22 Haziran 2009 Pazartesi

"İLLERİ VAR BİZİM İLE BENZEMEZ"...


Yahya DÜZENLİ, 5 Kasım 2008

Medeniyetimizin tecessüm etmiş, ete-kemiğe bürünmüş, bir vücudun atar ve toplar damarları gibi sürekli canlılığını koruyarak kalbini besleyen ‘yaşama alanları’ olan şehirlerin “diğer”lerinden farklılığını anlayabilmek ve “nasıl bir şehirdeyiz?’ sorusuna cevap arayabilmek, verebilmek için, şehirlerimizin kokusunu, havasını bize ‘derinden’ teneffüs ettiren Anadolu toprağının ‘büyük nefesleri’ne kulak vermek gerekir. Bu nefesler, toprağı ve üzerindeki insanı öylesine resmeder ki adeta ‘genetik fotoğraf’ ortaya çıkar. Başka iklimlerde ve başka “il”lerde olmayan böylesine ‘derin nefes’ler çok defa ‘atlanır’ veya ‘farkedilmez’. Oysa onlar toprağı, insanı ve iklimi müthiş bir sezişle kavrayarak üzerinde yaşadığımız şehrin ‘ne olduğu’nu edep ve tevazu tavrıyla ve bir mısrada bize sunarlar.
Anadolu bu ‘derin nefes’lerle doludur. Her yüzyılın insan ve şehir fotoğrafı bu ‘nefes’lerin ‘vizörü’nde bir başka ihtişamlıdır. Şehirlerimizi bir de bu “nefes”lerin “nüfuz”uyla seyredelim bakalım.
İşte bu nefeslerin ‘derin’lerinden olan Karacaoğlan 17. yy.dan bize seslenirken şöyle diyor:
“Çıktım seyreyledim Frengistanı
İlleri var bizim ile benzemez! “

Medeniyet taşıyıcısı olan şehirlerimizi başka iklimlerin şehirlerinden ayıran, birbirine benzemez yapan, “genetik farklılık”larını ifade eden böylesine bir tanımla başlayan Karacaoğlan peşinden sıraladığı dörtlüklerinin sonunda da;

“Gülleri var bizim güle benzemez…. Dilleri var bizim dile benzemez....Beyleri var bizim beye benzemez.” diyerek “bizim il”in benzersizliğini hakkıyla ‘öğünerek’ ortaya koyar ancak güllerimiz de, dillerimiz de, beylerimiz de Frengistan’ın güllerinde, dillerinde, beylerinde “ifna” oldu, yokoldu. Artık ‘kendileri’ değiller. Ne kendileri kalabildiler, ne de onlara dönüşebildiler. Hazin bir mevsimi yaşıyorlar.

Trabzon’umuz da öyle..

Şehir kimliğinin, şehir ruhunun ‘benzemezliği’ mısralarda ancak böyle ifade edilebilirdi !

Her dünya görüşü-medeniyet kendi ‘değer’lerini bir çarşaf gibi ‘yerelleştirerek’ kurduğu şehirlerinin başka dünya görüşü ve medeniyetlerin şehirlerinden farklılığını ifade eden bu mısralar, bugünkü şehirlerimize ne söyler? Veya şöyle soralım: Bugünkü şehirlerimize baktığımızda, “kendimizin” diyebileceğimiz “bizim il”leri “Frengistan illeri”nden ayıran, farklı kılan ‘nitelikleri’, özellikleri, karakterleri silüetleri…. ruhları kalmış mıdır? Karacaoğlan’ın mısraları ‘divan’ında üçyüz yıllık sıcaklığını halâ sürdürüyor ama “bizim il”ler çoktan “Frengistan illeri”ne benzedi. Frengistan illerine benzemekle kalmadı, onların ürkütücü cesameti altında kayboldu, yokoldu. Hatta öylesine ki; (Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle):

“Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom Gomore, patla Bizans ve Roma!”

Biz, Karacaoğlan’ın “bizim il”inden kasdının ‘medeniyet coğrafyamız’ üzerindeki tüm şehirler olduğunu unutmayarak, şehrimiz Trabzon’a baktığımızda (nostaljik koridorun çekiciliğine biraz kapılarak) tüm yıkımlara, tahribatlara, sefaletlere rağmen, ortada “bizim il” diyebileceğimiz ‘tarihsel aidiyet’inin dışında bugün bize çok fazla şey sunamayan “bizim il”in “benzersizliği”ne bir kez daha vurgu yapmak istiyoruz.
“Bizim il”in benzersizliği, bir zamanlar ‘yetiştirdikleriyle’, eserleriyle, tavır ve tarzıyla ortaya konulurken, şimdilerde zorlama bir ‘hamaset’le ortaya çıkarılmak isteniyor. Spordan, şenlikten, içi doldurulmamış iddialardan, vs. vs. başka “bizim il”de göremediğimiz ne var?
“Bizim il”i ‘bizim il’ yapanlar şehirden çekilince ‘bizim il’ kendisini unuttu, kendisine yabancılaştı, giderek başkalaştı.
“Bizim il”in benzersizliğini bütünüyle ‘nostalji’ye ve ‘hamaset’e kurban etmeden, ‘yerliler’in ‘bizim il’i nasıl gördükleri/göremediklerini/görmeleri gerektiğini anlayabilmek için D. Quinn’in “İsmail:Bir zihin ve ruh macerası” romanındaki diyaloğu okuyalım:
“Görülmeye değer yöresel yerlere bakmak için yolunu değiştirdin mi?
“Sanırım. Zaman zaman.”

“Eminim yerel sınır taşlarına gerçek anlamda sadece turistlerin baktığını fark etmişsindir. Bütün pratik amaçlarına karşın, bu sınır taşları, sadece her zaman orada, açıkça göz önünde olduklarından, yerliler onları görmez…”

“Evet, öyle..”

“Yolculuğumuzda şimdiye kadar yaptığımız da bu. Kültürel ana vatanınızda yerlilerin hiçbir zaman görmedikleri işaretlere bakarak dolaşıyoruz. Başka bir gezegenden gelen bir ziyaretçi onları dikkat çekici, hatta sıra dışı bulurdu ama kültürümüzün yerlileri onları fark etmiyor bile…”

“Bu doğru. Kafamı iki elinin arasına sıkıştırıp, bir yöne çevirerek, ‘Onu görmüyor musun?’ demen gerekirdi. Ben de sana, “Neyi görmüyor muyum? Orada görülecek bir şey yok’ derdim. “

D. Quinn’in bahsettiği “yerliler” olsaydı “bizim il” benzersiz olacaktı. Ancak yerlilerimizin göremediği şehrimizi ‘yabancı gezegen’den gelenler de bugün çok fazla ‘dikkat çekici’ ve ‘sıradışı’ bulamıyor. Çünkü ‘Frengistan illeti”ne tutularak ‘bizim il’i kaybettik, bizim ile ait olduğumuzu unuttuk.

Tanpınar’ı dinlemenin yeri burası: “Büyük orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden kaybolurdu. Çünkü asıl yayı çeken ve ahengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar şehrin kendisi, bizim olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet hepsinin üzerinde dalgalanan hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus duygulanmaları, hüzünleri, neşeleriyle, hayalleriyle bizim olan zaman ile takvimdi…. Eski mahallelerde dolaşıp da bu zamanı duymamak, onun tılsımlı kuyusuna düşmemek imkansızdı. Bu elle dokunulacak kadar kesif, ruhani renklere bürünmüş, her karşılığını bir rahmaniliğin sınırlarına kadar götüren, en basit şeylere bir içlenme, bir “mağfiret” edası veren, dua ve tevekkül yüklü, dünya ile ahretin arasında aralık bir kapı gibi duran garip bir zamandı…”

Karacaoğlan’ın “bizim il”ini bulabilmek ve onun ‘benzersizliği’ni anlayabilmek için, Quin’in ‘ziyaretçi’lerine Tanpınar’ın çektiği ‘şehir fotoğrafı’nı göstermek gerekiyor..

Ne onların ili bizim ile, ne bizim il onların iline benzememeli. Çünkü ‘gen’lerimiz ayrı ve farklı. Karacaoğlan da bu “gen”lere vurgu yapıyordu.

Şehrimizde, “yerlilerin hiçbir zaman görmedikleri işaretlere bakarak dolaşan” seyyahlar kadar basiret sahibi değilsek, şehirde sadece “et yığını”yız… Halimize ağlayamayız bile. Çünkü “halimiz”e ağlamak için “halimiz”in farkında olmamız gerekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder