22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHRİ BİLMEK, ŞEHRE DÖNMEK...


Yahya DÜZENLİ, 2 Nisan 2008

Bir şehre, “varlık ve anlam” ekseninde bakarken, öncelikle içerisinde yer aldığı “medeniyet havzası”nı gözardı etmemenin ‘ontolojik bir gereklilik’ olduğunu bilmek, belirtmek gerekiyor. Şehri yapay ve zorlama anlamlandırmalarla ait olduğu “medeniyet havzası”ndan koparmaya çabalamak sonuçta ortaya “doku uyuşmazlığı”nı çıkarır ki bu da “şehrin ölümü” demektir. Yani şehrin ait olmadığı bir dünyaya zorla ‘intisap’ ettirilme çabaları o şehri içinde yaşayanlarıyla birlikte ‘nekropol’ haline getirir.

Şehre karşı estirilen bütün yabancılaştırıcı rüzgârlarla karşı ne kadar zorlanırsa zorlansın, şehrin köklerinden kaynaklanan “direnme gücü” bir yere kadar kendisini koruyabiliyor. Ancak üzerinde yaşayan insanın ‘tahrip gücü’ ve zamanın herşeyi silip süpürücü etkileri, yüzyılların medeniyet şehirlerini bile yokedebiliyor, onlardan hiçbir iz bırakmayabiliyor.

Trabzon’a bu gözle baktığımızda; belki de ait olduğu dünyadan kopmamak için direnmekten artık ‘yorgun’ düştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Belki de bu ‘yorgunluk’ yeniden başlamanın arefesidir, kimbilir… Yakın tarihten başlayacak olursak, kadîm geçmişi bir kenara bırakılıp beslenme damarları daraltılan ‘medeniyet şehirleri’nin ve tabii ki Trabzon’un yüzyıllık bir yabancılaşma rüzgârına karşı direnebilmesi, bu rüzgârdan korunabilmesi ve kendini ‘yeniden inşa ve ihya’ edebilmesi ne müthiş bir ölüm-kalım savaşıdır, düşünün.

Bu bağlamda Mimar Turgut Cansever’in “devamlılık ve süreç” üzerinde durarak şehirlerimizi “ait oldukları dünya”dan koparmanın nasıl bir “ölü şehir” meydana getirdiğine vurgu yapması oldukça önemlidir: “Paris’in büyük koridor sokaklarını görüp hayran olan Türk aydınlarının tavırları, bu meseleleri düşünmelerine engel olmuştur….Tanzimattan sonra bu süreç halindeki şehir telakkisi yerini donmuş şehir telakkisine bırakmıştır… ”

Ait olduğu dünyadan, bağlı olduğu ‘iklim’den önce koparılma, sonra ‘dondurulma’, daha sonra da ‘döndürülme’ saldırılarının her alanda sürdürüldüğü bir dünyada nasıl varolunabilir?

Şüphesiz şehir hareketli bir varlıktır. Durağan bir ‘nesne’ olmadığı için her an hareketliliği içerisinde sahiplenilmesi gereken bir “ruhu” ve “hayatı” vardır.

Kendilerini şehre bağlı hissedenler, şehri sahiplenenler, diğer taraftan bu sahipliği, onu köklerinden koparmak ve başka bir “aidiyete büründürme”ye zorlamaya çabalamaları karşısında ne yapılabilir?

Şehrini görmekten utanan, şehrinden kaçan, şehrinin ‘varlık hazineleri’nden yoksun olan ‘şehirli’leri kim durdurabilir? “Kökleri kurutmaya memur” olanlara işitmeseler de, duymak istemeseler de verilecek cevap: “Şehrine dön!” ihtarıdır. Kim duyar, kim ciddiye alır?

Şüphesiz Trabzon’un kadîm ruh ve muhtevasıyla “inşa ve ihya”sı bağlamında söylüyoruz bunları. Şehrimizin yapacaklarımızı ertelemeye tahammülü yok. Zaman hızlı akıyor.

“Şehrin ahlâkı” diyebileceğimiz, onu diğer şehirlerden ayıran bir ‘aidiyet ve kimlik’ kazandıran davranış ve yaşayış kalıpları bugün için şehirlerimizde yoktur ve bir zamanlar varolan bu “ahlâk”, modern zamanların tahrip ediciliği karşısında yeniden nasıl oluşacaktır ? Bilemiyoruz, sadece soruyoruz.

İsmail Hakkı Bursevî Hz.leri, Hacı Bayram-ı Velî’nin “ben bir ulu şâra vardım” diye başlayan meşhur şiirinin şerhinde, “Anlayıştan mahrum olanlar, bir zan içine düşerler..” der ve devamla “Yazıklar olsun, yetmiş bin perdenin altında büzülüp kalmış, hakikatlere uzak o köy meşrebli kimselere…Mil çekilmiş gözleri sebebiyle gönül şehrine gitmekten uzakta, şehir ve şehirli nedir bilmiyorlar…” tesbitini Trabzon’umuza aktarsak/uyarlasak ne dersiniz? Trabzon’un hakikati’ni yeniden tahkim edecek muhakkikler nerede?

Bu toprakların “büyük irfan sahipleri”nden ve “dil kerameti” bütün zamanları saran Yunus Emre Hz.lerinin;

“Bu dünyanun meseli bir ulu şâra benzer
Velî bizüm ömrümüz bir tîz bazara benzer
Her kim bu şara geldi bir lahza karar kıldı
Girü dönüp gitmeği gelmez sefere benzer.”

Şeklinde resmettiği dünya-âlem’in “ulu bir şehre”, hayatın ise hemen kurulup-toplanan/dağılan pazara benzediğini söylemesi, bu “dünya şehrine” “bir lâhza-an” ömür sürmeye gelen insanın “geri gidişi”ni “dönülmez bir sefer” olarak nitelemesi, bizim şehrimize olan sorumluluklarımızın “vakit geçmeden” yerine getirilmesini ihtar etmiyor mu?

Sonunda “veyl!” dememek için “şehrimize dönmek” zorundayız. Şehrimize dönmek için “şehrimizi bilmek” zorundayız.

Şehrimizde “ne”lerin ve “kim”lerin olduğunu bilmemenin mazereti yok. Mükellefiyetlerin idrakinin ihale edilemeyeceği bir zamandayız. Mazerete değil marifete kilitlenmenin vaktindeyiz.

Yürüyecek yolumuz, ödenecek borcumuz, en önemlisi de keşfedilecek şehrimizin olduğunu biliyor muyuz?

Yazımızı, Üstad Necip Fazıl’ın “ceketimizin astarında kaybettiğimiz güneşi başka iklimlerde arıyoruz!” hikmetinin Hz. Mevlâna’nın diliyle ifade edilen hikâyesi ile bitirelim:

Bağdatlı birisi kendisini yoksulluktan kurtarması için Allah’a dua eder. Derken rüyasında, uzak bir şehirde toprağa gömülmüş bir hazine görür. Ertesi gün o hazineyi bulmak için yola çıkar. Uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra o şehre varır, fakat orada o hazinenin bizzat kendi evinde saklandığını öğrenir. Kendi şehrine döner ve hazineyi bulur. Ama onun bu hazineyi bulabilmesi için çok uzaklara gitmesi, kendi şehrinden uzaklaşması gerekmişti.

Biz de kendi hazinemizi bulabilmek için devamlı “başka diyarlar”a mı gideceğiz? Hazine’nin kendi şehrimizde olduğunu bize bildirenlere ne zamana kadar kulak tıkayacağız?

Asla mekâna kutsiyet izafe etmeden, mekânın kendisine “giydirilen/örtülen” ruhla manâ kazandığı düşünüldüğünde Trabzon’a ait olmanın önemi de ortaya çıkar.

Her şeyden önce “rüya görmemiz”, sonra da bu rüyalarımızı doğru ‘tâbir’ edecek âriflerimiz olması gerekir.

Trabzon için görülecek rüyalarımız varsa, şehrimiz “metalik yorgunluk”tan kurtuluyor demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder