Vefatının 24. yılı münasebetiyle
Yahya DÜZENLİ ile sıradışı bir Necip Fazıl sohbeti.
Sorular: Uğur Polat
“MESAJINI DURUŞ, DURUŞUNU MESAJ HALİNE GETİRMİŞ BİR BÜYÜK İNANMIŞ: NECİP FAZIL “
SORU:
İlk olarak Necip Fazıl Kısakürek hakkında ve aslında en önemlisi kim olduğu konusunda bugüne kadar sorulmuş bütün soruların fevkinde; kavi ama kibirli değil, ilmi ama sufli değil, cesur ama küstah olmayan bir diyalektik ile, aynı zamanda üstadı sadece kendisinin tanınmak istediği ölçüde bir nizamla ortaya koymak borcu, adabı içerisinde sormak istiyorum. Matematiksel bir açıdan tarihe baktığımızda, hem keyfiyet planında hem de kemiyet bütünlüğü içersinde üstadın ortaya koyduğu eserlerin yanında, bir devrin (üstadın yaşadığı devrin koşulları hepimizce malum) destanı olan o ‘Çile’ adamını bize tanıtır mısınız?
YAHYA DÜZENLİ:
Cevabı zor bir soru.. Bir mütefekkirin “İnsanlar da kuyulara benzer, içlerinde boğulabilirsiniz” dediği türden bir insanı, yani Üstad Necip Fazıl’ı bir sayfanın sınırlarına presleyerek anlatmak çok zor. Bu sorudan kaçış olarak söylemiyorum bunu. Şunun için zor: “çile adamı” deyiminin modalaşmış şekliyle “o çile adamıydı” tarzında genel-geçer ifadeler Üstad’ı anlatmaktan uzaktır. “Kimdir?” sorusuna verilecek yegâne cevap onun hayatını bütünüyle okumak yani hissedip anlamaktan geçiyor. Bunun kelimelerle ifade zorluğu içerisinde bir cümleyle ifade edecek olursak O’nun kim olduğunun en pratik cevabını vasiyetinden almak mümkün. Diyor ki vasiyetinde: “Eğer bu kâmusluk bütünü (eserlerini-hayatını) tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz ‘Allah ve Resulü, başka her şey hiç ve bâtıl..’ Devam ediyor :”Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!... Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız ! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !” İşte kendi kaleminden Necip Fazıl. Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş, veya yeni deyimlerle mesajını duruş, duruşunu da mesaj haline getirmiş bir büyük inanmış karşısındayız.
O’nun hayatı bir şablon cümleyle ifade edersem; kaynağını nereden aldığıyla enerjisini nereye akıttığı arasında yaşanan müthiş bir içe yönelik nefs murakabe ve mücahedesi ile dışa yönelik cemiyet mücadelesinden ibaret bir “yaşanmaya değer” hayattır. Üstadın kim olduğunu ortaya koyar.
O; insan memuriyet ve mes’uliyetinin yakıcı bir şekilde derinliğine idrakindedir ki;
“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı” mısralarıyla bunu ifade etmiştir.
Burada şunu iyi anlamak gerekiyor: Necip Fazıl; kendi kaleminden gerek şiirlerinde gerekse de diğer bütün eserlerinde kim olduğunu ifade ederken aynı zamanda muhataplarının kim ve ne olmaları gerektiğini de ifade ve ihtar eder! Tıpkı yukarıdaki mısralarında olduğu gibi. Bu mısralarında Allah’ın insana yüklenmiş olduğu temel görev ve ödevin hakikatini idrak etmenin Üstad’da dev sancılar haline gelişini görüyoruz.
Üstad’ın birbiriyle en alâkasız gözüken mısralarıyla eserlerinin derinden birbirleriyle irtibatlarını kurabilen ehl-i irfan O’nun “Çile”siyle yapmak istediğinin “İdeolocya Örgüsü”yle yapmak istediğinin aynısı olduğunu anlar. Onun için O’nun insan ufkunun ötesine varan tecrid yüklü mısralarıyla, dışından teşhis yüklü görünen mısralarının mihrakı aynıdır.
Yâni yukarıdaki mısralarıyla, “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti, Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” mısralarındaki teşhiste de kim olduğu ve ne yapmak istediği yatar. Evet… O; mukaddes emanetin dâvacısıdır. Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa gösterdiği doğru yol ve doğru emanetin davacısı… Sadece insanın kabul ettiği emanet.. Peygamberler eliyle son peygambere kadar gelen ilâhi emanetin davacısı.. İşte Üstad’ın yaşadığı zaman diliminde kim olduğunun ifadesi budur..
Allah Resulü’nün “eğer benim bildiklerimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz” ölçüsünün idraki içerisinde, Üstad’ın Allah Resulü’ne, Sahabîye ve O’nlara tabi Velîler ve takipçileri hakkında eserlerine derinliğine nüfuz ettiğinizde O’nun hayatının nasıl bir “mukaddes yüke hamal” bir hayat olduğunu da anlardınız.
Üstad’ın “kim olduğu”na kesitler halinde devam edelim…
Üstadın düşüncelerinin, istikametinin henüz tam olarak yatağına oturmamış olduğu 23 yaşında (1927) “başını bir gayeye satmış kahraman gibi” ifadesiyle, 45 yaşında (1949) meşhur Sakarya Türküsü’nde “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun” mısrası ve en nihayet 79 yaşında (1983) vefatından kısa bir süre önce yazdığı “Allah Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum; Öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum!” mısraları Üstad’ın hayatının kendini idrak ettiği günden son nefesine kadar her şeyiyle “bir mukaddes gayeye adanmış hayat” olduğunu ortaya koyar.
O’nun hayatı, suyun bu yakasında kimi edebiyat müsveddelerinin yaptığı tasnifle “önceki hayatı”, “sonraki hayatı” şeklinde parçalı bir hayat değildir. Bunu anlamak için 20 yaşında yazdığı “Allah” şiiriyle “Ya hû” şiirlerine bak yeter. Tabii anlayacak idrak gerek ! Çıkış noktası Allah, varış noktası Allah olan bir yaşanmaya değer hayat… Yani O’nun hayatı asla tashihe muhtaç bir hayat değildir.
O’nda (kimi idrak yoksunlarının anlayamadıkları) kibir şeklinde tezahür eden duruşu; temsil ettiği fikrin izzetinden kaynaklanan vakardır.
Biraz da etimoloji yapmak gerekirse.. Çile “kırk” demektir. Üstadın da ilk Büyük Doğu mücadelesini başlattığı yıl 1943 ile vefatı olan 1983 yılı arasında geçen 40 yıllık mücadeleyi de çile olarak isimlendirmek de mümkün..
Şunu ifade edeyim: O; büyük, yüce, mükemmel, vs. gibi beylik kelimelerle, şablonlarla, barkotlarla anlatılmaktan uzaktır. Buna rağmen gene de söyleyecek olursam; O’nun büyüklüğü taşıdığı bu yükten gelmektedir!
O kimileri fark etmese de, Allah ve Resulü gayesine mıhlanmış, kıyamete kadar gelecek olan “mukaddes yüke hamal” büyük taşıyıcıların büyüklerindendir... Üstad’ın Hacc’ı sırasında Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin kabrinin önüne geldiğinde yaptığı o insanı eritici dua ve şu sözü O’nun tüm kimliğini ele vermeye yeter sanıyorum. Diyor ki Ravza-i mutahhara’da : “Necip Fazıl ! Sen bu ânı görmek için yaratılmışsın !”
Üstad’ın hayatı aslında bir hesaplaşmanın tarihidir. Aslî toprağından sökülmüş, atılmış, katledilmiş bir neslin bütün acılarını, trajedilerini (bir paratoner gibi) üzerine çeken ve (Kur’an-ı Kerim’in) “kalk ve uyar” emrini iliklerine kadar hisseden ve bunun gereğini yerine getiren bir büyük hissedicidir. “Ölsek de sevinin eve dönsek de!” diyerek gayesi ve memuriyeti yolunda hiçbir engel tanımayan bir medeniyet savaşçısı..
Üstad; sonuçlar doğuran fikirlerin sahibidir. Bu sonuçlar riskli de olsa her zaman o riskleri göze almıştır. Kesitler halindeki uzun hapishane hayatı bunun göstergesidir. Üstad aldığı risklerin bedelini burada, kendi coğrafyasında ödemiştir. Şedit CHP iktidarının İslâm’ın her türlü izlerini toplumdan silme uygulamalarına karşı verdiği destansı mücadele herkesin malûmudur. O, bu mücadelenin sonuçlarını bilerek, göze alarak vermiştir kavgasını. Nazım Hikmet ve kimileri gibi, tehlike gördüğü anlarda bu toprakları terk etmemiştir, bu coğrafyadan kaçmamıştır.
Uzatmak mümkün ama sanıyorum bu kadarı O’nun “kim olduğu”nu anlatmaya yeter..
SORU:
Kendi ifadesiyle:‘Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim Kaldırımlar’ ı göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki bu şiir kaldırımlarda geceleyen eviz barksız bir sınıfın destanı. Halbuki o; belki şato sahibi en nadide ağaçtan yontulmuş karyolasında gözü uyku tutmaz muzdarip fikir prensinin çilekeş entelektüel’in şiiri. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette ‘Kaldırımlar’, bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri. Bu kadarını anlayan çok insan çürümez, pörsüme, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette.’ Ölçüsü ve olanca savletiyle kendisini ve şiirini yanlış anlama gayretinde olanlara bu hususları arz ederken, onu şiirin verâsında vezin kovalayan bir sokak mühendisi zannedenlere cevabı ne kadar manidar. Yaşadığı dönemde bu derece cemiyetin kıskacında kalan insan Necip Fazıl! Muhterem hocam, Üstad Necip Fazıl’ın 79 yıllık ömrü hayatında asıl gayesi, meselesi, neydi, bunu bize üstadın çok yakınında bulunmuş biri olarak anlata bilir misiniz?
“LAFIMIN DOSTUSUNUZ, ÇİLEMİN YABANCISI !”
YAHYA DÜZENLİ:
Aslında sorunuzun içerisinde cevabı da bir şekilde verilmiş olan “asıl gayesi, meselesi”ni birinci sorunuzun cevabında da bulabilirsiniz. Gene de devam edelim. O diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı, insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni anlatmaya yeter.
“Lâfımın dostusunuz çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği “fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda (anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir. Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz. Aslında O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konunun derinliğine girmenin yeri burası değil, sadece bu tesbitlerle yetinelim isterseniz. Aslında, bugün bile ülkemizde ve tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman olmuş bir İngiliz bilim adamının deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade edebilecek, bütünleyecek mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem sorabilen hem de cevap verebilenlerdir. Bunlar ayrı ayrı bahisler, konular..
Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir. Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor.
İşte Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.
O’nun “Her yüzyılda bir yenileyici gelir” ölçüsünden ilhamla 1978 yılında yazdığı “Bindörtyüze bir yıl var, yaklaştı zamanımız; Bu asırda gelir mi dersin kahramanımız?” mısraları da aslında yaptıklarının o ölçünün gereği olan bir kahramanlık-yenileyiciliktir.
O’nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.
1979 yılında yazdığı (bizim de o yıllarda mensubu olduğumuz ve yazı yazdığımız Akıncı Güç dergisi ve kadrosu) ve sonra İdeolocya Örgüsü’ne ekeklediği “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt) bahsini özet maddeler halinde anlatır aslında. “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”Evet… yüzyıllara sâri bir zevalin ardından Üstad fikirde kemâl çığırı açmıştır.
Bunu yâni idelocya ihtiyacını, yenilenme ihtiyacını, model ihtiyacını, fikir adamı ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstad’ın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Derin ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir.
İdeolocya Örgüsü; depo edilmiş, istiflenmiş bilgiler, malzemeler, malûmatlar yığını değildir. Konfeksiyon düşünceler, paketlenmiş fikirler değildir. Kendine özel terminolojisi, kavramsal düzeni (yeni deyimle) konsepti olan, çelişkisiz diyalektiği olan bir bütündür.
O’nun Büyük Doğu’su Allah ve Resulû’ne bağlılığın bir büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder.
SORU:
‘O hep şunu söylüyordu: Çok defa en ulvi tecrit ve manalandırmalara en sufli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur.’ (…) ‘ben mücerretler adamı o kadar indim ki mutlaka her türlü tecrit’in sonunda varması gereken yer müşahhastır, toplumdur, insandır, eşyadır, olaydır.’ Temel prensipleri ölçüsünde üstadın ne demek istediğinden çok, yanında bulunanlara ne kazandırmak istediğini bize anlatabilir misiniz?
“HAYATLARI KAFESLERDE GEÇEN KÜLTÜR MÜSLÜMANLARI NECİP FAZIL’I ANLAYAMAZ !”
YAHYA DÜZENLİ:
Aslında Üstad’ın belirttiğiniz “en ulvî tecrit ve manalandırmalara en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur!” sözünü yukarıdaki cevaplarımızın içerisinde de bulabilirsiniz. Nitekim İdeolocya Örgüsü’nde öncelikle bu eseri niçin ortaya koyduğunu izah etmesine rağmen, bugüne kadar, suyun bu yakasındaki Müslüman yazarlar, aydınlar, gazeteciler, vs. tarafından anlaşılamaması bir yana “en süflî teşhis ve maksatlandırmalar”a indirgenmiştir. Tabii burada Üstadın bu şekilde (özellikle de İdeolocya Örgüsü’nün) indirgemeci bir yaklaşımla, okunmadan, üzerinde düşünülmeden kimi yorumlara konu edilmesinden müstağniyiz. Aslında bu sığ ve kışır idraklere verilecek cevabımızın da olmaması gerekir. Buna en son örnek Hece Dergisi’nin Necip Fazıl Özel Sayısı’nda “Büyük Doğu nereden doğar? İslamcılık, Doğu-Batı sentezciliği ve Necip Fazıl” başlıklı Alev Erkilet isimli bir idrak yoksunu kadının vehimlerden ibaret marangozluk mamulû yazısıdır. Gene aynı dergideki Ömer Lekesiz ismiyle kendi lekeleriyle malûl bir lekeli yazı olan “Necip Fazıl’ın kanaat önderliği” başlıklı yazı, vs. vs. Daha bunun gibi birçok örneğe rastlayabilirsiniz. Hece Dergisi’nin briket gibi, amelelerin elinden çıktığı belli olan Necip Fazıl özel sayısına nisbetle (öyle zannediyorum) bilinçaltı komplekslerin dayatmasıyla çıkardığı Nazım Hikmet Özel Sayısı ise Nazım’ın ruhu ve düşüncesiyle örtüşen bir format ve muhtevada.. Kendi iklimini kuranlara ihanetle, kendi iklimine düşman olanlara muhabbetin nerelere kadar varabileceğinin belgeleri.. Tabii bu iklimin insanları iseler...
Kadir Mısıroğlu’nun “Necip Fazıl’a dair” küfürnamesini, Hüseyin Üzmez, Taha Akyol, Rasim Özdenören, S.Hayri Bolay gibi sığ ve kışır idraklerin (üstadın deyimiyle) tavla zarı ebadındaki kafalarıyla Üstad’ı değerlendirmeleri de “en süflî teşhis ve maksatlandırmalar” cümlesindendir. Sağlığında onun hakkında özel sayı çıkarıp “bir mahkeme kurulurken” diyerek onu güya muhakeme edenler, ölümünden sonra O’nun faziletlerinden, meziyetlerinden dem vururken gene de şuur altlarındaki ifrazatları dökmekten vazgeçemiyorlar. Mehmet Kaplan, Orhan Okay, Ahmet Kabaklı gibi edebiyatçıların plastik değerlendirmeleri üzerinde durulmayacak kadar sıradan... Beşir Ayvazoğlu’nun ise tavrı tam bir garabet. ‘Necip fazıl henüz bir idoldür. Bu yüzden onun hakkında rahat olmak, hür bir biçimde kalem oynatmak zordur.’ diyor. Farkında mıdır bilmem, kendi saplantısını idol haline getirdiğinin.
Bir de Kültür Bakanlığı’nın Üstad’ın 100. doğum yıldönümü anısına çıkardığı prestij kitap var. Resmî formatlar içerisinde, Üstad’ın ne olduğu değil de ne olmadığını adeta ispata kalkıyor. Ayrıca içerisinde Üstadın ruhuna ihanetle dolu yazılar..
Ölüm yıldönümlerinde genellikle onu nekrofili-ölü sevicilik cinsinden anma programları ise, adeta onu ısrarla anlamama gayret ve şehvetiyle dolu.. Türk dilini ustaca kullanmasından tutunuz da türk şiirine getirdiği soyutlamalar, vs. vs.ler etrafında bir sürü malûmatfuruşluklar.
Meselâ, konu etmeye değmez ama numune olması bakımından söyleyeyim. Ömrü hangi kara sularına girerse onun bayrağını taşımakla geçmiş ve sabitleneceği limanı henüz meçhul olan Ali Bulaç’ın “Bana en çok ters gelen sloganları Türk’ün ruh kökü ve Allah’ın seçtiği kurtulmuş millettir.. Bunu çok yadırgıyorum. Halen de rahmetlinin bu konularda isabet ettiğini veya tümüyle haklı olduğunu düşünmüyorum..” sözlerine “Allah şifa versin” demekten başka yapacağımız bir şey yok. Aynı bağlamda bugün İsmet Özel’in özellikle Cumhuriyet dönemi Türk Şiiri’nde bile çaktırmadan yok saydığı, es geçtiği Üstad’ın “İslam, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar..” tesbitini deforme ederek, kendinin yeniden varoluşunu (reenkarne) anlamlandırmak için klonladığı/kopyaladığı “Allah Türkleri üstün ırk yarattı” gibi garabetler de ilginçtir. Artık kendinden bahsedilme ve “şık olma” adına “aksesuarları”yla anılır hale gelmenin, ontolojik arayışını ‘kalın türk’ gibi kavramlarla ifade etmenin hazin hali.. Bir münekkidimizin dediği gibi “itibarları menşelerinden geliyor.”Halâ şuuraltlarından geldikleri sol kodları temizleyemeyen, ne zaman bir edebî soruya muhatap olsa “Halkın Dostları”ndan bahsetmeyi bir şuuraltı ahlâki gereklilik gören ”özel” isimler… Aslında buralara girmeyecektim ama “prototip”olmaları bakımından önemli. Bir de Üstad’ın kendisinin “ademe mahkûmiyeti”ne suyun bu yakasından örnek olmaları bakımından önemli olduğu için bahsetmek durumunda kaldım.
Üstad’ın “bir şeyin vücut bulması, özünü zıtlarından tasfiye etmesi, bu cehdi hiçbir an kaybetmemesiyle kaim!” şeklindeki hükmünü bilmeden, anlamadan İdeolocya Örgüsü hakkında konuşmaya, yazmaya, daha doğrusu kırda gezinti yapmaya çıkanların Üstad’ı sentezci, eklektik gibi görmeleri doğaldır. Bu tiplere, bu yapay kafalara şu menkıbedeki hikmetle bakmak gerekiyor: Büyük bir Velî’ye birisinin “sizi bu gece rüyamda çok çirkin bir surette gördüm” demesi üzerine, Velî’nin “rüyan doğru ve gerçektir. Benim vücut aynamda kendini seyretmişsin!”
Benim düşüncelerim Üstad’da ifna olan düşüncelerdir. Benim Üstad’a ait 34 yıllık ezberlerim vardır. Bu ezberler bozulmayan, değişmeyen, değişmeyecek, tartışılmayacak ezberlerdir. Ve en önemlisi bu ezberler hareketli ezberlerdir. Yani hayat devam ettiği sürece, eşya ve hadiseler form ve muhteva değiştirdiği, ilerlediği sürece doğrulanan ezberlerdir. Bu ezberlerimden yola çıkarak söylüyorum ki; size büyük bir iddia gibi gelebilir ama, bir gerçek olarak söylüyorum: Üstad’la ilgili yazılan kitapların hiçbirisi O’nu anlamanın, tanımanın en uzak arsa sınırlarına bile yanaşamamıştır. Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Başbaşa isimli eseri ve Üstadla ilgili eserleri hariç, onun cümle kapısından girebilmiş değillerdir. Birbirinin tekrarı, tatlı su kalemciliği cinsinden eserler.. Eser demeye de değmeyecek karalamalar.. Amip hayatı sürenlerin Üstadı anlamaları mümkün değildir.
Hayatları ‘kafeslerde’ geçen sun’i ve yabancı yemlerle beslenen kültür Müslümanlarının Üstad’ı anlayabilmelerini düşünemiyorum, zaten anlayamamışlardır da. Münevver Ayaşlı merhumun bir tesbitini hatırlıyorum. Diyor ki: “Evet, Necip Fazıl aşkı ve muhabbeti.. Diğer taraftan nedir bu Necip Fazıl nefreti? Hiç kimse tarafsız kalamıyor. Bu ne kuvvetli bir şahsiyet…”
Üstad, o mücerretler adamı, fikrini, düşüncelerini yere öylesine indirmiştir ki bunu maddi olarak yakınında bulunanlar bile anlamamışlardır. Adam tanımanın surat tanımak olduğunu zannedenler tabii… Üstad, etrafındakilerin kalitelerinin de farkındaydı… “Hâlim, açık denizde düdük çalan bir gemi; Kim duyar, ötelerden haber veren bestemi…” mısrasıyla da, bir antik Yunan Şairinden aktardığı “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum” özdeyişini, “Bakmayın kalabalığımıza. Aslında biz bir dolmuşu dolduracak kadar bile yoğuz!” tesbitlerini de bu manâda değerlendirebilirsiniz.
Sorunuzda geçen “yanındakilere ne kazandırmak istediği”ne yine O’na ait ya ol, ya öl! Ve ya hep ya hiç! İhtarlarıyla cevap vermemiz mümkün.. “Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir? Dilsizce yalnız Allah, demeye kimler gelir?” mısraları Üstad Necip Fazıl’ın yanında bulunanlara ne kazandırmak istediğine işaret eder. Yani O; etrafındakilere “ince ve soylu idrak” sahibi olmaları için bir ömür uğraşmış, “ciğerinden kalemine kan çekerek” didinmiş ancak, yanında inat ederek soylu, cins at olmak yerine eşeklikte direnenler çoğunluğu teşkil etmiştir. Malumdur ki; Bilgi bilene, sevgi sevene var. Buna rağmen Üstad, etrafındakilere tahammül etmiştir. Çünkü o tahammülün de fevkindeydi. Yanından kimler gelip geçmemiştir ki? Hepsi onun yanında şahsiyet krizine tutulmuşlardır. Vefatından sonra da bazıları bu krizleri ifrazat şeklinde ortaya dökmüşlerdir. Analarından emdiklerini ifrazat halinde kusanlar işte… Bal arısı da eşek arısı da çiçeklerden aynı özü toplar ancak birinin akıttığı şifadır, diğerininki ise zehirdir. Onun için kime baktığınızdan çok, onda ne gördüğünüz önemlidir. Bakmakla görmek arasındaki fark gibi…Üstad’da müfrit (extrem) derecede olan aşk, muhabbet, öfke, tahammül… Yani cümle insanî hasletlerin Allah ve Resulü davasına bağlı olarak tüm yanındakilerin şahsiyetlerine giydirilmesini telkin etmişti Üstad…
Batılı bir büyük kafanın “bu kulaklara göre ağız değilim ben!”dediği gibi, aslında Üstad zamanındaki ve bugünkü kulaklara göre ağız değildir ama, dedik ya o tahammülün de fevkinde olduğundan, memuriyeti ve mensubiyeti gereği tahammül etmiştir. Bu tahammülü de O’nun ne büyük bir insan olduğuna delâlettir aslında.
İsterseniz O’nun kimliği, ne olduğuna ilişkin özet başlıklar halinde devam edelim..
Necip Fazıl devamlı tahkiktedir. her şeyin hakikatindedir. Girdiği her yerde sarsıntılar meydana getirmiştir.
Hayatı boyunca (tasavvufun kavramlarıyla) huzur ve hayrette yaşadı. Ben O’nun açılmış olduğu okyanuslarda hakk-el yakîne kavuştuğunu düşünüyorum. Veliler Ordusundan 333 isimli eserinin önsözünde “Aklın sınırının ötesinde meclis kuranların hikâyeleri..” diye bir cümlesi vardır. İşte Üstad’ın kendisi de o sınırın ötesinde meclis kurmuştur diye düşünüyorum. Çünkü; Allah ve Resulü, Sahabî kadrosu ve ona bağlı Velîlere volkanik yakınlık ve bağlılığın ancak, aklın ötesinde meclis kuran Üstad gibi birisinden sadır olacağını da düşünüyorum. Gıdası Allah ve Resulü ile buna bağlı olanın da veriminin böyle olması tabiidir.
O’nda asla ölü bölge yoktur. Muhatap olduğu her şeyi kendi rengine büründürmüştür.
SORU:
Üstad Necip Fazıl Kısakürek eserlerinin içerisinde vurgu yaparak İdeolocya Örgüsü kitabı hakkında: ‘Ben arı’nın peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerimde, piyeslerimde, hikayelerimde, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım ‘müştemilat’dan başka bir şey değil’ diyerek bahsediyor. Üstadı uzun zaman inceleme imkanı bulmuş olmanıza istinaden, bu eserin muhtevası hakkında bilinen cevapların hakikat kaçakçılığı abesine düşmeden, ne demek istediğini ve neye memur olduğunu bizimle paylaşır mısınız? Büyük Doğu bildirgesinden Doğu-Batı sentezine, İslam, insan, devlet, ruh, kazanç, v.b.gibi başlıklar halinde beynelmilel bir dünya tasarımı ortaya koyulmuş bu şaheser hakkında söylenmemiş daha doğrusu söylenememiş sözlerin olduğu kanaatindeyim.
“BÜYÜK DOĞU; O’NUN BÜYÜK DUASIDIR, BÜYÜK RÜYASIDIR,
BÜYÜK DÜNYASIDIR, BÜYÜK DAVASIDIR !”
YAHYA DÜZENLİ:
Bu sorunuzu ikinci sorunuza verdiğim cevapla birlikte ele almak gerekiyor. O cevaplarıma ilaveten şunları söyleyeyim isterseniz. Büyük Doğu bir dünya görüşüdür. Önce bunu anlayabilmek lâzım. Burada İdeolocya Örgüsü’nün tahliline girmek gerekmiyor. Zaten o kendi kendisini tahlil ediyor. Yaptığı muhasebelerle.. Doğu-Batı, vs. vs.
İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki aynı zamanda İslâm’ın bu coğrafyadaki arkeolojik ifadesiidir. Medeniyet Tasavvuru’dur dedik.. Üstad’daki medeniyet tasavvuru/düşüncesi fikir hayatının tâ başından beri temellendirilmiştir. 1939 yılında yazdığı yazılarından birisinde “benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır…” Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tam değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvurlarında aslında ortaya konulabilecek, teklif edilebilecek medeniyet ruhu sadece ve sadece Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde mevcuttur.
Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’yle yaptığını anlayabilen nadir yazarlardan birisi ABD’de akademisyen bir yazarın Modernleşen Müslümanlar kitabında görebiliyoruz. Diyor ki: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen BÜTÜNCÜL BİR İDEOLOJİ olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” İşte bu tesbitler üstadla ilgili önemli tesbitlerdir.
İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini merkeze alıp, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.
Gene 1939’da “Dünya görüşü” eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: “Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.” Bu ne müthiş bir tezatsızlık ve idraktir.
Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün ne olduğunu kim anlayabilir biliyor musunuz?
Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,
Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,
Dünya bilmecesinin çözümüne ilişkin sır idraki nden pay sahibi olanlar,
Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.
Bu manâda Üstad’ın İdeolocya Örgüsü bir manifestodur. Üstad İdeolocya örgüsüyle ütopya’sı olan adamdır. Projesi, gelecek tasarımı olan adamdır. Sürekli “aslında, aslında” diyorum, gene de demek zorundayım.. Aslında Büyük Doğu veya İdeolocya Örgüsü; bütün bir insan memuriyet ve mes’uliyetine Üstad’ın verdiği cevaptır. Sorumluluklar derece derece.. Üstadın yaşadığı gerçeklik ancak İdeolocya Örgüsü gibi bir cevabı gerektiriyordu. İdeolocya Örgüsü’ndeki birtakım kavramları, isimlendirmeleri bir türlü anlayamayanların Büyük Doğu’dan nasipleri yoktur. Üstad’ın kendisi İdeolocya Örgüsü’nün başında; “Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların akıbetine mahkûm ediniz!!” demesine rağmen, her ikisi de gerçekleşmemiştir. Böylesine bir sığ idrak dünyasında yaşıyoruz.
İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tesbit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.” İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu bu cümlenin işaret ettiğidir.
Üstad; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim isterseniz:
“ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”
Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.
Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...
Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:
“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”
Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... “
İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu; kendimize, yöremize, ülkemize, bölgemize ve küremize ait sorumluluklarımızın total/bütün/küllî ifadesidir.
Sadece İdeolocya Örgüsü veya herhangi bir eserine bakmak nasıl muazzam bir enerji karşısında olduğumuzu göstermeye yeter.
SORU:
Sizin anlattığınız manâda Üstad’ın Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Dünyadaki İslâmi hareketlere nisbetle anlaşılabilmiş midir? Veya gerek Batılılarca gerekse de İslam dünyasındaki düşünürlerce üzerinde durulabilmiş midir?
“NECİP FAZIL’I YOK SAYMA BİR ORYANTALİST SAPTIRMADIR !”
YAHYA DÜZENLİ:
Üstad’la ilgili bugüne kadar üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek istiyorum. Osmanlı sonrası dünyadaki İslâmi fikir ve hareketler gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip Fazıl’dan söz edilmediğini görürsünüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler Necip Fazıl’ı adeta görmezden gelmişlerdir ve gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz, taviz vermez, bütüncü İslâmi tavır, eda, hal, hareket ifadesi; sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu İslâmi yapılanmalara prim vermez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür. Üstad’ın ‘ademe mahkûmiyet’ olarak ifade ettiği bir yok sayma tavrıdır bu.
Ben bu noktada Üstad’ın taammüden-kasıtlı olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünüyorum. Halbuki Büyük Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, okullaşmış, sınırları net olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin yayılıcı tehlikesini kendi varlıklarının ortadan kalkması olarak bildiklerinden ondan bahsetmemeyi tercih etmişlerdir. Veya bahsetseler bile tutarsız, eklektik ve sentezci gibi şablon ve ne idüğü belirsiz yargılarla söz etmekten sadist bir zevk almaktadırlar.
Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa'da, Amerika'da, Afrika'da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır...”
Osmanlı sonrası İslâmi fikir ve hareketlerde eksen ısrarla devamlı Ortadoğu ülkelerinin, özellikle de Mısır ve Pakistan çizgisi üzerinde gezdirilir. Çünkü buralarda İslâm adına ortaya çıkan hareketler; köklerinden utanan, sağlıklı köklerini bir türlü bulamayan ve yeni zaman ve mekân şartlarında varoluşunu “efradını câmi ağyarını mani” bir şekilde ortaya koyamayan köksüz hareketlerdir ve tamamı modernizmin etkisi altındadır. Burada Üstad’ın ülkemiz için söylediği bir sözü İslâm dünyasına genelleştirecek olursak; “bizim zamanımızda küfürden bir buzdağı vardı. Titrek nefesimizle bu buzdağını erittik, şimdi de geç geçebilirsen çamurdan!”
Bu noktada eski Cezayir Devlet Başkanı Ahmet Bin Bellâ’nın önemli tesbitleri var. Mısır’daki İslâmi hareketleri değerlendirirken şöyle diyor Bin Bela: “..Müslüman kardeşlerin herhangi mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken HERHANGİ BİR DÜŞÜNCE MODELLERİ de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir şeyi Müslüman kardeşlerin yaptığını görmüyorum..”
Örnek ve model gösterilen ve öne çıkartılan İslâmi hareketlere baktığımızda hem muhtevaları hem de sonuçları itibariyle batıya tam bir mahkûmiyet, kendi köklerine ise güvensizlik görüyoruz.
Bin Bellâ’nın işaret ettiği “düşünce modeli” ne yazık ki hem ülkemizde hem de bütün İslâm aleminde halâ idrak edilememiştir. Gene Üstad’ın deyimiyle “cebimizde kaybettiğimiz güneşi el yordamıyla başka iklimlerde arıyoruz !”
SORU:
Herkes bir gün en büyük hakikat olan ölümü yaşayacak bu hepimizin malumu. Topraktan sonra öz vatanına dönen her insan ya kendine en yabancı yahut kendisine en yakın bir seyrin ahenginde aldığı her nefesin üzerinde mühim bir şekilde durarak alem-i faniyi terk edecek. Ve aslında en büyük problemleri kendisinden sonra gelenlere bırakarak ne büyük bir kaide makamında kalacak. Buradan hareketle üstadın en azından binbir cümleyle ifadesi mümkün dünya hayatı sırasında, karıncadan devesine,yan kesicisinden filozofuna, insanından kendini sadece insan zannettiği için insan olanına kadar cemiyette her ferdin dünyaya kattığı bir simya yanında, bu divaneliği içinde duya duya yaşamış, tabir yerindeyse bir Ruh Mimarı olan Necip Fazıl Kısakürek’in,düşünce sistemimizin en kaba çizgileri ile, tefekkür dünyamızı nelerle ihya ettiğini bize anlatabilir misiniz? Dünyanın yüzümüzde kazıdığı güya ‘görmek’ şakasına üstadın verdiği ‘körlük’ cevabını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“KÖK KURUTUCULARINA KARŞI BİR DİRENÇ HATTI..”
YAHYA DÜZENLİ:
Çok derin bir soru. Cevabına dair gene içerisinde ipuçları taşıyor. Üstad’ın, insanlığın düşebildiği esfel-i safilin karşısında ifade ettiği “yetiş körlük yetiş takma gözde cam” teşbihine ulaşabilmiş şair varmıdır bilemiyorum. Evet üstad aynı zamanda bir ruh simyacısıdır, ruh mimarıdır. Bu kelimeleri pek sevmiyorum ama kullanmak gerekiyor.. Öyle bir ruh mimarı ki; karşısındakilere kendi halini “ilka” edecek kadar, söylediğini yaşayan ve yaşadığını söyleyen bir hâl adamı… Bu haldir ki O’na “bir kuş bir kuş öldürse sanki ben ölüyorum.” mısrasını yazdırmıştır.
Üstad tefekkür dünyamızı nelerle ihya etmiştir? diye sormak, gene başa dönmek demektir ve buraya kadar söylediklerimi tekrar ederek ilave şeyler söylemeyi gerektirecektir. O’nun Allah ve Resulü, Sahabî, Veliler, Tasavvuf gibi meselelerde aklını ve ruhunu ne derece bu alanlarda gerdiğini eserlerinden okuyoruz. En önemlisi, Üstad bunlara yaklaşabilmenin edep ölçülerini, bunları anlayabilmenin usulünü getirmiştir.
O’nun hayatı bütünüyle bir “iman ve amel-i Salih”ten ibarettir. Ve tefekkür dünyamızı da eylem dünyamızı da basit bir parmak kıpırdatışından en derin ruh burkuntularına kadar bu amel-i salihiyle ihya etmiştir.
Üstad (kendi tabirlerimizle) ulûl elbab ve ulûl ebsar’a hitap etmiştir. Yâni kalp ve basiret sahiplerine..
Dış plânda baktığımızda toplum olarak köklerimizi imha edicilere karşı o ihyacı bir mücadele içindedir. Hatta kendi ifadesiyle “kök kurutucuların kendilerini gök kurtarıcı gösterdikleri” bir zamanda “kurtarıcılardan kurtulmak” gibi kavramsallaşan cümleleri vardır. O’nun sıradan bir cümlesinin bile sıradışı bir manâ ve muhteva derinliği vardır.
SORU:
Çok düşündüm acaba böyle bir yorumla karşılaştım mı diye ama yok karşılaşmadım. Herkesin üstad hakkında en genel eleştiri yargısı hemen hemen şu mananın denizine dökülüyordu: Necip Fazıl Kısakürek şiiriyle kendisini daha iyi ifade eden ve esasında sadece çok iyi şiirden ibaret olan, asla bir üst katı olmayan müstakil bir mısra yekûnu içinde en genel tabiriyle, ana şubesi Fransa olan bir şiir ticaretinin sadece Türkiye şubesiydi(!) Ayrıca günlük hikâye yazarlığı ve de bir ideolog kimliği olmadığı üzerinde tespitlerin nihayeti tiyatro yazarlığının da aslında pek iyi olmadığı sonucu(!) vs. vs. Şimdi ise sizin yorumunuza gelmek istiyorum: ‘O’nun (N.Fazıl) şiirinin büyüleyici tesiri ve gücü; o’na ait bir olumsuzluk kabilinden o’nun ideologluğunu örmüştür. İdeologluğu görünememiştir.(…)O’nun en büyük talihi de talihsizliği de şair oluşudur.’ Bu tespitleriniz hakkında bizi aydınlatır mısınız?
“BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ BİR MEDENİYET TASARIMIDIR !”
YAHYA DÜZENLİ:
Şunu söyleyeyim: Üstad’ın şiiri, şiirinin gücü, dilinin şiirsel gücü, büyüleyici tesiri yukarıda kısmen bahsettiğimiz fikir adamlığını örtmüştür, bastırmıştır. İdeolocya örgüsünü ören ideoloğu ikinci plâna atmıştır. Aslında böylesine bir büyük düşünce modelini, dünya görüşünü, ideolocya örgüsünü ancak bir büyük şair ortaya koyabilirdi. Bunu ortaya koyacak olanın mutlaka şair olması gerekiyordu. Şair olduğu için ideolog olmuştur. Niçin? Çünkü gene yerli bir şair-düşünürün ifadesiyle “Şairler bizim medeniyetimizin yeniden inşasını sağlayacaklardır..” Tabii her önüne gelenin (Üstad’ın tabiriyle) “yıkanma yerindeki sayıklamalar” gibi şair nasbedildiği türden değil.. Müteşairler değil.. O’nun şiirinin dışarıdan etkilendiği iddialarına gelince… Bunlar gülünç şeyler.. Bunu kendisi şöyle ifade eder bir röportajında ; “bizden olan iplere çok bağlandım. Fuzuli, Bâki gibi..Onlar beni sarmıştır..” der. Diğer taraftan Batı’dan Baudlaire gibi, Rimbaud gibi varoluş sancısı çeken ancak mihrakını bulamayan şairlere de değinir. Ama bu asla onlardan etkilenme değildir. Bu konuda şunu söyleyebilirim: Üstad’ın şiiri orijinaldir ve asla öncesi ve sonrası olmayan şiir tarzıdır. Yukarıda da söylediğim gibi; İdeolocya Örgüsünün şiir ifadesi Çile, Çile’nin fikir halinde ifadesi ise İdeolocya Örgüsü’dür.
Bir zamanlar kendisine “Şiiri niçin bıraktınız?” sorusuna verdiği cevap da müthiştir:
“Alt katını alevler bürümüş bir evin üst katında satranç oynanmaz!.. Eğer cemiyetimde bütün düzenler yerli yerinde olsaydı,bana şiir düzeninden başka bir yer kalmazdı. Demek ki, ben şiirimin dilediği iklimin inşası mecburiyeti altında başka sahalara kayarken yine şiirimin koruyucusu olmaktan başka kimse değilim..”
Evet.. bahis uzun..
SORU:
Ve aslında üstad için en önemli mesele olan ve hayalini kurduğu o billurdan ve sesten daha narin pörsümez solmaz, cemiyeti tüm cerahatiyle muayene masasına yatıracak diyalektik sahibi genç tasavvuruna. O’nun için en güzel rüyadan daha güzel hakikat olan genç; cemiyetin, hitabın, kadının, paranın, şiirin, ardında gördüğü o Beklenen genç. Üstad’ın gelmesini beklediği genç için, kendi ifadesiyle zindanlarda çürüdüğü genç için bize neler söylemek isterdiniz.Sizce bu genç ne zaman zuhur edecek?
“BEN BİR GENÇ ARIYORUM, GENÇLİKLE KÖPRÜBAŞI !”
YAHYA DÜZENLİ:
Evet… Üstadın bütün bir muhtevasının muhatabı kimdir? diye sorduğumuzda karşımıza “genç” çıkar. Öyle refleksleriyle, biyolojisiyle genç değil. Bunlar da içinde olmak üzere “ruhuyla da genç” bir genç.. Meşhur hitabesinin adı: Gençliğe Hitabe’dir. Ve bu hitabe âdeta bütün eserlerinin, bütün mücadelesinin özetidir: “Bir gençlik… zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda” dediği, tüm dünyayı tasarrufu altına alacak bir varlık: Genç.. Bu genç için neler söylemiyor ki… “Genç Adam! Kalabalıkların modalaşmış yollarına düşme! Nefs murakabesi denilen o ulvî melekeye yapış ve düşün: Yol kalabalıkların yönü değil, hakikatin istikametidir. Sen O’na dön ve kalabalıkları döndür!” Ne müthiş bir ihtardır bu. Hitabesindeki bir paragraf da oldukça önemlidir: “ “ Kim var?” Diye seslenilirce, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dâva ahlakına sahip bir gençlik…” Evet.. Bulunduğu yerde anlam ifade edecek kimlik sahibi eylem adamlarını tarif ediyor Üstad..
Gene bir şiirinde; “Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı. Uyanıp o genç adam, uzansa yatağına. Alıverse başını iki el arasına. Soruverse ben neyim, ve bu hal neyin nesi? Yetiş yetiş ey ulvî varlık muhasebesi!” İşte, varlığının hesabını verebilen, kim olduğunu ve ne olması gerektiğini idrak edebilen bir genç.. “İslam inkılabının ruhunu dökeceği kalıp” diye de bahseder gençten.
Ve bu gence diyor ki Üstad: “Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin. Erken gel, beni evde bulamayabilirsin!”
Gene Gençliğe şöyle sesleniyor: “Gözüm arkada kaldı! Sözündeki acı ümitsizlik edasının aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz!”
O’nun tüm Anadolu’yu kuşatan, karıştıran, ayaklandıran aksiyonunun, konferanslarının muhatabı gene gençliktir. Bu bahis de çok uzar, gider…
Gene kendisine “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz? “ sorusuna verdiği cevapta: “Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?” sorusuyla cevap veriyor. Bugünkü nesil de aynen Üstad’ın belirttiği ceset haline getirilmiştir. Şimdi de rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; bu cesedin yeniden dirilmesi ancak Üstad’ın eserlerine nüfuz etmekle olacaktır. Başka reçetelerin şifa şansının olmadığını düşünüyorum.
SORU:
Kendisini sadece o’nu alkışlamaya adamış olanlardan ziyade üstadın: ‘Ben sizin yaptıklarınızı değil, yapabilecekken yapmadıklarınızı da istiyorum. beyanından hareketle meseleyi daha üstad merkezli bir boyuta çekmek istiyorum. Verdiği eserler yanında Necip Fazıl dendiğinde hemen akla gelen Aksiyon Adam ibaresinin anlaşılması için üstad ile ilgilenen herkesin bilmesi gerekenler nelerdir? Kendisini dinlemeyi göze almış kalabalıkların en çok ellerinin mi yoksa beyninin mi yorulmasını isterdi?
“HER YANLIŞ, NECİP FAZIL’DA DOĞRUSUNU BULMUŞTUR !”
YAHYA DÜZENLİ:
Üstadın hayatını üç kelime ile ifade eder misiniz? Diye bir soruya muhatap olsam, şöyle cevap verirdim: O’nun hayatı kendi kavramlarıyla “İman-Fikir ve Aksiyon”dan ibarettir. Ve Aksiyon kavramının coğrafyamızda kendisiyle bütünleştiği yegâne fikir adamı Üstad’dır. O’nun ; fikirsiz öfke ile öfkesiz fikir kavramları malûmunuzdur. Aksiyonu da “Üstün işe hakkedilmiş üstün fikir” olarak tanımlar.
O, imanın öfkesini sürekli taşıyandır. Bu öfke; hastalıklı bir bünyenin ifrazatları şeklinde asla tezahür etmez. Üstad’da öfke, sağlıklı bir ruh ve fikir bünyesinin tabii ve gerekli refleksidir. Üstad bize maiyet olmayı değil, maiyet almayı öğretti. Çünkü O’nun misyonu bunu gerektiriyordu. Hiçbir zaman antitez olmadı, merkez oldu. Bu manâda savunduğu fikirlerden dolayı (bugün kimi Müslüman aydın artıklarında olduğu gibi) asla bir aydın saklanmasına, aydın kompleksine kapılmadı. Şeriat’in üzerine kuduz köpekler gibi saldırıldığı bir zamanda O, şeriati savunma psikolojisiyle değil, bir taarruz ruhiyle ortaya koymuştur. Büyük Doğular bunun örnekleriyle doludur.
Üstad; sadece sadece kendi zamanının değil, bugünün aydınlarının bile kavramsal açıklarını kapatmıştır, bütünleştirmiştir. Kendi aidiyet dünyamızın kavramlarını rahat ve tabii bir şekilde günümüze taşımış, muhtevalandırıp kıymetlendirmiştir. Yeni ve aslına uygun bir muhteva kazandırmıştır. Bunlar fikirde aksiyonun gerekleridir.
Sorunuzda geçen “Ben sizin yaptıklarınızı değil, yapabilecekken yapmadıklarını da istiyorum” sözlerinin manasını, ne anlama geldiğini, 1945 yılında gençliğe seslenirken ifade ediyor:: “Senin mahşer günü bizden davacı olmaman için, biz bu dünyada senden davacı olacağız!.. Bil ki muradımız sensin!” Müthiş,müthiş..
Üstad’ın aksiyoncu dünyasında her şey yerini, her yanlış doğrusu bulmuştur.
SORU:
Son olarak Necip Fazıl hakkında son zamanlarda bir karalama kampanyası başlatıldı sanki. Özellikle üstadın çevresinde bulunmuş kendisiyle hemen hemen her zaman beraber olan insanlar bırakın vefa borcu namına yazılar makaleler yazmayı, Necip Fazıl’ın kendisi hakkında çok şaşırtıcı beyanatlar vererek tabiri caiz ise muhaliflerinin bile yapmaya çekindiği abeslere ya yaptılar yahut bilerek veya bilmeyerek iştirak ettiler. Aklıma Sokrates’in Aristo hakkında dile getirdiği bir yazı geldi şöyle diyordu: ‘Aristo annesinin memesindeki sütün hepsini bitirdikten sonra annesinin kucağını tekmeleyen haylaz çocuklara benziyor’ Ben özellikle bunun Necip Fazıl’ın başına gelmesini tuhaf karşıladım. Çünkü Necip Fazıl bir akademi olarak Büyük Doğu adında -değim yerindeyse- bir mektep kurarak oradan hakiki manada münevverler yetişmesine çabaladı. Tarihe baktığımızda Necip Fazıl’dan başka ülkesinde fikir adamı yetişmesine çabalamış insanlar yok diyebileceğimiz kadar azdır. Kısacası hayatının her saniyesi aksiyon olan bu fikir adamına reva görülen bu tarz olumsuz tavırlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
“İDRAK İLTİHABI OLANLAR NECİP FAZIL’I ANLAYAMAZ !”
YAHYA DÜZENLİ:
Bunlar, bu anasından emdiklerini kusan veya üvey anne arayanlar kayda değmeyenler… Yukarıda bir nebze bahsettik. O’nu “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”la veya O’nu anlatır görünürken onun artık aşıldığını, geçildiğini kusanlar, idrak iltihabına ya da kusma cinnetine yakalananlardır. Bunları anmaya değmez..
İnanır mısınız, O’nu suyun bu yakasından çok öte yakadan bakanlar daha iyi anlamışlardır, daha doğrusu rolünü tesbit etmişlerdir desem yanlış olmaz. Örneğin Şerif Mardin, E. Özdalga gibiler.. Ayrıca O’nun “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey. Benim adım Bay Necip Babamınki Fazıl Bey!” mısrasındaki derin ayrılıkları, bizi nerden kopardıklarını, bugüne kadar kimse anlayamamıştır. Sadece geçtiğimiz yıl Türkçeye çevrilen “Trajik Başarı” isimli kitabın yazarı bir yabancı hariç..
Bakın, bir besteci Schuman için “Ben bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum” diyor. Bu anlamda Üstad önemlidir.
Şunları söyleyerek bitireyim istersiniz.
Kimliğini yarı yolda düşürenler, kaybedenler ve yeni kimlik arayanlar Üstad’ı anlayamazlar. Necip Fazıl “kim olduğumuz”u, “Ne olmamız gerektiği”ni bildirmiş, ihtar etmiş, ömrünü bu yolda tamamlamıştır. O’nun mücadelesi bu anlamda bir kimlik ve varoluş mücadelesidir. O’nun hayatı mücadelesi; mücadelesi de hayatıdır. Mücadelesi hayatının her zerresiyle bu derece bütünleşmiş, yapışmış olanlar, kendi deyimiyle kahramanlardır. Yani ölmeden ölenlerle, ölüp de ölmeyenlerdir.
İşte o ölüp de ölmeyen kahramanlardandır. O; başını bir gayeye satmış kahramandır.
O, bu dünyada bir velî gibi yaşadı. Ancak velâyetle izah edilebilecek şeyleri gerçekleştirdi. O’nun bağlandığı etek; “Efendim, kurtarıcım, müjdecim, peygamberim. Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim!” dir.
O’nun Allah ve Resulü ile sahabî kadrosu ve Velîler hakkındaki edep ölçüleri oralarda nasıl tavır takınılması gerektiğinin de ölçüsünü verir. Şöyle diyor Üstad:
“Avrupa’da bir kısım filozoflar da herşeyi doz meselesi addederler. Doz, kıvam, had meselesi... Yemeği de yapan edeptir. Yağ veya tuz fazla kaçtı mı, lezzet bozulur. Bakın felsefî mânada edebin derinliğine!..
Ve en büyük itikad edeple başlar!.. Allah’ın Resűlüne Allah dememek şartiyle ne kadar medih varsa hepsi azdır!.. Evet; Allah dememek şartiyle... Gördünüz mü işin haddini?.. Bir sahabîye nebî dememek şartiyle ne kadar yüceltme yapılırsa azdır! Bir velîye de sahabî dememek şartiyle ne kadar saygı gösterilse az...Bunlar hep had meseleleridir. Had... Fakat ayağına basılınca “haddini bil” diyen adamın dilindekinden farklı... Bu had, yüksek tabakanın kavrayacağı haddir.”
O; yaşadığı gerçeklikteki aşk yarasına hiçbir zaman kabuk bağlatmamıştır. “Yaran kabuk tutmasın, her an deş, tazelensin. Sen ağla, gafil gülsün, nadan yelpazelensin!”
Dinimizi, Tarihimizi, coğrafyamızı, dilimizi, ailemizi, hasılı her şeyimizi onunla idrak ettiğimizi düşünüyorum. O, aramızda iken farkına varamadığımız, eteğine tutunamadığımız bir Velî idi. Tıpkı İmam-ı Rabbani Hz.leri’nin mektubatında diyor ki: “Öyle bir vakitte yaşıyoruz ki, İslam gayreti başkalarına cinnet gibi görünse de bizim şu mecnunluğu kabul etmemiz ve ona göre savaşmamız lazımdır. Böyle bir günde cihad, ‘Cihad-ı Ekber’dir, ve küçücük bir amel ve bağlılığın hudutsuz ecri vardır. Böyle bir günde söz ve fikir cihadı, her cihaddan üstündür. Yolumuzun büyüğü buyurmuşlardır ki: -‘Eğeer ben şeyhlik edecek olsam, alemde hiçbir şeyh, kendisine mürid bulamazdı. Fakat bize başka bir iş ve dava ferman olunmuştur. Bizim vazifemiz, Şeriatın teyid ve tervicinden ibarettir.” Akranı arasında İslamın azametini üstünlükle temsil edenlere düşen borç, hiç değilse küfür ehlinin İslam vatanında yayılan fikir ve görüşlerini yıkmaktır”
İşte İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin kaleminden Üstad’ın fonksiyonu… Daha başka söze ne hâcet..
Görüyorsunuz Üstad’ın tarih, tiyatro, hikaye, biyografi, tasavvuf, roman, günlük yazılar, vs. vs. gibi eserlerine giremedik. Ama Üstad’a neresinden bakarsanız bakın ana rengini size mutlaka aksettirir.
İsterseniz, Üstad’ın Ulu Hakan Abdulhamit isimli kitabının en sonunda söylediği bir cümleyi deforme ederek bitirelim:
“Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır!”
Ve gene Sultan Abdulhamid’in bir sözü: “Böyle âli bir fikre malik olan daima rahmetle yâd olunmalıdır!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder