22 Haziran 2009 Pazartesi

BİR MEDENİYET "MUHAKKİK MİMAR"I : TURGUT CANSEVER...

Yahya DÜZENLİ, 25 Mart 2009

23 Şubat 2009’da ebedî âleme yolcu ettiğimiz Turgut Cansever için hayatta iken ve vefatından sonra kullanılan sıfat: “Bilge Mimar”. Türkçe “bilge” kelimesi, biraz da zorlama olarak, karşılamasa da “hikmet ve irfan” kelimelerinin karşılığı olarak kullanılıyor. Cansever’i derinden okuyanlar, anlayanlar ve kavrayanlar bu kavramın onu tanımlamada “yeterli” olmadığını, sığ kaldığını fark ederler. Aslında eserleri ortada iken bir fâni olarak “vasıftan müstağni” olan Cansever için mutlaka bir sıfat kullanılması gerekiyorsa o sıfat : “Muhakkik Mimar” olmalı. Muhakkik, yâni “hakikati araştıran, bulan, iç yüzüne vakıf olan”, “hakikati hakkıyle tahkik eden” bir medeniyet mimarı-muhakkiki. Her muhakkikin aynı zamanda tefekkür adamı olması, onun “mütfekkir-muhakkik mimar” şahsiyetini de ortaya çıkarıyor.

Turgut Cansever’in 89 yıllık hayat kronolojisine dikkat edenler O’nun bugüne ve yarına hayatıyla da mesaj taşıdığını görürler. 1920’de, Osmanlı coğrafyasında doğan Canseverin hayatı dünü kavrayan, bugünü tamamlayan ve yarını anlayan bir ‘devamlılık’ çizgisinde “hakkıyle” yaşanmış bir hayattır. Bu hayat; eseriyle bütünleşmiş, “hayatını eseri eserini de hayatı” haline getirmiş bir muhakkik mimarın hayatıdır.

Üstad Necip Fazıl’ın “Ben bugünküne mazi, yârınkine istikbâl!” dediği bir mimarî birikimin taşıyıcısıdır Turgut Cansever.

Cansever; 89 yıllık hayatında “geç fark edilmiş”, daha doğrusu ‘farkedilememiş’ bir “muhakkik mimar”dır. Eğer fark edilseydi; modern zamanlarda büyük metropollerimizin, şehirlerimizin mimaride “kimlik arayışları”nın yönü, ondan da ötesi şehir kimliğinin ‘yaşayan’ ve geleceğe taşınan en önemli unsuru mimarîde “kimlik bulma”nın adresi olurdu.

Şâir Bâki’nin “kadrini seng-i musallâda bilûp: kıymetini musalla taşında bilirler” dediği türden bir hayat mı yaşadı Cansever ? Böyle oluyor. Birçok ‘büyük insan’ı bu türden bir âkıbet bekler. Öyle de olsa önemi yok. Onlar için önemli olan “eserini vermek”tir. Geridekilere de eserdeki mesajları okumak kalıyor. Tabii böyle bir ‘külfet’e hazır iseler. Hoş, kadrini “seng-i musalla: musalla taşı”nda da bilseler iyi. Bu da “ibret”ten bir paydır. Turgut Cansever gibi mütefekkir-muhakkik mimarlara, ölü arkasından yapılan sun’i kadirşinaslıklar türünden “armağan kitaplar” değil; onu”anlayan idrakler” lâzım.

Şehir derdinde olanların arayıp bulması gerekirken, gökte ararken yerde karşımıza çıkan ama ne “aradığımızın ne olduğunu bildiğimiz, ne de bulduğumuzun ne olduğunu anladığımız” bir muhakkik-mimar’ın çığlıklarına ne cevap verilebildi, ne de “bu adam niçin feryâd ediyor ?” diye sorulabildi.

“Tarih yaşanmış hayattır” sözünü Cansever’in eserlerine bakarak “tarih yaşayan hayattır!” diyebiliyorsak O’nu eserlerinde görebiliyoruz demektir.

Film yönetmeni Tarkovski “Mühürlenmiş Zaman”da “ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak ‘tüketilmek’ istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir…” der.

Bu anlamda Cansever; hayatın anlamını “mutlak hakikat” referanslı olarak eserlerine yansıtmıştı.

Gene Tarkovski “Güzel; gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler” der ve “Çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili her şeyden koparılmış olmasıdır. ‘Tüketiciler’e göre biçilmiş günümüzün kitle kültürü –bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor…” şeklinde devam eder, sonra da “sanat eseriyle karşılaştığında izleyici, derin bir sarsıntı yaşar, âdeta temizlenir..” diyerek ‘ideale duyulan özlem’ini ifade eder.

Bu anlamda Turgut Cansever hayatına bakanlar “gerçekle mündemiç güze” peşinde koşturulmuş-adanmış bir hayat olduğunu görürler. Eserine bakanların-okuyanların da “insanın varlığıyla ilgili en temel soruları sorma bilinci”ni oluşturduğuna-geliştirdiğine şahit olurlar.

Bu bağlamda O’na kulak verelim:

“Şehir; ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dinî düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur.”

Anlaşılıyor mu insanın şehirdeki sorumluluğunun hayatının gayesiyle nasıl örtüştüğü?

“Şehir ve şehir imajı İslâm kültürlerinde Cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevî ilişkiler ortamında şeytanî sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük Erdem’in yani yaradılış yasalarının bilgisine dayanarak ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir… Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve üslup özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…”

İnsan, yaşayacağı şehri kurarken ve ararken, şehrin kendisini böylesine bir “öte bilinci”ne çağırdığının idrakinde mi?

O; Osmanlı’da doğmuş, Osmanlı’ya dönmüş, Osmanlı’yla dolmuş, Osmanlı’yla olmuş bir muhakkik mimar kimliğiyle Osmanlı şehirleri’nin bugüne mesajını şöyle ifade eder:

“Osmanlı şehirleri, Kuzey Afrika, İran, Hindistan gibi büyük kültür çağlarının şehir an’anelerinden farklılaşan özellikleri ile İslâm kültürü ve insanlık tarihinin çok özel bir tecrübesi ve şehir sorununun çözümü için önemli bir yaklaşımlar bütünlüğüdür. Osmanlı şehirleri, tabiat ile insanın inşa ettiği âlemin, mimarînin bir bütünlüğüdür….. Bu büyük mirastan bugüne bizlere kalan izler ve bunların değerlendirilmesi ile oluşacak yeni idrakin insanlarımızın içine sürüklendiği ahlak dışı spekülatif tavrın engellerini aşmak imkanı bulunursa ülkemizin, İslâm âleminin ve kendi iç arayışları ile aynı amaçları fark etmiş insanlığın önemli bir kesiminin çabalarına ışık tutacaktır…”
Kendinizi pasif bir “şehrin sakini” değil, “şehrin sahibi” derecesinde sorumlu görenler Cansever’e kulak vermeli. “Kubbeyi Yere Koymamak”, “İslâm’da Şehir ve Mimarî”, “İstanbul’u Anlamak”, “Şehir ve konut üzerine düşünceler”, “Mimar Sinan” Cansever’in içerisinde yaşadığı eserleri…

Şehrinize seyirci değilseniz Turgut Cansever’e kulak vermelisiniz !

Ey şehirlerin şehreminleri !

Turgut Cansever size hiç mi bir şey söylemiyor?
Şehirde “yaşamak” istiyorsanız O’na kulak vermeniz gerektiğinin idrakinde misiniz?
Kulaklarınızı ne zaman onu dinleyecek sterilizasyona kavuşturacaksınız?

Bakıp göremeyenlerle, gördüğünü sanıp hissedemeyenlerin onun derdini anlamaları mümkün değil.

Üstad Necip Fazıl’ın meşhur cümlesinde olduğu gibi “iyi insanlar iyi atlara bindiler, gittiler…” diye döğünmekle mi teselli bulacağız?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder