Yahya DÜZENLİ, 18 Haziran 2008
“Yaşayan şehir”lerin en önemli özelliği şehrin canlı bir organizma gibi hayatiyetini sürdürebilmesi, kendisini sürekli yenileyebilmesi ve içerisinde yaşayanlara mekanik/metalik olmaya müsaade etmeyecek bir “ruh”a sahip olmasıdır. Yani şehir, ruhunu içindeki canlı-cansız her şeye ve herkese sindirebiliyorsa o şehir ‘yaşayan şehir’dir. Aksi halde ‘sun’i heyecanlar’la şehrin ayakta kalması için çaba sarfedilir ki, bu da şehre yapılabilecek büyük haksızlıklardan, eziyetlerden birisidir. Bu hal yani sun’i ve konjonktürel heyecanlar, aslında bir ‘kaçış’ın da işaretidir. Değerlerinden, ‘ne olduğu’ndan, ‘neleri temsil ettiği’nden habersizliğin verdiği bir kaçışla, ‘bir yere bağlanma, ait olma ihtiyacı’nın o şehri ve şehrin insanlarını ‘ittiği’ bir ‘kaçış yeri’dir, sığınılan yer. Kaçışın sonucu her zaman doğru bir sığınak olamıyor.
‘Sığınılan yer’, ‘sığınma ihtiyacı’ diyoruz... Büyük medeniyet şehirlerinin, artık ‘yaşayan şehir’ olmaktan çıkıp neredeyse ‘bitkin ve sürünen şehir’ haline gelmelerinin temel sebeplerinden birisi, tüm güç ve heyecanlarını ‘yapay bir nokta’ya odaklandırmaları, yaşama ve enerji kaynağı olarak kendi oluşturdukları o ‘nokta’ya kilitlenmeleri olsa gerek. Bu kilitlenme; neticede bütün enerjinin toprağa verilmesini/harcanmasını beraberinde getiriyor.
Bu tesbitlerle Trabzon’ baktığımızda neleri görebiliyoruz?
Öncelikle bütün bir şehri sarmış olan “futbol efsanesi”, görünen yüzüyle şehre bir canlılık ve enerji veriyor ise de aynı zamanda şehrin bütün ruhunu toplayan, “emen” bir yapay sünger görevi de görüyor. Bütün bir şehir insanlarının kilitlendikleri nokta sadece “spor” veya “futbol”dan ibaret olursa organik ilişkilerin metalik-mekanik ilişkilere dönüşmesi kaçınılmazdır.
Devamla şehrin bütünüyle bir “futbol efsanesi”yle özdeşleştirilmesi de o şehrin artık “ihtiyarladığı”nın ilânıdır. Trabzon için bu iki kelime üzerinde durmak ve derin derin düşünmek gerekiyor. “Futbol” ve “efsane”..
“Efsane”nin değişik anlamları var. Bir anlamı da “olmayacak şey, dillerde dolanan şey” olduğu düşünüldüğünde, şehrin nasıl bir efsaneye büründüğünden rahatsız olmuyor muyuz? Ayrıca “efsane” ile “efsun” arasında bir ilişki kurduğumuzda, futbol efsanesinin şehri nasıl efsunladığı-büyülediğinin de farkına varabiliyor muyuz?
“Efsane Şehir”den bahsetmek yerine, “şehirde oluşturulmuş yapay efsane”lere boğulmuş, ve bu efsanelerin sarhoşluğu altında isek vay halimize !
Tek cümleyle; efsane şehirlerin “ruhu” vardır, şehir efsanelerinin “hayalî kütlesi”...
Trabzon’da toplumsal gerçeklik sadece futbol mu? Veya futbolun yegâne toplumsal gerçeklik haline geldiği şehir, “yaşanmaya değer şehir midir?” sorularına ciddi cevaplar verilmesi gerekir düşüncesindeyim.
Aslında, farkında olunmasa ve ifade edilemese de temel bir ‘aidiyet ihtiyacı’ndan kaynaklanan ‘şehir efsaneleri’ (Trabzon için söylersek) ‘futbol efsanesi’ yatağını bulamayan bir aidiyet arayışının sonucu mudur? Veya günlük heyecanları tatmin etmenin bir yolu mu? Her iki halde de ‘enerjimizi nereye akıttığımız’a iyi bakmamız gerekiyor.
Toplumsal tarih bir anlamda ‘toplumların ve insanların enerjilerini nereye yönelttikleri’nin aynasıdır. Bu aynada Trabzon’u sadece futbola indirgenmiş görmek (en hafif kelimeyle) yazıktır!
Bir komplo cümlesi olarak anlaşılmaması kaydıyla şunu da hatırlayalım: Diktatör Franko’ya İspanya’da ‘halkı nasıl idare ettiği’ sorulduğunda verdiği cevap: ‘Fado, fiesta, futbol.’ Yani müzik, eğlence ve futbol. Devamla Franko’nun “onları yüzbinlik beşiklerde uyuttuğu” nu söylediği anlatılır. Milyonların ülke/şehirin gerçek meseleleriyle ilgilenmemesi için bu “3 F”ye kilitlendiği bir ülkenin geleceği de “milyonluk beşikler”de birileri tarafından sallanmaya başlar.
Kadîm zamanlardan bugüne kadar Trabzon’da dünyanın ilgisini çeken “birşey” var. Asla efsaneye dökülmemesi gereken, “yaşanılır kılınması” gereken işte bu “bir şey” yani şehre ruh kazandıran “şey”in ne olduğuna dikkatleri yönetmek gerek. Yoksa dikkatlerin görünür-görünmez yönlendirmelerle odaklaştırıldığı mekanik-metalik “fizikî refleks”ler Trabzon’un ruhunu, muhtevasını aktaramaz. Aksine bu ruhtan, bu muhtevadan uzaklaşmayı beraberinde getirebilir.
Şüphesiz spor (Trabzon için özellikle) futbol, bağlamından koparılmadığı ve ‘sınırlarını örselemediği’, araç niteliğinden amaca dönüşmediği sürece şehre nasıl bir katkı yapabilir? Sorusu üzerinde düşünülebilir.
Konumuzla alâkalı Karadenize maledilen bir fıkrayı buraya aktaralım:
“Gazete okuyan Karadenizli başını kaldırıp televizyonda koşan atletleri görür ve yanındaki arkadaşına sorar: -Bunlar niye koşuyor? Arkadaşı cevaplar: Bunlar koşucudur, kupa için koşuyorlar. Tekrar sorar: Kupayı kime verecekler? – Birinci olana. Bu kez final sorusu gelir: - Öyleyse diğerleri niye koşuyor? “
Fıkradan ‘hisse’ çıkararak; herkesin aynı noktaya doğru, bütün duyularıyla koştuğu bir maraton, “kendi öz gayesini aşan, yok eden” bir hedefe koşmakla aynı anlama gelmiyor mu?
Bizim Trabzon vesilesiyle anlatmak istediğimiz: “Kendi araç niteliğinin dışına çıkıp bütün bir şehri çarşaf gibi sarmaya ve “değer yargısı” ve “referans” olmaya başladığında tehlike çanları çalmaya başlamıştır”a dikkat çekmektir.
Son olarak Üstad Necip Fazıl’ın “dişi ağrıyan bir mütefekkir”le “dişi ağrıyan bir sporcu” arasındaki farkı anlatan şu müthiş tesbitiyle yazımızı bitirelim:
“Dişi ağrıyan bir mütefekkirle dişi ağrıyan bir sporcu arasında nasıl bir fark vardır? Biri düşünememeye, öbürü düşünmeye mahkûm olduğu için mustariptir.”
Trabzon’da neye memur, neye mecbur, neye mahkûm olduğumuz üzerinde düşünebiliyor muyuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder