26 Haziran 2009 Cuma

EZBER VE NECİP FAZIL..

“Kendilerini tabulaştıranlar”ın anlayamayacakları…
“EZBER” ve “NECİP FAZIL”

Yahya DÜZENLİ, Almıla Dergisi, Ankara, Kış-Bahar 2009 Sayı: 14-15

“bir tesirim varsa eğir;
Ya budalaca coşturuyor, veya kusturuyor!”
Necip Fazıl

İlginç bir düşünce koridorundan geçiyoruz…

Modern zamanların düşünme biçimi, sadece davranış kalıplarına etki etmekle kalmayıp, bütünüyle düşünce ve muhtevaları bloklayıp, kalıplara döken, idrakleri sarsan bir rüzgârda zihinleri de patolojik hale getiriyor. Giderek de zihinlerde “ölü bölgeler” meydana geliyor ve neticede oluşan hastalıklı bünye ile muhatap olunan her şey “hastalıklı görünmeye” başlıyor.

Bu tesbitimize örnek olarak “tabu” kelimesinden yola çıkarak, bir kitap dergisinde (Kitap Zamanı) “Tabulaştır!” başlığıyla yazılan bir yazıda sözkonusu edilen Necip Fazıl ve Nazım Hikmet örneklerinden yola çıkıp Necip Fazıl üzerinde biraz durmak istiyorum.

Meselâ ben, bütün bir dünya görüşümü borçlu olduğum, Allah, Peygamber, Sahabî, Velî, insan, hikmet, ruh, madde, hayat, ölüm, tarih, kültür, etnisite, medeniyet, şahsiyet, oluş, vs.vs. gibi “ontolojik-varlığa ilişkin” meselelerin örgü ve ölçüsünü borçlu olduğum, hayatımın tüm iş ve oluş alanlarında “ölçü niteliğinde ayna” bildiğim Necip Fazıl’ı tabulaştırıyor muyum?

Nerden ve nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. “Nisbet”le “tabu”yu birbirine karıştıranların veya “nisbet”in ne olduğundan habersiz olanların anlayamayacağı türden bir soru.

Üstad’la ilgili bir konuşmama şöyle başladığımı hatırlıyorum: “Ben Üstad’la ilgili 35 yıllık ezberleri olan birisiyim. Bu ezberler değişmeyecek, doğruluğu tartışılmayacak olan ezberlerdir. Hayata, insana, varlığa, muhatap olduğum her şeye bu ezberlerden yola çıkarak bakıyorum. Bu ezberler ‘hareketli ezberler’dir. ‘Söyletmen vurun’ tarzında bir halet-i ruhiye içerisinde değilim. Ancak; herkesin haddini bilmesi ve ahlâki tutarlılığını muhafaza etmesi kaydıyla...” Kimilerine göre “ezber”; değiştirilmesi gereken, mutlaka bozulması gerekendir. Oysa ki “ezber”in “hafıza” olduğunu bilenler, bu anlamda dünya görüşlerini sürekli besleyen, zenginleştiren, hıfz”etmeleri gereken “doğruları” olması gerektiğini de bilirler.

Bağlılığın, bir şahsın fikirlerinde “ifna olma”nın, etimolojisi ve bugünkü kullanımı itibariyle nasıl “tabu” gibi bir kelimeyle izah edilebildiğine hayret ettiğimi belirtmek istiyorum. Böylece bir yanlış üzerine bina edilen diğer yanlışların artık düzeltilemez yanlışlar dizisi halinde devam ettiğine tanık oluyoruz.

Sözkonusu “Tabulaştır!” yazısında “Türk edebiyatının ‘tabuları’ dediğimiz kişilerin-Necip Fazıl, Nazım Hikmet........ vs- çevreleri aslında klişelerden örülü duvarlarla çevrilidir..” Necip Fazıl’ın “felix culpa” yâni “mesut cinayet, mutlu suç” dediği, ““Bünyeye uymayan, bünye içinden gelmeyen, ana dayanağını bünyede kurmamış olan her hareket bir (Felix Culpa: Mesut cinayet)dır. Mağrur, fakat hakikatte mahrum (Felix Culpa)larla ezmeye çalıştıkları mahzun, fakat hakikatte her şeye malik şahsiyetimizi müdafa etmek için bu anahtar mefhum en büyük silahlardan biridir.”

Sözkonusu “tabulaştır!” yazısı da böylesine bir “felix culpa”.

Burada amacımız Necip Fazıl-Nazım Hikmet karşılaştırması, tercihi veya da Necip Fazıl’la Nazım Hikmet’i barıştırma garabetliği sergilemek değil. Sadece sözkonusu yazıyı yazan şahsın “Tabulaştır!”maktan yola çıkarak, aslında “kendi kurgusu”yla nasıl bir “tabulaştırma”ya düştüğünü görmek gerekiyor sanıyorum. “Çeşitleme”ye katılan bazı yazar ve edebiyatçıların da aynı tabu şarampolüne düştüğüne de şahit oluyoruz.

Her nedense Türk edebiyatında “tabu” kelimesi geçtiğinde mutlaka Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gündeme gelir. Hatta çoğu kez Nazım tabu değildir ama Necip Fazıl tabudur.

Tabu, bir şeyi “kutsallaştırmak”, “dokunulmaz” kılmak, “yasaklamak” anlamında... Bu manâsıyla Necip Fazıl’a baktığımızda bütün bir hayatının “tabu” değil, tam aksine “suyun her iki yakasından” da her türlü anlayışsızlığın ve bunun bir devamı olarak sun’i eleştirinin kendisine yöneltildiği bir Necip Fazıl görürüz. Necip Fazıl’ın ahlâk haline gelmiş fikrî “duruş”unu anlayamayıp, özümseyemeyip bu duruşu fikir, sanat ve edebiyat ortamına taşımayı “tabu” veya “tabulaştırmak” olarak görmek, en hafifiyle önemli bir “miyop”luktur. Buna rağmen eğer “tabu”dan bahsediliyorsa, bunu kendi tesbitiyle “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor” hakikatinde aramak lazım.

Necip Fazıl’ın “tabulaştırılması” değil, bu konuda edebiyat çevrelerinin bilinçaltlarının temizlenmesi gerekiyor. Necip Fazıl, hayatının/mücadesinin her safhasında özellikle de bugün “tabu” diye nitelendirilen “fetişleştirilme”ye karşı durmuş, bu konuda önemli uyarıları olmuş bir mütefekkir-şairdir.

O’nun “tabu” olup olmadığını gene O’nun şu satırlarından okuyalım:

“Kimsenin bizi tecessüs etmeğe, fenalığımızı aramaya, mevcut bütün faziletleri bizde farzedip onlardan beraet isbatımızı beklemeğe hakkı yoktur. Kimseyi, şahsi iman ve ahlakımızla kaim bir akıbete sürüklemiyoruz. Ne kimseyi, evini barkını satıp parasını bize getirmeğe davet ediyoruz, ne de kimseye, eğer Necip Fazıl sonunda imansız ve ahlâksız çıkarsa kendi iman ve ahlakını kaybedeceği bir vaziyet teklif ediyoruz. Zaten (haşa) istesek de bunu yapabilir miyiz? “

“Kitap Zamanı”’nın “Tabulaştır!” başlıklı yazarının “küçük birer tabu olan bu şairlerden daha önemlisi onları tabulaştırma hali, onları tabulaştıranların halidir aslında...” tesbitine katılmak mümkün değil. Çünkü Necip Fazıl’ın “tabulaşmaya müsait olmayan muhteva”sını ısrarla “Necip Fazıl Tabusu”na dönüştürmeye çabalamak, aslında bilinçaltlarındaki “tabu”lardan kurtulamamak demektir.

Yazıyı yazanın ‘tabu’nun ne olduğundan, Necip Fazıl’ın kitlelere nasıl ‘tesir’ ettiğini anladığından haberi olmadığı anlaşılıyor. “Tabu”nun sözlükteki kelime anlamından bahsetmiyorum.

Bugünlerde birtakım siyasî fantezi ve getirilerden kaynaklı olsa gerek Nazım Hikmet’in tekrar vatandaşlığa kabulü vesilesiyle, bağlamında kopuk, yapay bir “Nazımperestlik” oluşmaya başlıyor. Aslında inanmadıkları, hiçbir kitabını-şiirini okumadıkları, okusalar da ilkokul öğrencisinin şiir okuması şeklinde yaklaştıkları ve anlayabildikleri Nazım Hikmet’te meğer ne cevahir varmış..

Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da önemli bir örnek: Başbakan R.T. Erdoğan’ın siyasi hayatının en önemli kırılma anında (mahkûm edilip İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan alındığında yaptığı konuşmanın sonunda) söylediği ve halen de siyasi hayatının ana şablon cümlesi olan “bu şarkı burada bitmez” sözünün orijinaliyle “Bu biten bir şarkı değildir” şekliyle Nazım Hikmet’e ait olduğundan haberi var mı bilmem. Belki de danışmanlarının yazıp önüne koydukları bu cümle başbakanı öylesine büyülemiş ki, siyasi hayatının zirvesinde Nazım Hikmet’e olan borcunu da vatandaşlığını iade ederek ödüyor olsa gerek. Oysa ki; her fırsatta Necip Fazıl’dan etkilendiğini, düşünce hayatında Necip Fazıl’ın izleri olduğunu söyleyen bir Başbakan’ın bu önemli kırılma anında Üstad’ın “Yarın elbet bizimdir!” cümlesini hatırlamaması nasıl izah edilir bilemiyorum. Bunu psikoterapistlerin alanına bırakmak gerek.

İşte bu, bir şuuraltı saplantısı, bir diğer ifadeyle “tabu”nun ifade edilememiş hali olmasın sakın?

Üstad’a dönüyoruz…

Necip Fazıl’ın tabulaştırmaya mümkün ve müsait olmayan muhtevasına ilişkin usûl ölçüsünü gene kendi kaleminden okuyoruz:

“Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır! Eser ne kadar büyük görünürse görünsün, müessir onu aşar aşmaz ebedî bir dava yerine fani bir şahıs etrafında toplanmış olmak tehlikesi baş gösterir ve şahıs ortadan kalkınca dava da güme gider!”

Sözkonusu “Tabulaştır!” yazarı, Üstadın bu ifadeleri karşısında Necip Fazıl’ın “klişelerle örülü duvarlarla çevrili” olduğunu söyleyebiliyor mu bilmem. Eğer halâ “tabulaştırılması” sözkonusu ise bunu da fikir, sanat ve edebiyat dünyamızın “idrak seviyesi”ne bırakıyoruz!

Aslında tabu, “tabulaştırılıyor” dediklerimize “bakışımızda!”.

Ne diyelim? Gerisi bu “kafa”lara Allah’tan şifa dilemek…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder