26 Haziran 2009 Cuma

DURUŞLARIN ADAMI: NECİP FAZIL...

“DURUM”LARIN DEĞİL “DURUŞ”LARIN ADAMI:
NECİP FAZIL..

Yahya DÜZENLİ

Sanal konjonktürün herşeyi peşine takıp sürüklediği, tefekkür yerine “malumatfuruşluk”ların ikame edildiği bir ortamda, bir mayıs ayında daha Necip Fazıl’ı “zoraki” hatırlıyoruz..

Adeta “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”ı andıracak türden “anma mutfağında acaba kim var?” ticari pişkinliği içerisinde yaklaşımlarla “zoraki” hatırlanmaya çalışılan “mihrak-kutup şahsiyet”lerden biri de yazık ki Üstad..

“Hatırlanmaya” çalışılıyor çünkü bütün bir ömrü boyunca “emzirdiği” ve “kaleminden ciğerine kan çekerek” beslemeye çalıştığı kuşaklar bugün, ruh varlığı tükenmiş “ihtiyar”lara mahsus bir biçimde O’nu “hatırlıyor”.

Oysa ki “hatırlama” ve “anma” yaşayarak ve yaşatarak olur. Hele sözkonusu Necip Fazıl olduğunda O’nun ruhaniyetine bürünebilmek müthiş bir cesaret ve liyakati de gerektirir.

Oysa “adet olduğu veçhile” ritüel devam ediyor..

Öncelikle Necip Fazıl’ı belli yıllara, aylara, günlere veya anlara “hasretmek” onu “hapsetmek”le eşanlamlıdır.

O’nu; O’nun deyimiyle “Ölüp de ölmeyenler” bağlamında ele almak gerekiyor.

Yani Necip Fazıl; Anadolu coğrafyası üzerinde belli bir “fiziki tarih dilimi”nde yaşayan fakat muhtevası zamanüstü olan bir devrimci düşünce adamıdır.

Cumhuriyetle birlikte yerli düşünce üretimi ilk defa Necip Fazıl’la ortaya çıkmıştır.

En zor anlaşılması gerekenin en kolay anlaşıldığı veya anlaşılmaya ihtiyaç hissedilmediği bir ‘düşünce’ zemininde Necip Fazıl’ın ‘nasıl’ anlaşılması gerektiğine ilişkin değerlendirmelere kulak tıkanacağının bilincinde olarak gene de ‘Necip Fazıl nasıl anlaşılmalı ?’ veya ‘Necip Fazıl anılmalı mı anlaşılmalı mı? Sorusunu sormak ve buna uygun cevap aramak da gerekiyor.

Bu Necip Fazıl’ı “doğru okuma”nın ve “doğru anlama”nın gereğidir.

Necip Fazıl’a “Kimdir?” sorusuyla değil de “Kim değildir?” sorusuyla cevap aramak bugün içerisinde bulunduğumuz atmosferde onu tanımak için daha uygun düşebilir.

Üstad; tek cümleyle “piyasaya düşenlerden” değildir. Yani fikri, ahlaki, edebi, estetik, tüm İnsani ve İslami değerlerin “kullanıcılar eliyle ticarileştirildiği” piyasaya düşenlerden değildir. Aksine böyle bir piyasanın oluşmaması için O; “zemin kurutucu”ydu.

Ölçüsüz, duygusuz, öfkesiz, muhabbetsiz mankafa tesellisi içerisinde olan “Müslüman Aydın”lardan, “Sivil İslamcı Aydın”lardan değildir.

Aksine O; Müthiş bir mes’uliyet ve mükellefiyetin idraki içerisinde;

“Ben sırtında taşıyan işlenmedik günahı;
Allah’ın körebesi, cinlerin padişahı..
Ben usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların,
Ben tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların..
Ben, kutup yelkenlisi buz tutmuş kayalarda
Öksüzün altın bahtı yıldızdan mahyalarda...
Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal,
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal..
Ben ben ben haritada deniz görmüş boğulmuş
Dokuz köyün sahibi dokuz köyden kovulmuş...”

İnanarak yaşayan, yaşayarak hisseden bir “çile” adamı idi.

Necip Fazıl; Osmanlı sonrası bir “ilk” tasarımcılığı denemeye çıkıyor ve bunu da başarıyor. Bu tasarım: Osmanlı bakiyesi olan Misak-ı Milli sınırları içerisinde inşa edilmesi gereken bina tasarımıdır. İşte Necip Fazıl bu inşanın mimarlığını üstleniyor, kendisine misyon biçiyor. Projesinin adını da BÜYÜK DOĞU olarak isimlendiriyor.

Bu bir toplumsal hayat projesidir. Bunun güncel deyimle “Toplum Mühendisliği” ile ilgisi yoktur. Kendi deyimiyle: “içinde dört mevsimin kaynaştığı bir sistem örgüsü”dür.

Necip Fazıl’ı bu temel misyonu üzerinde değerlendirmek gerekiyor.

Ne diyordu?:

“Her birinin kitabı halinde, arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; Mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş Sahtekarlardan kitap istemiyoruz”

O; şiiriyle ne yapmak istediyse tiyatrosuyla da, hikayesiyle de, bütün eylemleriyle de onu yapmıştır.

Yani Necip Fazıl ne İngilizlerin Şekspir’idir, Ne Almanların Goethe’sidir, Ne Rusların Puşkin’idir, Ne Fransızların Bodler’idir... Bütün bu edip ve düşünürlerin edebi fonksiyonlar da ülkemiz şartlarında içinde olmak üzere; bütün bunları tek bir “ödev ve görev”in icra ve ifası için yerine getir Necip Fazıl.

Bu misyonunu da şöylece ifade ediyor:

“Biz, cebimizde kaybettiğimiz güneşi el yordamıyla başka iklimlerde arıyoruz.” diyor. Buradan yola çıkarak bu misyonla mütenasip devrimci ve evrimci kişiliğinin ön plana çıktığı bir Necip Fazıl görüyoruz.

“Devrimci ve Evrimci”.. Kelimelere takılmamak kaydıyla söylemek gerekirse; Necip Fazıl hem Evrimci aynı zamanda da Devrimci düşüncenin ve eylemin adamıdır.

...............

Necip Fazıl’ın bir ömür kavgasını vereceği, bu kavganın kendisinden sonra da devam etmesini vasiyet ettiği bir mısrası vardır: “Ustada kalırsa bu öksüz yapı Onu sürdürmeyen çırak utansın.”

Gene bir şiirinde: “Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı..” diye belirttiği....

“Necip Fazıl” derken, herkesin ister istemez ilk planda tebessüm ettiği, ondan korkunç tatlar, zevkler aldığı bir kişilik görüyoruz. Bunun ötesinde de bu zevkin hakikaten içsel olarak insana dayatmak istediği bir sorumluluk bilinci de vermesi gerekiyor. Böyle bir sıkıntıyı, böyle bir ben şuurunu, gene onun tabiriyle “benim olmadığım yerde kimse yoktur” bilincini O’na bağlılık iddia edenlerin kuşanması gerekiyor.

Bugüne kadar “benim olmadığım yerde kimse yoktur” bilincinin fazlaca geliştiğini söyleyemeyiz.

Niçin gelişmemiştir?

O’nun ifadesiyle “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor”

Necip Fazıl, kalabalıkların kendisinden anlık zevk aldığı bir insan olarak algılanmıştır. Bugün görüyoruz ki; O’nun geçmişte söylemiş olduğu veya bugüne ilişkin (yaşadığı zamanda) söylemiş olduğu şeyler, ortaya koyduğu tarihsel tezler gerçekten bugün bizim yani özelde sadece İslami kesimin değil, Türkiye’de ortalama aydın, bürokrat, teknokrat çevrelerin de adeta tek canhıraş feryat halinde “Ülke ne olacak?” sorusuna karşı verebilecekleri cevap, getirebilecekleri çözüm tarzında bile ortaya çıkmaktadır.

Örneğin Gazi Üniversitesi’nde Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında yönettiği, hatırı sayılır düşünce adamlarının katıldığı bir açık oturum vardı. Burada önemli tezler ortaya konuldu, tartışıldı. Ana başlıklar halinde; “Tarihimizle Barışmak”, “Ceberrut Devlet anlayışından kurtulmak”, “Redd-i Miras” kavramları gündeme gelmişti.

Necip Fazıl, yıllar önce bugün konjonktürel dayatmalarla tartışılan bu ve daha birçok konuların “niçinini, ne olduğunu ve nasılını” ortaya koyan ve doğru istikametlendiren fikir diyalektiğini örgüleştirmişti.

Bugünün Müslüman bilinci; dünün Necip Fazıl’ı belli aralıklarla ‘anma’nın ötesine geçmelidir.

Necip Fazıl’ı yılın, ayın veya günün belli bir anında hatırlanması ve ‘ölü arkasından ağıt’ tarzında anmak O’nun manasını, misyonunu anlamamak demektir.

Anma bir anlamda ‘donma’dır da.

Necip Fazıl ÜTOPYASI olan adamdır. Yani projesi, gelecek alternatifi, manifestosu olan adamdır!

‘Proje’ söylemlerinin ortalığı toz dumana kattığı ve ‘projeci’liğin özgül ağırlığının kalmadığı, hele hele ‘ısmarlama’ malumatfuruşlukların ‘proje’ olarak sunulduğu bir konjonktürde Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ve etrafında dokuduğu birikimle nasıl bir proje ortaya koyduğunu anlayabilmek zor olsa gerek..

Necip Fazıl; hiçbir zaman bağlamlarından, referanslarından, hayattan kopuk SOYUT MÜCADELE yöntemleri, soyut ideolojik şablonlar, soyut toplumsal projeler teklif etmedi. O’nun teklif ettikleri ‘olunması gereken’e ve ‘yaşamaya dair’dir.

Necip Fazıl’ın şairliği onun düşünce adamlığı’nı örtmüştür. Yani O’nun şiirinin büyüsü, insanları şiirinin bağlı olduğu iklimin haritalarına bakmaktan alıkoymuştur. Her düşünce adamında mutlaka bulunması gereken ‘şairane tavırlar’ın çok ötesinde (en ulvi mücerretle en adi müşahhas arası) bir ‘şair tavrı’dır Necip Fazıl’daki tavır..

Büyük bir düşünce adamının; “Çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir..” ölçülendirmesi veya İdeolocya Örgüsü’ndaki tanımla: “Olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi..” Ve bu işin işçisi olarak Necip Fazıl’ın anlamı ve fonksiyonu özetlenebilir..

Aynı şekilde O; fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi: “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri.. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”

Bir Mayıs ayında daha Üstad ‘anılacak’‘, arkasından ağıtlar yakılacak, ‘Ne büyük deha olduğu’na ilişkin serenadlar yapılacak. Bir besteci Schuman için: “Ben bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum.." diyor. Soralım ve kendi iç dünyamızda cevap verelim: Necip Fazıl’ın bu manada kim anlıyor?

O şunu teklif etti: “Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak maskaraların akıbetine mahkum ediniz!”

Her ikisi de olmadı, olamadı ! Niçin? O’nun büyüklüğü ile muhataplarının küçüklüğü arasındaki ‘çap’ farkından..

Bir kahin üslubuyla anlamamak kaydıyla söyleyelim ki: Tek bir şey yapılmayacak: (Kendi ifadesiyle):

“Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı!”

O’ndan okuyoruz: “Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır! Eser ne kadar büyük görünürse görünsün, müessir onu aşar aşmaz ebedi bir dava yerine fani bir şahıs etrafında toplanmış olmak tehlikesi baş gösterir ve şahıs ortadan kalkınca dava da güme gider!”

Bu anlamda Necip Fazıl ‘Ölüp de ölmeyenler’ den olarak ‘anılması gereken’ değil ‘anlaşılması ve yaşaması gereken’ mana ve muhtevayı işaret etse gerek...

O; tarihsel ve toplumsal dokumuzun içinden süzülmüş sağlam ve berrak bir “lügat, anlayış ve yaşayış” tarzı teklif etti..

O; gerçek bir Veli’nin nasıl olması gerektiğini sadece tarif etmedi, aynı zamanda bir alp-eren tavrıyla gösterdi..

Kendisiyle “davası” adına en küçük bir “müşterek” nokta bulduğu herkesle hemhal oldu..

O’nda herşey yerini, her yanlış doğrusunu bulmuştur..

O; nefret ve muhabbetin şaşmaz ölçülendirme mihrakını “Allah ve Resulü” bilen adamdır.

O’ndaki mağrurluk temsil ettiği fikrin, İzzet de temsil ettiği mananın ifadesiydi..

O ilk defa; en temel mesele olarak “Dünya görüşü” eksikliğini ihtar eden, gösteren ve ortaya koyandır. Öyle ki; 1939’da “Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malum bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır” diyordu. Peşinden müthiş bir mükellefiyet idraki içerisinde “Doğsun BÜYÜK DOĞU benden doğarak” diyerek bunun İdeolocyasını ortaya koyuyordu..

O; “zorlu zamanda” “Zorlu ve Doğru yaşadı”..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder