YAHYA DÜZENLİ, 13 Şubat 2008
Bu ilk yazımıza niçin “Yağmur ve Trabzon” diye başladık? 3 yaşımda fiziken ayrılmış olmama rağmen, önce Amasya’dan, son 33 yıldır da Ankara’dan Trabzon’a her gelişimde, ruhen her karesinde adeta reenkarne olduğum (sanki ‘bütün hayatım burada geçti’, dediğim) bu coğrafya, üzerinde yaşayanları bilmem ama bende sürekli yağmurla özdeşleşmiştir. Bunda Üstad Necip Fazıl’ın 1934 yılında Trabzon’da iken yazdığı Bu Yağmur isimli şiirinin etkisi var mıdır? Galiba, bu şiiri ilk defa okuyup özümsediğimde ve şiiri Üstad’ın Trabzon’da yazdığını öğrendiğimde, o zamana kadar tanım karşılığı kelime olarak belli-belirsiz olan Trabzon’un bendeki karşılığı oldu yağmur..
Şüphesiz her insanın doğduğu coğrafyaya ait hatıraları, hüzünleri, sevinçleri vardır. Bir “kimlik ve aidiyet” olarak da kopmaz/zayıflamaz bağları vardır. Bu bağlar kimilerini sürekli kendisine çeker.. “Mekânın insanla anlam kazanması” ölçüsü ve Hz. Peygamberin “Uhud bizi sever biz de Uhud’u..” ölçüsü, mekân aidiyetinin sonuçta bir insanî derin gerçeklik olan sevebilmenin mekân boyutuna da işaret ediyor. İşte benim bu coğrafyadaki “taç şehir”im olan Trabzon’a ait olma bilincimi besleyen temel ölçüler...
Bazen kalabalıklar, üzerinde yaşadıkları şehrin manasını-ruhunu kavramasa da o şehir onu çevreler, içine alır, sarar. Ancak sadece bir ‘kütle’ olarak. “Onlar”ın yâni canlı olup da yaşayamayanlar için şehrin pek bir önemi yoktur, şehrin (kendileri gibi) kütlesi-cesametidir aslolan. Yani göze görüneni, ölçülüp-biçilebileni, kaskatı halidir onların dikkatini çeken ve içinde yaşadıkları. “Nasıl bir şehirde yaşadıkları” önemli değildir. Bunun bilincinde değillerdir.
Oysa aslolan şehrin ruhu ve şehre ruhunu verenler değil midir? Onun için de “niçin bu şehirde yaşadıkları?”nın cevabını verebilenler, şehrin ruhunu kavrayabilen ve bu ruha dahil olabilenlerdir.
“Bir yere ait olma”yı insanî gerçekleşmenin olmazsa olmazlarından bilenler, bunun bir mükellefiyeti de beraberinde getirdiğini bilirler.. Benim “fizikî olarak çok fazla yaşayamadığım”, ancak aidiyet-mensubiyet olarak kendimi yaşıyor hissettiğim şehre ait kendinde sorumluluklarımın da olduğunu düşünüyorum. Bu sorumluluk; dışarıdan dikte edilen, paketlenerek verilen bir sorumluluk değil, bizatihi içsel bir mükellefiyet olarak, kendi kendime biçtiğim bir rolün gereğidir. Çünkü kültür kodlarımız “mensup olanın mes’ul” olacağının, yani “mensubiyetin mes’uliyeti doğuracağı”nın izleriyle doludur.
Başta “reenkarne olduğum” diye bir ifadeyi bilerek kullandım. Biz, asla reenkarnasyona inananlardan değiliz. Yani ruhun sürekli olarak yeniden bedenlendiğine inanan sapkın inanışlara kapımız açık değil. Sadece Trabzon’a olan ilgimin beni ruh dünyamda “ben daha önce buralarda yaşadım” itminanına ulaştıran bir aidiyeti ifade etmek için böyle uç bir kavram kullandım. Bu aidiyet bir iklimin insanı kucaklamasıdır, ‘sarması’dır, insanı içine çekebilmesidir.
Üstad Necip Fazıl gibi bir tefekkür devinde önemli izler bırakacak kadar onu sarmış olan Trabzon, onun şiirinde yağmurla ifadelenmiştir. Ve Trabzon’da ‘kıldan ince’, ‘nefesten yumuşak’ yağan yağmurun dinmesiyle birlikte ‘aynaların yüzünü tanımaz olduğu’ Üstad, Trabzon’da yazdığı ve kendi ifadesiyle “gökten pudra gibi dökülen sinsi bir yağmur, bu yağmur altında çektiğim çılgınlık buhranları ve yazdığım ‘Bu Yağmur’ şiiri…” Üstadın ifadelerinden de anlaşılıyor ki; tefekkürün yağmurla doğrudan ilgisi var. İşte Trabzon bu tefekkür kaynağına uygun yağmur sağanaklarına gebe bir şehir olarak her zaman bu potansiyelini muhafaza etmiştir.
Yağmur hüzün, yağmur bereket, yağmur rahmet, yağmur dua, yağmur ilgi, yağmur insan,
yağmur tarih, yağmur derinlik, yağmur öteyi hatırlatan, ötelerden haber veren...Hasılı yağmur varlık ve her şey.. Adeta bütün ifadeler ve manâlar bir yağmur damlasında kristalize olmuştur.
İşte Trabzon kadîm geçmişi boyunca böyle bir yağmur sağanağı altında bugünlere ulaştı. İnsanıyla, tarihiyle, kültürüyle, diliyle, bütün bir dokusuyla, vs. vs. En önemlisi de derin tefekkürüyle bugünlere geldi. Bugün de değişik yağmurların sağanağı altında.. Bu sağanak, onun kadîm duruşunu tahkim edecek damlalarla devam edecektir diye ümit ediyorum.
Bu ilk yazıda Trabzon’u çok mu mistifike ediyoruz? Veya çok abartılı ifadeler mi kullanıyoruz? Hayır ! Çünkü ‘şehrin ruhu ve şehre ruhunu verenler’ diye kullandığım ifadenin doğrudan şahidi olan Üstad Necip Fazıl bile 1967’de öyle demiyor muydu Trabzon için: “Trabzon’da oranın iç ve has madeni olarak öyle som ve berrak bir halkaya rastladım ki, su yatağında cilâlı taş ararken elmas bulmuşçasına şaşırdım. Trabzon’da, yanaklarımın üzerinden geçen dudaklar yüzümü yaraladı ve bana oradan beklediğim ve umduğumun çok fazlasını verdi…”
Üstad’ın ‘som ve berrak’ olarak nitelediği insan halkasından “göklere doğru kabaran ziynetsiz ve içine kapanık haşmeti beni büyüledi…” dediği muhteşem dağlarına/coğrafyasına ve gene “açık denizi insan ruhuna doldurduğu sonsuzluk duygusu..”yla sarsılmaz bir şahsiyet ifadesi taşıyan Trabzon..
İşte benim için Trabzon’un hakikati bu, aradığım, bulmak istediğim de budur. Bu maden bugün Trabzon’da var mı? Elbette! Ortalıkta görünmese de çıkarılmayı ve işlenmeyi bekleyen elmas madeni vardır Trabzon’da.
İnşallah Çarşamba günleri bu köşede sizlerle birlikte olacağız. Nasıl bir yağmur sağanağı olacağını şimdiden bilemiyorum. Ancak Trabzon’u derinden ilgilendiren her sağanak yankısını bir nebze bu köşede bulacaktır desem çok mu abartmış olurum? Büyük iddiaların değil, kendinde sorumlukların sahibi olmayı bir ahlâki tutum haline getirme çabasında birisi için abartılı olmaz diye düşünüyorum.
Bu satırlarınTrabzonluluğunun “meşin toptan” veya “fiziki titremeden ve avazî kükreme”den ibaret olmayacağını belirtmeye gerek var mı?
Yunus’un ‘her dem yeni doğarız bizden kim usanası’ dil kerametinin kalemimizi kuşatması duasıyla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder