22 Haziran 2009 Pazartesi

"TRABZON BUNCA MEŞAKKAT'E DEĞER Mİ?"


“TRABZON BUNCA MEŞAKKAT’E DEĞER Mİ ?”

Yahya DÜZENLİ, 10 Eylül 2008

Bütün Osmanlı kroniklerinin hemfikir olduğu ve anlattığı üzere Fatih Sultan Mehmed Trabzon’u fethe karar verip Trabzon’a yaklaştığında, panikleyen Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, “belki vazgeçiririm” düşüncesi ile annesi Sara Hatun’u Fatih’e gönderir. Sâra Hatun, Fatih’e atından inmiş, yürüyerek derin ormanların içerisinde Trabzon’a doğru yol alışı sırasında ulaşır ve (tarihçi Aşıkpaşaoğlu ve Hoca Sadettin Efendi’nin ifadesiyle) şöyle der: “Padişahım Trabzon bunca zahmete, bunca meşakkate değer mi?”. “Hey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmetler çekmek nedir?” Fatih verdiği muhteşem cevabın sonunda bir cümle var ki, Trabzon’lu olmanın, Trabzon’da olmanın, Trabzon’lu kalmanın ve Trabzon’un “ne olduğunu anlama”nın ipuçlarını verir: “Bu can o uğurda fedadır. Meşakketten nice korkarım? …Eğer bu zahmete katlanmazsak…”

Fatih’in ‘muhteşem’ cevabından çok, Sâra Hatun’un sorusunu 547 yıl sonra bugün kendimize ve Trabzon’a “aidiyet” iddia edenlere sorduğumuzda, Fatih’in verdiği cevabı verebilecek bir sorumlulukla gereğini yerine getirme tasası taşıyabiliyor muyuz acaba? Trabzon için bütün zamanlar boyunca, her dem sorulacak en temel soru budur: “Trabzon bunca meşakkate değer mi?”

Bu soruya cevap vermek bir büyük “dava”yı ve bu dava yolunda “karasevda”yı gerektirir. Bu dâva ve sevdâ ‘meşakkaksiz’ olmaz. Bu sevda ve meşakkattir ki Fatih’i İstanbul’un fethinden 8 yıl sonra Trabzon’a yöneltmiş ve medeniyet şehri yapmış, imparatorluğu bırakacağı şehzadelerini bu şehre emanet etmiştir. Trabzon da emanetleri “emin” sıfatıyla korumayı, yetiştirmeyi ve medeniyet pay-i tahtına iade etmeyi bilmiştir.

Trabzon için katlanılabilecek “meşakkat” ancak böyle bir “büyük dava ve sevda” ile açıklanabilir. Davası ve uğrunda sevdası çekilmeyen bir şehir “bize ait” olamaz, “bizim” olamaz.

Meşakkate “değer” uğruna katlanılır. Ve Trabzon “değer”leriyle ‘diğer’ şehirlerden ayrıldığı için meşakkate değerdi.

Italo Calvino ‘görünmez kentler’de şehrin kendisine sorulacak soru ve alınacak cevapla “yaşanmaya değer” olabileceğini belirtiyor: “Bir kentin insanı mutlu eden tarafı, yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soru karşısında verdiği cevaptır.”

547 yıl önceki “meşakkat” bugün Trabzon’a “doğru soru” sorup “doğru cevap” almaya dönüşmedikçe Trabzon “yaşanılır bir şehir” olmaktan uzaklaşmaya devam edecektir.

Şehirler vardır, uzaktan sadece “ismini” duyarsınız, yaklaştığınızda silüetinden başka bir şey göremezsiniz, berraklaştıramazsınız. Muhatap olduğunuzda kaybolur. Eski deyimle “ismiyle müsemma” bir şehir göremezsiniz. Şehirler de vardır ki; Zamanın yok ediciliğine ve tahribatlarına rağmen “kendi kalma” mücadelesi verir ve bu mücadeleyi verirken de üzerinde yaşayanları ‘koruma’ kaygısını taşırlar.

Uğrunda meşakkate katlanılan şehir, “hayatın anlamı”nı ve “amacını” insana telkin eden şehirdir. O şehirde muhatap olduğunuz herşey sizi “kendine” çağırır. Bütün hayatınızı yaşadığınız her “ân”ınızı yeniden “ilk defa” yaşıyormuşsunuz duygusu verir size. Baktığınız her şey sizi ‘huşu’ ve ‘huzur’a davet eder.

İşte bizim Trabzon’umuz budur. Böyle bir şehir için her türlü “meşakkate” katlanılmaya değer.

Rüyası görülmeyen şehir ‘meşakkate katlanılacak şehir’ olamaz.

Peki bu “rüya şehir” kendinin farkında mıdır? Kendisine yönelen bakışların ve biçilen manânın/misyonun bilincinde midir? Biz, şehrimizin “bize ait olmaya başladığı” 547 yıl boyunca bu bilinci koruduğu, taşıdığını, tahkim ettiğini düşünüyoruz. Beşyüz yıl boyunca “varlığının ve nelere sahip olduğunun farkında” olan bu şehir bugün de varlığının farkında mıdır? Bu soruya doğrudan ve rahatlıkla “evet” cevabını veremiyoruz.

Çünkü Trabzon, 547 yıl önce kendisi için çekilen meşakkatin sonucu ‘medeniyet şehri’ haline gelirken, bugün ise kendisinin uğruna meşakkate katlandığı, kendisini yorgun düşüren ‘anlamsız’ diyebileceğimiz uğraşları ‘şehrin merkezi’ne yerleştirmekle yoruluyor, kendini tüketmeye çalışıyor. Dünün meşakkati kendisine hayat verirken, bugünün meşakkati hayatını karartıyor.

Öyledir ve öyle olmaya devam ediyor: ‘Niçin şehir haline geldiği’nin ve nelere sahip olduğunun farkında olmayan şehir, niçin şehir olmaktan çıktığının ve neleri kaybettiğinin de farkında olamaz.

Şehrimizi ve insanlarımızı “kasvet”e davet etmiyoruz. Varolan fakat doğrudan hissedilemeyen kasvetli havaya işaret etmek ve bu havayı dağıtabilmenin derdindeyiz. “Bulamayacağımızı” aramıyoruz. Aradığımızı bulabilmenin tasasındayız. Gündelik hayatın hızlı ritmi, anlık kaygılar ve şehrin insanı bunaltan gürültüsü altında, tıpkı ‘gözleri görmeyenin kendini tehlikeden uzak zannetmesi’ gibi şehrimizin “miyoplaşması”na işaret ediyoruz.

Tekrar söyleyelim: “Teyakkuz” halinde olmak, Trabzon’la uyuyup, Trabzon’la uyanmak şehrimiz için çekmemiz gereken “meşakkat”in “ne olduğu”nun ve “niçin çekilmek zorunda” olduğunun idrakine varmaktır derdimiz.

Bu “derd-i şehr”e talip olmak öyle ‘yangın’dır ki Fuzulî’de nihaî ifadesini bulur: “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib!”

Biraz ileri gittiğimizin, sınırları aştığımızın farkındayız. Ancak uğruna her türlü meşakkate katlanılan şehir de insanı böyle bir “derd”e düşüren şehirdir.

Bizim Trabzon’umuz bu… Bizim Trabzon’dan anladığımız bu… Bizim Trabzon için “meşakkate katlanma”dan çıkardığımız sonuç bu…

Trabzon’a doğru “Trabzon’dan” yola çıkmanın vakti geldi, geçiyor.. Ümmî Sinan’ın “Sarraf gerek cevhere. Nâdan bilesi değil” dediği sarrafların “Trabzon cevheri”ni başka madenlerle karıştırmadan keşfe çıkmaları için vakit geçmiyor mu?

Şehirde hayat ‘semboller’ üzerinden veya ‘kameraların kaydettikleri’yle yaşanmıyor. Trabzon’da gerçek hayatı tâli, yapay uğraşları ‘esas/temel’ kabul edenleri ve bunun ‘yapay felsefesi’ne soyunanlara Hz. Mevlâna’ya ilgili olarak anlatacağımız şu olayın Trabzon’a nasıl bakmamız gerektiğine dair bir “perspektif” vermesini ümid ediyoruz:

İdraksizin birisi Hz. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e gelerek: “Yahu ben eşek yükü kadar kitap okudum, bu senin babanın dediklerini hiçbir yerde görmedim” demiş. Sultan Veled: “Sen eşek yükü kitap okumuşsun ama eşek gibi okumuşsun!” cevabını verir.

Trabzon’u “nasıl okumamız” ve “nasıl okumamamız” gerektiğini bu hikmet içerisinde anlayabiliyorsak şehir bizimdir ve biz şehre aitiz.

Trabzon’u her an yeniden okumak, yeniden yaşamak ve uğrunda meşakkate talip olmaya her an hazır olmayı göze alanlardır ki “şehre ait olanlar”dır, şehirlilerdir.

Bu anlamda biz neredeyiz? Trabzon için hangi meşakkatlere talibiz, kendimize soralım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder