Yahya DÜZENLİ, 30 Nisan 2008
Genellemelerin kolaycılığına sığınmadan ve yanıltıcılığını da göz önünde bulundurarak söyleyelim ki; insanın duyarsızlaştığı, etrafında cereyan eden olaylara karşı tepki veremez hale geldiği bir ‘anomi’ halini yaşamakla, etrafındaki herşeye karşı anormal bir tepki verdiği ‘panik’ halinin onu mekanik bir nesneye dönüştürdüğünü gözlüyoruz, hatta yaşıyoruz desek herhalde çok fazla abartmamış oluruz. İkinci halden çok birinci ‘tepkisizlik’ hali; şehrin kâbusa dönüştüğü ve bu kâbusta insanın varlığının manâsını ve gayesini kaybettiği bir yöne doğru şuursuzca gidişini hızlandırıyor ve bu hal olağan bir gerçeklik şeklinde tezahür ediyor.
Hz. Mevlâna’nın “Sarayda gece sultanlar uykuda, zindanda gece mahkûmlar uykuda” dediği, herkesin her yerde insan olma sorumluluğunu terkettiği, varlığını iptal ve imha etmek için çabaladığı hal bu olsa gerek… Müthiş ‘tepkisizlik’ hali…’İnsanın ancak etki ve tepkileriyle insan olduğu’ hakikatinden, ‘etkisiz ve tepkisiz’ hale dönüştüğü ‘kendi olmama hali’ günümüz insanının trajedisini yansıtıyor.
Hz. Mevlâna’nın insanın düştüğü yeri tanımlayan bu hikmeti, ‘zamanüstü bir hakikat’ olarak ölçülüğünü muhafaza ederken, insanın bu halini, Üstad Necip Fazıl 28 yıl önce “His İptali” başlığı altında yazdığı bir yazıda, kendisinin de dehşete kapıldığı şu hadiseyle anlatıyor:
“Bana korkunç bir hastalık çeşidinden bahsettiler: Vücudumuz, dış tesirlere karşı hiçbir elem duymaz oluyor ve her türlü tenbih imkânının dışına çıkıyor.
Hadise bir İngiliz Lordunda şöyle tezahür etmiş: Ayağını şöminenin ateşine doğru uzatıp dalgın dalgın gazetesini okuyan İngiliz, bir de bakmış ki, ayağını dizlerine kadar alevler sardığı halde hiçbir şeyden haberi yok… Müthiş bir his iptali… Derin komayla bayılmaktan ve hatta ölümden beter…
İşte Türkiye’nin hali!... Türkiye ilahi gazabı af kabul etmez mikyasta belirten, bu, ne olduğundan habersizlik felaketi içindedir. Her tarafımız alev alev yandığı halde dalgın dalgın gazetemizi okumaktayız.
Acı duymanın bile imtiyaz belirttiği, ilahi, rahmetten bir işaret teşkil ettiği intibak melekesinden mahrumluk… Destek mevzuu bir vaziyet… Vaziyetimiz budur!...”
Hz. Mevlâna’nın ve Üstad’ın bu “hikmetli tesbit”lerini hayatın tüm zaman ve mekânlarına tatbik edeceğimiz gibi, biraz daraltarak içinde yaşadığımız şehre indirgediğimizde göreceğimiz şey: “Müthiş bir his iptali”dir. Öyle bir his iptali ki, ‘neleri alevler sardığı’nın bile farkında değiliz.
· Şehir yaşanılır olmaktan uzaklaşıyor… Önemli değil..
· Şehirde ‘feryâd’ edenler var… Çıldırmış olmalılar…
· Şehir giderek bizi içine çekiyor, koyboluyor ve boğuluyoruz… Farkında değiliz…
· Şehrin fiziğiyle birlikte kimyası da bozuluyor… Son derece tabiidir…
· Şehri sinir sistemimizi gerecek-rahatlatacak ‘refleksler’e teslim ediyoruz… Yapacak bir şey yok…
· Şehir kılık değiştiriyor… Gereklidir..
· Şehir ‘kadîm’ ruhuyla tezatlar yaşıyor… Zamanın gereğidir…
· Şehrin kökleriyle ilgisi kalmamış… Dert değil…
· En nihayet; şehir tedricî olarak bozulur ve ruhunu kaybederken biz sadece seyrediyoruz… Ancak seyrederken acı duymuyoruz…
İşte “şehirde his iptali”… Şehir fark edilemeyecek biçimde kendisine, üzerinde yaşayanlara yabancılaşır ve üzerindekileri kendisine yabancılaştırırken hiçbir acı duymuyoruz.
Parçanın kaybedilmesinin neticede bütünün kaybedilmesinin belirtisi olduğu gerçeğinden hareketle; şehirlerimizin ruhuna musallat virüslere karşı ilgisizlik bütünüyle bir “his iptali”nin başlangıcıdır.
Herhalde belirtmeye gerek yok: Şehir derken “şehir ruhu”ndan ve “zihniyet”ten bahsediyoruz. Beton, bina, kavşak, yol ve altyapının bütünüyle şehirle özdeşleştirildiği şematik, nesnel bir “elemanlar toplamı”ndan bahsetmiyoruz. “His iptali” bu manâda ‘şehrin ölümü’nden daha trajik bir sonuçtur.
“Şehrimize dönmek” diye bir derdimiz varsa eğer, şehrimize karşı sorumluluklarımızı ertelemeden ve ihale etmeden ontolojik bir gereklilik kabul etmeliyiz.
Şehrimize dönebilir ve onu anlayabilir, yaşatabilir ve onunla yaşayabilirsek şehir bizimdir. Batılı bir kültür tarihçisi “Bütün bir gezegen, zevklerimizi, hayallerimizi, davranışlarımızı, yaşam biçimimizi, dünyaya ve kendimize bakışımızı her gün biraz daha değiştiren bir imaj, ses, düşünce ve çeşitli ürün selinin istilâsı altında…” tesbitini yaparken, herhalde bu halin giderek bütün bir his iptaline dönüşeceği gerçeğinin ilk işaretlerini veriyordu. Bu genellemeyi şehrimize uyarladığımızda, şehrimizin de böyle bir sel istilâsı altında olduğunu söyleyebilir miyiz?
Trabzon’a ruhuyla, kimyasıyla bağlı olanların, onda yaşayanların ve onu yaşatanların “his iptali” tehlikesini asla gözden kaçırmadan kendisini sürekli sorgulamaları gerekmiyor mu?
Hisleri iptal olmuş olanların böyle bir meselesi yok şüphesiz. Her an his iptali tehdidi altında olduğunun muhasebesini yapabilenlerdir ki; şehri hisleriyle baş başa bırakacaktır.
Her şeye rağmen Trabzon; hislerimizi iptal değil, hislerimizi iade edecek münbit toprağını muhafaza etmektedir. Bu münbit toprağı “yaşanmaya değer” kılan, taşıdığı, muhafaza ettiği “değer”lerdir. Bu değerleri arkaik, ölü, müzelik olmaktan çıkarıp, canlı, hayatiyeti olan, yaşayan bir organizmaya dönüştürebildiğimiz nisbette şehir ve biz “his iptali”ni yaşamayacağız.
Duamız: “Şehrimizin saltanatı daim olsun!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder