyan eden gerek ülke içi olayları, gerekse de uluslararası projeksiyonları derinlemesine çözümleme çabasına girememe, bu topraklar üzerinde yaşamış, mücadele vermiş derin düşünce adamlarını farkedememek, onların yaşadığı tarihi düşünce tecrübesi ve çözümlemeleri görememe gibi bir talihsizliği de beraberinde getiriyor.

Dünyamızın bünyesel bir patlamanın işaretlerini verdiği günümüzde, ABD kaynaklı uluslararası senaryoların tarihin ana oluşum kulvarlarından birisinde yani (sevimsiz bir deyimle)Ortadoğu’da sahneye konuluyor olması, giderek de Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı, kalmaması gereken mecralara çekiliyor olması, ister istemez bu coğrafya ve üzerinde yaşayan insanların tarihi derinliklerinden kopup gelen haykırış ve uyarıları duymamızı elzem kılıyor.

İşte bu tarihi haykırış ve uyarıların sahiplerinden biri: Necip Fazıl..

Medeniyetimizi yeniden harekete geçirecek ‘ben idraki’ni sürekli taşıyan: Necip Fazıl..

Burada öncelikle Büyük Ortadoğu çağrışımından yola çıkarak Büyük Doğu’yla benzerliklere kapı aralayan bir “yanlış karşılaştırma”yı; sonra Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün satır aralarında kalmış, fark edilmemiş, ancak Necip Fazıl tarafından yazıldığı zaman diliminde değil de bugün okunduğunda önümüze müthiş bir dünya fotoğrafı koyan ve bu fotoğrafta Türkiye’nin yerini ihtar eden, konumuzla sınırlı, oldukça kısa bir özet uyarısını gündeme getirmenin yararlı olacağını düşünüyorum.

ABD’nin 21. yüzyıl için hazırladığı Yeni Dünya Düzeni’nin parçası olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni gündeme getirdiği ve giderek bunu Geniş Ortadoğu Projesi olarak realize etmeye başladığı bir yıl kadar önce, bazı Müslüman çevreler tarafından “Büyük Ortadoğu Projesi” adından yola çıkarak, indirgemeci bir yaklaşımla Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu Projesi”yle ilişkilendirmeye girişilmesi, doğrusu müslüman aydınların düşünce zafiyetinin korkunç bir örneğini de sergiliyordu. Çünkü adından ve morfolojik benzerliğinden başka hiçbir benzerliğinin olmadığı, asla ortak bir modele indirgenemeyecek olan Büyük Doğu ile Büyük Ortadoğu’yu aynileştirmek, (şairin deyimiyle) “ancak tahsil ile olur bu kadar cehalet”! İki ayrı zihniyet dünyasına, dünya görüşüne ait, kaynağı ve hedefi itibariyle birbirine tam zıt kavram ve muhtevaları sun’i benzerliklerle, güya Necip Fazıl’ı ‘gördünüz mü Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su ABD tarafından gündeme getiriliyor” gibi benzetmeler, tesbitler, teşhisler, Necip Fazıl’ın sık kullandığı tabirle: Felix culpa yani mes’ut suç-mutlu cinayettir. Ve ne yazık ki; Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu’yla ABD’nin Büyük Ortadoğu’sunu benzeştirenler bu mesut cinayetlerinin farkında bile değillerdir. Necip Fazıl’ın 100. doğum yılı vesilesiyle kimi Müslüman aydınların böyle bir müthiş yanlışa düşmeleri affedilebilir bir dil sürçmesinin ötesinde affedilemez bir muhteva kaymasıdır.[1]

Burada biraz geriye yani 1980’li yıllara giderek Huntington’un Medeniyetler Çatışması adını verdiği projeksiyonu hatırlayalım. Huntington’un tezini özetlersek: “Yeni dünyada sürtüşmenin temel kaynağı, ideolojik veya ekonomik sürtüşmeler etrafında odaklanmayacak... Asıl sürtüşmeler, farklı uygarlıklara mensup uluslar ve gruplar arasında tezahür edecek... Gelecekteki en önemli sürtüşmeler, bu uygarlıkları birbirinden ayıran kültürel ayırım çizgileri etrafında patlak verecektir.. Çünkü, uygarlıklar arasındaki farklılıklar, sadece gerçek değil, aynı zamanda temel ve kaçınılmaz ayrılıklardır... Bu uygarlıklar: Batı Uygarlığı, Konfüçyanizm Uygarlığı, Japon Uygarlığı, İslam Uygarlığı, Hint Uygarlığı, Slav-Ortodoks Uygarlığı, Latin Amerika Uygarlığı ve muhtemelen Afrika Uygarlığı’ndan oluşmaktadır...”

Huntington’un bu tezi kimilerine göre tarihin tozlu raflarına kaldırıldı, kimilerine göre geçerliliğini koruyor. Biz burada her iki görüşün dışına çıkarak Huntington’un dünyanın 21. yüzyıldaki yeni yapılanmalarını uygarlık-medeniyet eksenine alan düşüncesinin geçerli olduğunu vurgulamakla yetinelim ve Necip Fazıl’a dönelim.

Necip Fazıl’daki medeniyet tasavvurunda veya bu bilincin toplumsal projesi olan Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü bütünüyle bir Medeniyet Projesi’dir. Öyle ki; daha cumhuriyetin kuruluşundan (1923) 16 yıl sonra yazdığı yazılarda “medeniyet tasavvuru”nu öne çıkararak (bugün bazı Müslüman aydınlarca yeni bir kavram olarak gündeme taşınan) kendi aidiyet dünyası içerisinde şunları söylüyor:

“.. Benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhi fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli ibdaların (oluşların) davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir varlıktır….

Tarihleri, doğuşları ve ruh mayaları bakımından Avrupa camiasının dışında olup da kendilerine yeni, köklü ve şahsiyetli bir tekevvün arayan milletlerce bugün, Avrupalı olmamak şerefini haykıran bir gün..” (1939, Çerçeve 1, s. 260).

İşte sadece bu satırlar Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su ile ABD’nin düşündüğü Büyük Ortadoğunun nasıl bir muhal benzetme içerisinde olduğunu anlatmaya yeterlidir sanıyorum.

Amerika’nın başlattığı, İngiltere ve İsrail’in de takviye ettiği şekilde gündeme önce Büyük Ortadoğu Projesi, şimdilerde ise Geniş Ortadoğu Projesi olarak gelen Fas’tan Moğolistan’a kadar uzanan Müslüman dünyaya yönelik bir mühendislik projesinin çağrıştırdığı Büyük Doğu ile Büyük Ortadoğu’nun asla benzer olamayacağına ilişkin gene Necip Fazıl’ın deyimi: “Bir fareden koparılan kılla bir filden koparılan kılın yanyana getirildiğinde ayırdedilemez bir tarafı var” Biri fil’e diğeri fare’ye aittir. Bu bağlamda baktığımızda Büyük Ortadoğu Projesinin sadece isim benzerliğinden öte Büyük Doğu’yla hiçbir benzerliği yoktur. Büyük Doğu, üstadın kendi ifadesiyle:

“En ulvi tecrid ve manalandırmalara, çok defa en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delaleti yüzünden davaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya planına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet planında arıyoruz. O, kendini mekan çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip…. Büyük Doğu, İslamiyetin emir subaylığı… Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece ‘sünnet ve cemaat ehli’ tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerin de en değerlisi ve pahalısı…” (İdeolocya Örgüsü, s. 8-10).

‘Orkestra, senfonya ve biz’ başlığı altında da:

“Bu senfonya, BÜYÜK DOĞU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece saf ve gerçek İslam ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan davasından ibarettir” (İdeolocya Örgüsü, s. 11).

Şimdi anlaşılıyor mu Necip Fazıl’ın dilinden Büyük Doğu’nun nasıl bir medeniyet tasavvuru veya bunun dışa dökülmüş ifadesiyle medeniyet projesi olduğu?

ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı ve şimdiki Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’ın Washington Post’ta Ağustos 2003’ün başında yazdığı makalede bazı önemli ayrıntılarını açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi’nde, Rice, ‘Ortadoğu’yu Değiştirmek’ başlığı altında 22 devletten oluşacak ve 300 milyon civarında nüfusa sahip bölgede Irak’ın işgalinin önemine vurgu yaparak “Irak’ın özgürleştirilmesi, bölgeye ikinci dünya savaşı sonrası Avrupa’da yaşananlarla kıyaslanabilecek bir değişim yaşatacak” diye yazıyordu.

İki cümle ile tamamlarsak: Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su bir medeniyet tasavvurudur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ise bir toplumsal mühendislik projesidir. Yani birisi varoluşa, diğeri yokederek başkalaştırmaya endekslidir.

Evet. ABD’nin kendi düşünce ve yaşama biçimini her türlü silahla, İslam dünyasını işgal ederek, oturtma çabası ‘değişim’ talebidir. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunun da bütünüyle medeniyet eksenli bir değişim talebi olmasından başka bir benzerliği olmayan bu iki kavramın daha fazla karşılaştırmasını yapmadan yazımızın başlığında söz konusu ettiğimiz Necip Fazıl’ın tarihi uyarısına gelelim…

* * *

Necip Fazıl; 1939 Mart’ından itibaren yazdığı yazılarda II. Dünya savaşının yaklaştığına ilişkin; “Beşeri bir kıyametin mukadder göründüğü” görüşünü hadiselerden yola çıkarak ortaya koyduktan sonra II. Dünya savaşının başlamasıyla birlikte zamanın gazeteleri onun hakkında şu tesbiti yaparlar: “BU ADAM NE DERSE ÇIKIYOR.”

Necip Fazıl’ın 21. yüzyılda “İslamın eşya ve hadiselere nakşedilme işinin dünya görüşü-manifestosu” biçiminde bütünleştirerek ortaya koyduğu İdeolocya Örgüsü’nde kimsenin farkına varmadığı öyle bir bölüm vardır ki; ancak feraset, basiret ve velayetle izah edilebilecek türdendir.

Necip Fazıl’ın günümüzden 40 yıl önce yazdıkları bugün adeta bir film gibi aynen, bütün aktörleriyle birebir sahneleniyor.

Evvela “SAHTE ŞANS DEVİRLERİ” başlıklı, 40 yıl önce bugüne ilişkin bu müthiş uyarıyı okuyalım:

“Başımıza düne, çeyrek asır evveline kadar gelen idarenin biricik özrü, kendi zamanına göre insanlığın içinde yüzdüğü dünya buhranıydı. Bu idare farkında değildi ki, bu hal de onun biricik talihiydi.

Zira bu idarenin, dış ihtilâtlarla asla alâkası olmadan, sadece iç bünyesindeki illet yüzünden her ân biraz daha meydana çıkmaya başlayan çehre karhaları, onun iş başında kaldığı dünya buhranının 10 yılı içinde demagocyaların en ucuziyle hep bu dünya buhranına atfedilmiş, hazımkâr millet de bu masalı hazmeder görünmüştür.

Harbe giren hiçbir milletin iktisadî, içtimaî, siyasî vaziyeti o zaman bizimki kadar bedbaht olmamış, harp ve istilâ zehirini tatmaktan kurtulabilmiş birkaç nâdir memleket de saadetin evcine ulaşmıştır. Bütün tecelli sahalarında en muztarip memleket, o gün, yalnız Türkiye olmuştur.

İkinci Dünya Harbi, bizim Cumhuriyet sonrası idare ve politika ölçümüzün içyüzünü birdenbire deşen, bir zarı patlatan, yumurtanın kabuğunu kırıp içindeki kokmuş maddeyi ortaya çıkaran bir amil olmuş; ani fiyasko ise, özrünü hemen dünya vaziyetine bağlamak açıkgözlülüğünü göstermeye kalkmıştır.

İlk 15 ve sonra 12 yıllık devirlerden birincisi; işin başlangıç merhalesindeki kazip saltanatı belirttiği, ikincisi ise zevale geçen bu saltanatın saçakları altından fışkırıcı hakikat ve akıbetleri dünya vaziyetiyle izaha imkan bulduğu için, kazip tarafından talihli kabul edilebilir.
1950’den sonra başlayan üçüncü devir ise, teslim aldığı şartlara göre, bu kazip talihlerden uzaklaşmaya doğru giden çetin bir çığır açıldığını görememiş, gösterememiş; hatta o da aynı sun’i yardım ve talih yollarını aramış, geliştirmiştir. Vatanı, dış yüzden süslemeye bakmış ve iç yüzleri kendisine dert edinmemiştir.

27 Mayıs ihtilâlini yapanlarsa, sahte talih ve hazin ucuzculuk bakımından dünyanın en şanslı adamları olmuş ve devirdikleri, esasen bozuk muvazenenin bir daha iade edilemez olması yüzünden, başımıza bugünkü idarî, ahlâkî, iktisadî, ruhî buhran çökmüş ve bütün bu sahte talih oluşlarının hesabını verme ve yükünü çekme devresi açılmıştı.”

Sentetik bir fırça darbesiyle Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin yönetim şekli ve muhtevasının resmini çizen Necip Fazıl, günümüze ilişkin o müthiş tesbitiyle devam ediyor:

“Asıl talihsizlik, yani hâdiseler tarafından himaye imtiyazından mahrum kalma vaziyeti, daha doğrusu tam istihkakına rücu ânı, yarın, bir dünya muvazenesi kurulduğu zaman belli olacak ve o vakit günlük ölçüler içinde bile bu milleti ayakta tutabilme zorluğu birdenbire belli olacaktır. Bakalım, o zaman da başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır.

Amerikanın, bizden, bütün yardımını hiç olmazsa bazı ıvazlar mukabili olarak isteyeceği veya büsbütün keseceği, Batı piyasasının piyasamızdan hiçbir şey çekemiyeceği, bütün kaynaklara mâlik Garp demokrasyalarının bize 180 derece arka çevireceği, Çin ve Hint pazarlarına giden hava ve kara yollarının bellibaşlı zabıtalar altına alınmak isteneceği, Türk Milletinden ise boşlukta mekân işgal etme hassası adına hangi şahsiyet ve ehliyete mâlik bulunduğu sorulacağı gün, başımızda bulunacak olan devlet mümessilleri, eğer hâlâ dünkü ölçünün bir devam ve istihalesini ifade edeceklerse, halimiz duman olacaktır.

Zira, gelmesi mukadder görünen böyle bir gün, sun’i tedbir ve sahte talih devirlerinin paydosunu da beraber getirecektir.

Bütün bir mazi, hal ve istikbal mikyasile dünya çapında nefs muhasebelerine girişen cins kafaları ve gerçek düşünürleri yetiştiremedikçe, alınan bütün tedbirler, yanık bir elin acısını muvakkaten dindirmek için kendisini suya batırıp daha korkunç acıları istikbâle tâlik etmesinden farklı olmayacak; ve herkes sahte talih tedbirleriyle gününü gün etmeye bakacaktır (İdeolocya Örgüsü, s.393-395 ).

Evet… Bu tesbitler feraset, basiret dediğimiz, olanlardan yola çıkarak, derinliğine bir tarihi muhasebe ile ileri derecede olabilecekleri sezme gibi müthiş bir melekenin dışa vurumlarıdır. Üstad adeta I. ve II. dünya savaşından ABD’deki 11 Eylül saldırıları’na, oradan günümüze kadar yaşanan ve Büyük Ortadoğu olarak projelenen süreci görmüş ve bizzat teşhis etmiş ve günümüz yöneticilerini uyarmıştır.

Kimi uyarıyor? “Bakalım, o zamanda başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır?” diye sorduğu, kendi düşüncelerinden beslendiğini ifade eden bir Başbakan (R. T. Erdoğan) ve Dışişleri Bakanı’nın (A. Gül) tek başına hükümet olduğu Türkiye’nin bugünkü yöneticilerini !

Tarihi kırılma noktasında; bakalım Büyük Doğu’dan beslendiklerini zaman zaman ifade eden 59. Hükümetin Başbakanı ve bazı bakanları, sahte şans devirlerinin artık sona erdiğinin ve varoluşun bizatihi kendi ayakları üzerinde durmakla gerçekleşebileceğinin farkına varabilmişler midir?

Necip Fazıl’ın; O gün başımızda bulunan idare asla sun’i tedbirlerle geçiştirilemeyecek bir zaman diliminde olan idare olacaktır, dediği bugünün yöneticileri müthiş bir talih ve talihsizlikle karşı karşıyadır. Ya bu milletin varoluşuna, veya yokoluşuna karar verilecek bir kavşakta, Türk milletinin varoluşunda nasıl pay sahibi olacaklardır?

Olamazlarsa, gene Necip Fazıl’ın bir antik yunan şairinden aktardığı bir mısra geliyor aklımıza: “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!” (Pindaros).

Üstadın “ben idraki”nin bir ifadesi olarak “benim olmadığım yerde kimse yoktur” cümlesiyle özetlediği sorumluluk bilincine ve Anadolu insanının varoluşuna ilişkin ‘İslamı Yenilemek’ başlığı altında şu cümleleriyle bitirelim yazımızı[2]:

“İslam, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar… İslamı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felaketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki halinde zuhur etmekle mükellef…” (İdeolocya Örgüsü’ne ek.)

Böyle bir mükellefiyet idraki ve sorumluluk bilinci..

Eski ve kendi toprağından sökülmüş bir tarihin, dilin, kültürün, halkın mihrak şahsiyeti Necip Fazıl’ın ütopyası olan BÜYÜK DOĞU, (Towarniki’nin Heidegger için söylediği) denenmesi gereken bir ilacın adı değil; bir görevin, bir işin adı… İlk kaynaktan fırlayan bir kıvılcım… O, üçbin yıl sonra da okunuyor olacak !”

Kendimize, yöremize, ülkemize, bölgemize ve küremize ait sorumluluklarımızı sürekli ihtar eden Necip Fazıl’ın Büyük Doğu idealizasyonu Büyük Doğu realizasyonuna dönüşebilir mi?

Necip Fazıl; düşüncede yapılması gerekli olan bir tarihi dönüşümü hazırladı..

Kim bakar, kim okur, kim anlar ve kim gerçekleştirir? İdrak yolları iltihaplı olmayanlar !



[1] Burada yeri gelmişken belirtmek gerekiyor: Necip Fazıl’ın 100. doğum yıldönümü vesilesiyle düzenlenen programların muhtevasının bırakınız Necip Fazıl’ı anlama; okuma zahmetine bile girmeden ortaya konulmuş yüzeysellikte, sığlıkta ve onun muhtevasıyla asla örtüştürülemeyecek ukalaca malumatfuruşluklarla dolu olduğunu görüyoruz. İkinci bir husus: 100. doğum yıldönümü anısına Kültür Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu Necip Fazıl Prestij Kitabı ve Hece Dergisi’nin Necip Fazıl Özel Sayısının da Necip Fazıl’ın zihniyet dünyasıyla asla örtüşmeyen, hatta onu anlatırken onun güttüğü davaya, sanata ve kavgaya tam zıt yazılarla doludur. Sırf ‘Necip Fazıl’dan bahsedilmiyordu, bu şekilde gündeme getirdik ‘ gibi kaba bir pragmatizmin, Necip Fazıl’ın ruhaniyetine saygısızlık olduğunu düşünüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder