28 Haziran 2009 Pazar

TÜRKİYE'DE TARİH VE TOPLUMSAL TERZİLİK -II-

TÜRKİYE'DE TARİH VE TOPLUMSAL TERZİLİK – 2

Yahya DÜZENLİ, Yeni Şafak, 22.3.1999

İdeolojilerin resmî tarihi

İdeolojilerin varoluş amacı insan ve toplum meselelerini kuşatmak yani 'toplumsal inşa'dır. Bir genelleme yapmadan söylemek gerekirse: Bu inşa eğer dünya görüşü çatışmasını esas alan bir proje ise öncelikle bir 'kurgu tarih'in oluşturulması gerekiyor. "Her ideolojinin bir geçmiş yaratma kaygısı taşıdığı" şeklindeki tesbitlere de bütünüyle katılmak mümkün değil. Korkak, sadece 'kas'larından ibaret soğuk, kör ideolojilerin öncelikle kendi varoluşuna uygun bir geçmiş oluşturma çabalarına rastlıyoruz. Türkiye'de olduğu gibi.. Başka bir ülkede bu yoğunlukta bir 'geçmiş yaratma' şehveti var mı bilemiyorum. Ama Türkiye'de var. "Jandarma dipçiği ve vergi tahsildarı"ndan başka toplumu "terbiye" edecek bir mürebbiyesi bulunmayan ideolojilerin yöntemidir bu. Toplumu mutlaka 'terbiye edilmesi gerekli' gören, 'hizaya sokmaya' çalışan, 'toplumsal terzilik' anlamında toplumu istediği biçimde 'kesip-biçip-dikme'ye çalışan bir anlayış..

Toplumsal inşa süreci

Toplumsal inşa uzun bir süreçtir. Bu süreçte 'harici katkı'ların hazmedildiği zannedilse bile belli aralıklarla 'dışarı atılacağı' düşüncesindeyim. Onun için gelecek kurma kurgusu ile 'sanal bir tarih' oluşturma kaygısının oluşturduğu çerçevenin toplumsal tabloyu uzun süre taşıyamayacağı düşüncesindeyim.

Türkiye'de; toplumu devletin belirlediği şablonlara sokma biçiminde bir zorlamaya şahit olduk ve hâlâ da oluyoruz. Zoraki tarih oluşturma çabalarının sonuç vermediğini de görüyoruz. Bu 'tarih imal etme'nin toplumun bir kesiminin feda edilmesiyle sonuçlandığına da şahit olduk.

Türk tarihine ilişkin cumhuriyet kadrolarının zorla toplum projeleri ve tarih tezleri 'imal etme' girişimleri hem gerilim hem çatışma kaynağı olmuştur.

Ayrıca.. Devlet sadece tarih imal etmemiş, şairinden aydınına kadar topyekün bir imal sürecine girmiştir, heykeltraşlığa yeltenmiştir. Bu heykeltraşlık cumhuriyetin ilk dönemlerinde yoğun olarak 'devlet aydın'ına ihale edilmiştir. Devletin ilk şeklini yoğuran hamurda meşrutiyet aydınlarının 'ter'i, kerpiçleri sözkonusudur. Mustafa Kemal; Ziya Gökalp, Tevfik Fikret ve Namık Kemal okuyan birisidir. Bunlardan da etkilenmiştir. Cumhuriyeti kuran aydın-elitist kadronun hem dünyanın hem de ait oldukları gerçeklik dünyasının doğrularından kopmuş olmaları, onların tarihi yapan bir özne değil, iktidarın elinde tarihin nesnesi haline getirildiğini de görüyoruz.

Kamplaşmalar 'yukarıdan' manipüle ediliyor!

Zaman zaman dilimler halinde kesintiye uğratılan ve bugün de 28 Şubat'la halen devam eden toplumsal terzilik veya toplumsal marangozluk sürecinin köklerini işte bu 'devletin aydını', 'devletin bürokratı' yani 'devletin üniformalısı'nda; total bir ifadeyle; kendini 'sahip' görenlerde aramak lazım.

Toplum kesimleri arasındaki kamplaşma'ya gelince.. Bu kamplaşma toplum kesimlerinden kaynaklanmıyor. Yukarıdan ve derinlerden manipüle ediliyor. Bunun da İttihat Terakkici bir komitacı genetiğin uzantısı olduğunu düşünüyorum. Osmanlı'nın son dönemine hakim olan 'derin devlet' komitacılığı cumhuriyet derinlerinde hâlâ sürüyor. Zaman zaman toplum kesimleri birbirine kırdırılmak isteniyor. Birileri; halkı "sömürge ahalisi', kendisini de 'sömürge valisi' görüyor ve her fırsatta çatışmalar kışkırtılıyor. Deneyimleri 'doğru okumak' kaydıyla tarihsel arka plan elbette ki reel durumdaki elektriğin atılması için ipuçları verebilir.

İkibinli yıllarda tarih ve gelecek ilişkisi..

Kelimelerde veya rakamlarda kutsallık yok.. İkibinli yıllar da öyle.. Buralarda nasıl dolaştığınız, ne yapacağınız, ne olduğunuz önemli..

Gelecek kurgusunu geçmişle ters ilişkilendiren nadir ülkelerden biridir Türkiye.. Son yıllarda öne çıkan 'tarihimizle barışmak' tartışmalarını başka bir toplumda bulamazsınız. Çünkü kimse tarihiyle kavgalı değil. İlber Ortaylı'nın bir sözü var; "Tüm Avrupa'yı dolaştım, Haçlılar'dan nefret eden tek bir kişiye rastlamadım" şeklinde. Bizde ise ulusal günlerde tarihten nefreti dillendiren söylemler öne çıkarken bazan da (genellikle dış politikada bir takiyye olarak) bin yıllık tarihi ilişki ve dostluklardan bahsedilir. Bu tavır; bilinçaltında yerleşik 'tarihin büyük gölgesi'nden korkmanın dışa vurumudur sanıyorum.

Uzun süre 'fetihçi' çığırlarımızdan sonra, devletin resmi anlayışa karşılık, mağlubiyetlerden ve mağduriyetlerden illa ki 'kahraman' çıkarmak yoluna düştük. Ve bugün de değişik vesilelerle bu anlayış sürüyor. Bunu kırmak da oldukça zor.

'Kendi kalarak' değişmek...

Şunu bir türlü anlayamıyoruz: Deri değiştirmekle organizma tamamen değişmiyor, yok edilemiyor. Kimse de 'öteki' olmak için kendini zorlayanı muhatap kabul etmiyor.

'Tarih giderek hızlanıyor' diyor bir tarihçi. 'Değişim' rüzgarlarının varoluşun eksenini oluşturduğu günümüz dünyasında; tarihsel ve toplumsal varoluşun kuralı; 'Öteki' olarak değil 'kendi' kalarak değişebilmedir. Bugün, düne oranla birim başına çok daha fazla olay düşüyor. Bizim de bu dünya şartlarında 'kendilik değeri'mizi, özgül ağırlığımızı tarihsel varoluşumuzla birlikte 'doğru tartmamız' gerekiyor. Toplumlar ve devletler uygarlıklarıyla yani arka planlarıyla bulundukları coğrafyalarda varolabiliyorlar. Ne kadar yok sayılırsa sayılsın, inkar edilirse edilsin son tahlilde herkes yaşadığı coğrafya ve tarihe dönmek durumundadır. Osmanlı'dan cumhuriyete olan dönüşüm veya kırılmanın da tarihi ve toplumsal gerçeklikler dikkate alındığında kısa süreli bir sapma olduğunu düşünüyorum.

Bir de şu var: Çaresizlik ve acziyet içerisinde dünün malzeme ve çözümlerini bugüne taşımak tarihi çizginin devam etmesi değildir. Tarihsel devamlılık; her türlü kırılmalara rağmen 'doku'nun sürdürülebilmesidir.

Varlık yokluk sendromu

Tarihte 'yok' olanlar bugün var olamıyorlar. 'Var' olanlar ise ancak; yaşanan zamana tekabül edecek birşeyleri varsa var olabilecekler. Türkiye de bu 'varlık-yokluk' kavşağındadır. Geçişin, dönüşün sıkıntılarını yaşamaktadır. Benzeme sendromları'ndan arınarak bütün bir tarihselliğiyle global arenaya çıkmak zorundadır. Tarihinde kopukluklar kalmamalıdır, tarihsel konumunu içselleştirmek durumundadır.

Türkiye; kimliğinin nerede 'kabul' ve 'red'dedildiğini iyi düşünmelidir. Kimliği oluşturan unsurları tarihselliğinden soyutlamamalıdır.

Türkiye tarihsel reflekslerini değiştirmeye zorlamayla kendisini tahrip etmemelidir.

Burada bir siyasi tarih hatırlatması da yapacak olursak: Fukuyama ve Huntington gibi Yeni Dünya Düzeni'nin düşünce tanklarının (içinde Türkiye de olmak üzere) bazı toplumları 'tarihin dışına iten' tezlerini hatırlarsak; aslında tarihin dışına itilmişlerin şizofrenisi bir şekilde tarihi yeniden şekillendirecektir, diye düşünüyorum. Tabii bu bir 'inşa süreci'ni gerektiriyor. Bu toplumlar, siyasi olarak tarihin dışına itilmiş ama kapitalist sürecin dışına itilmiş değil. Sürece katkı yapıyor, denek olarak kullanılıyor.. Bu rollerden hızla sıyrılmak gerekiyor..

Ve Türkiye, tarihin kıyısına atılmamak için tarihselliğini oluşturan unsurları bugüne taşıyarak 'yaşanan zaman'da varolmalıdır.

Bütün bunları kim yapacaktır? Fail kim olacaktır? Yalnızca; mükellefiyetlerin devredilemez haklar olduğu bilincine ulaşmış bizler, hepimiz...

"Doğru çözümü bulmak için önce doğru soruyu sormak" gerekiyor.. Bunun usulüne sahip olmak..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder