22 Haziran 2009 Pazartesi

YERİMİZDE KALMAK için GEZİYE ÇIKMAK...

Yahya DÜZENLİ, 8 Ekim 2008

Notlarıma bakarken Wittgenstein’ın önemli bir tesbitiyle karşılaştım. Eserlerinden birisinde ‘yaşadığımız yer’i anlayabilmek, orada ‘yaşayabilmek’ için ‘sahip olunması gereken’ ‘aidiyet duygusu’nu hatırlatıyor ve bu duyguyu anlayabilmek için nasıl bir ‘gezi’ye çıkmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Biz Wittgenstein’ın vurgusunu aktararak şehrimize indirgeyelim ve ‘şehre ait olma’nın nasıl bir sorumluluk ve mükellefiyet gerektirdiğini anlamaya çalışalım. Ayrıca Wittgenstein’ın tesbiti; bedel ödemeden hazır bulduğumuz, bize sunulan, içerisinde kendimizi bulduğumuz şehrin mânâsını anlayabilmeye ilişkin önemli ipuçlarını taşıyor:

“İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”

Bu cümleden yola çıkarak şehrimizin tarihsel arkaplânına sarktığımızda, Trabzon’un sadece Trabzon’dan ibaret olmadığı, ‘medeniyet şehri’ olması niteliğiyle diğer şehirleri de ‘etkileyici’ özelliğinin onun ‘gen’lerinde varolduğunu hissedebiliriz. Şehrimizin adının geçtiği ilk metinlerden en son Osmanlı kroniklerine kadar bu etkileyici şehir özelliği dile gelir.

İşte bu etkileyici şehrin ne olduğunu anlayabilmek için Wittgenstein’ın ‘gezgin’ kavramını ve ‘yurda dönmek’ kavramını irdelemek, muhtevasına nüfuz etmek gerekiyor. Burada kavram analizine girmeden sadece bu önemli cümlede yatan ‘hakikat’e işaret etmekle yetinelim.


Wittgenstein’in yukarıdaki cümlesini hatırda tutarak “nasıl bir şehirde bulunduğumuz”un farkına varabilmek için İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin muhteşem şiirindeki ‘mısra-ı berceste’sini hatırlıyoruz: “Yüzer deryâda mâhîler, yine deryâyı görmezler” şeklinde ifade edilen ve Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk beyitlerinde yer alan “balık, denizi ne bilsin” mealindeki ‘derin hakikat’ ile Wittgenstein’ın yukarıdaki cümlesini yan yana getirdiğimizde/birlikte düşündüğümüzde Trabzon’u bir ‘kimlik ve aidiyet’ şehri olarak anlamlandırabiliriz. Trabzon’u anladığımız nisbette de şehirde ‘bulunan’ ancak “şehri göremeyen” mâhi’lere hayret edebiliriz!

Yukarıdaki ifadeleri şehrimizin hem tarihsel hem de güncel kimlik ve misyonuyla özdeşleştirebiliriz. Ne yazık ki modern çağın metalik ve mekanik kutsallarının ‘anestezisi’yle uyuşturulan şehrimizi ne tarihsel kimliğiyle idrak edebiliyor, ne de bu tarihsel kimliği güncellemek gerektiğine ilişkin sorumluluğumuzu inşa edebiliyoruz.

Bu idrak için öncelikle ‘modern kuşatmalar’dan kurtulup bulunduğumuz şehri bir ‘pergel ayağı’ olarak sabitleyerek ‘şehirler gezisi’ne çıkmak ve bu geziden sonra ‘şehrimize dönmek’ Wittgenstein’ın vurgu yaptığı hem ‘yurd’umuzu hem de ötekileri anlayabilmenin temel şartıdır. Bu geziye çıkabilmek için ‘şehrimizi idrak’ edebilecek ve bu idrakle diğer şehirlere bakabilecek bir düzey gerekiyor. Bu idrak olmadığı zaman Bursevî Hazretlerinin mısrasıyla ‘deryada yüzüp deryadan habersiz’ bir mekanik ve metalik hayat sürmeye devam ederiz.

Şimdi soralım:
Trabzon niçin diğer şehirler gibi bir şehir değildir?
“Trabzon” dediğimizde nasıl bir şehir imajı beliriyor?
Trabzon deyince zihnimizde ‘özel’ bir “kimlik”, “idrak” ve “inşa” gerçekleşiyor mu?

Dün medeniyet şehrinin bütün özelliklerini taşıyan şehir imajıyla bütünleşmişken bugün imajı kendisini aşıyorsa şehir kan kaybediyor demektir. Ve bu kan kaybı yapay-ikame ‘serum’larla giderilmeye çalışılıyorsa şehir için ‘sun’i teneffüs’ başlamış demektir. Sun’i teneffüs ise artık hayat damarları tıkanmış bir bünyenin ömrünü uzatabilmek için yapılan son harici zorlamadır.

Trabzon böyle bir ‘sun’i teneffüs atmosferi’ne mi sokuluyor?

Nereden çıkarıyoruz bunu?

Çünkü şehrimize bir bütün olarak baktığımızda; kültür, sanat, spor, ticaret, istihdamdaki “girdi”ler bünyesiyle uyuşmuyor, bünye bunları hazımda zorlanıyor ve aldığı gıdaları hazmedemiyor. Bu hazımsızlık, anestezi halindeki hastanın acı duymaması gibi geçici fakat daha sonra tüm bünyeyi saracak bir acıya zemin hazırlıyor.

Oysa Trabzon sağlıklı bir bünyede bulunması gereken her türlü “sıhhat şartları”na potansiyel olarak sahipken, bugün reel olarak duruşunu değiştirmesine/bozmasına mani olamıyor. Değişim başkalaşmayı, başkalaşma ‘kendinden kaçma’yı ve ‘kendini görememe’yi, görse bile ‘kendinden ürkme’yi getiriyor. Şehrin kendisine yabancılaşması budur.

Şehrin nasıl bir yabancılaşma ekseninde seyrettiğini görmek için her alanda “enerjisini nereye sarfettiği”ne, tükettiğine bakmak yeter !

Şehrimizin hali Üstad Necip Fazıl’ın şu tesbitini andırıyor: “Yanıp kül olmuş, fakat şeklini kaybetmemiş, bir anda dağılarak havada savrulması için de en küçük rüzgârın kâfi geleceği bir maddeyi andırıyor hâlimiz.”

“Zor şehir”ler direnen şehirlerdir. Şeklini de ruhunu da yele vermemiş şehirlerdir. Trabzon, yapay teşhislerden, yanlış doku aşılarından kaynaklanan yaralarının, eklem ağrılarının farkına vardığı nisbette kendini idrak edecek ve bu idrakle ‘öteki şehir’lere geziye çıkabilecektir. Yoksa her gezi kendisini komplekse sokacak, kendisini unutturacaktır!

Geziye çıkmadan önce bulunduğumuz yeri idrak edebiliyorsak, gezi halinde ‘yerimizi unutmuyor’sak ve sonra da yerimize dönebiliyorsak ‘gezimizin’ anlamı vardır.

İlk önce geziye çıkmanın “yurduna dönememe riski”ni de beraberinde taşıdığını belirtmeye gerek var mı? Var ! Bu riski göze alabilenlerdir ki yurduna, şehrine dönebilenlerdir.

Trabzon ve Trabzon’da yaşayan “mâhî”lerin nasıl bir “deryâ”da olduklarını hissetmeleri işin alfabesinden olsa gerek.

Bursevî Hz.leri’nin mısrasını bağlamından koparmadan Wittgenstein’ın cümlesine yorumlattırırsak; Trabzon’da yaşayıp da gene “Yüzer deryâda mâhîler, yine deryâyı görmezler” mi diyeceğiz?

Wittgenstein’in “gezginliğe çıkmak” ifadesiyle Bursevî hz.lerinin “deryâdaki mâhîler”ini birleştirdiğimizde ancak o zaman “şehrimizde”yiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder