22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHİR KİME EMANET?


Yahya DÜZENLİ, 9 Nisan 2008

Üstad Necip Fazıl’ın “manifesto” niteliğindeki “Gençliğe Hitabe”sinin ilk cümlesinin “zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuuru..” diye başlaması, bir mütefekkirin diliyle insan memuriyet ve mes’uliyetinin ifadesidir. Bu ifade; (zamanın “ruhu”, mekânın ise “madde”yi ifade etmesi) insanın yeryüzünde yaşadığı ve yaşayacağı hayatının/hikâyesi’nin “nasıl”ına cevaptır.

Üstad’ın bu cümlesindeki “mekân bana emanettir”i şehrimize indirgediğimizde, nasıl bir emanete sahip olduğumuzun, nasıl bir emaneti yüklendiğimizin önemi ve sorumluluğu da ortaya çıkar. “Emanet”, insanla bütünleşen, insan hayatının tüm karelerine sirayet etmiş, işlemiş bir “değer”, tevdî edilmiş bir “misyon”, O’nun için yaşanması gereken bir “amaç”… Ve bu emanetin tevdî edildiği insanın vasfı ise “emîn” olmak… Kültürümüzde Belediye Başkanı’nın ve şehir yöneticilerinin “şehremînî” olarak yer almasının anlamını düşündüğümüzde, şehirle emanetin nasıl bütünleştiğini, özdeşleştiğini anlarız. Üstad’ın kesin bir üslupla “mekân bana emanettir!” cümlesi, diğer bir tesbitle: Ağır bir sorumluluğun kabul edildiğinin idrakidir.

Bugün, şehirlerimize baktığımızda şehrin tevdî (emanet) edildiği “emîn”leri bu anlamı içerisinde görebiliyor muyuz? Emanet’in insanî sorumluluğun en üst seviyede temsilde gerçekleştiğinin bilincini taşıyan “şehreminleri”ne rastlayabiliyor muyuz?

Peki şehir sadece bir “emin”e mi emanet edilmiştir/edilmelidir?

Bugün “şehir kime emanet?” sorusunun muhatabını “ihaleye çıkarmak” yerine kendisini şehirli ve şehirde hisseden herkesin “şehir bana emanet” şuurunu kuşanması gerekir. Gene Üstad’ın “Hitabe”sinde söylediği gibi; “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım cevabını verici, benim olmadığım yerde kimse yoktur duygusuna sahip bir dava ahlakı…” na sahip olan herkesin, “şehir bana emanettir” şuurunu yüklenmesi gerekiyor.

İnsan ve emanetin “ne olması gerektiği”nin cevabını arayanlar içindir bu şuur… Bu şuura doğru yaklaştığımızda şehir gerçekten “bizim”dir, şehrin sahibi gerçekten “biz”iz. Ve şehir gerçekten bize “emanet”tir. Bu “emanet”i bize “emanet eden”in teslim ettiği şekliyle muhafaza etmek, korumak ve “emanetin sorulacağı gün”e taşıyabilmeliyiz. Bu bilince sahip, kendi şehrine aidiyeti olan herkesin bir “yed-i emîn: emin el, güvenilir kişi” olması gerekmiyor mu?

Şehir ne zaman “bizim” olur? Hacı Bayram-ı Velî’nin daha önceki yazılarımızda aktardığımız mısralarında söylediği gibi: “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” olarak ifade ettiği şekilde, biz “şehirde eridiğimizde”, şehir de “bizde eridiğinde” büründüğümüz halin sonucundadır ki şehir artık “bizimdir”. İ.H.Bursevî bu şiirin şerhinde, Hacı Bayram-ı Velî’nin “ben” den kastının “insanî hakikat” olduğunu ifade eder. Demek ki insanî hakikatin gerçekleşme zemini bir anlamda şehrin de insanîleştirilmesidir. Ruha, ete-kemiğe büründürülmesidir.

Burada yeri gelmişken, meşhur gezgin Marco Polo’nun Kubilây Han ile arasında geçen bir konuşmaya değinmek istiyorum. Italio Calvino’nun “Görünmez Kentler”de anlattığına göre; Kubilay Han, Marco Polo’ya, gezip gördüğü bütün şehirleri anlatmasını ister. Marco Polo da büyüleyici bir şekilde gezip gördüğü şehirleri ayrıntılarıyla anlatır. Sonunda Kubilây Han, “hepsini anlattın ama anlatmadığın tek bir şehir kaldı, o da Venedik. Venedik’i niçin anlatmadın?” diye sorduğunda Marco Polo, tebessüm ederek şu cevabı verir: “Han’ım! Ben size bunca zaman ne anlattım sanıyorsunuz? Size hangi şehri anlatsam Venedik’ten bahsediyorum… Diğer şehirleri anlayabilmek için onları nisbet edeceğim bir ‘ilk şehir’den başlamak zorundayım. Bu ilk şehir, benim için Venedik’tir” der. Yani, aslında Han’a anlattığı bütün şehirler, kendi şehri Venedik’in tasvirlerinden ibaretti. 1271’de Venedik’ten Çin’e doğru yola çıkıp ancak 1295’te geri dönebilen ve 24 yılını dünyanın öbür ucunda, bambaşka bir uzak doğu şehrinde geçiren Marco Polo “şehirlerin hakikati”ni kendi şehrinin “aynası”nda anlatıyordu Han’a..

Şehirde rüya görmek, şehrin rüyasını görmek işte budur.

Peygamber Efendimizin Mekke’den çıkarken Mekke’ye bakıp buyurduğu “Ne güzel bir beldesin ve bana ne kadar sevimlisin! Benim kavmim beni çıkarmamış olsaydı senden başkasında oturmazdım, yaşamazdım..” hadisi, şehre aidiyetin Peygamber diliyle “mutlak ölçüsü”nü gösterirken aynı zamanda o mekânın “ruhu”nu da işaret ediyor. Bizim için, Peygamber şehirleri hariç, diğer bütün “şehirlere” bakışın özü ve ölçüsü Hz. Peygamber’in bu sözündeki derinliktedir.

Peygamber ölçüsü’nden yola çıkarak Marco Polo’nun verdiği cevaba yöneldiğimizde, bizim Trabzon’a bakışımız daha bir berraklaşıyor. “Şehir yaşıyor” diyebilmemiz ve onu diğer şehirlerin ‘nisbet edileceği’ bir odak haline getirebilmemiz için böyle bir “bağlılık ve aidiyet”le “şehre ait olmamız” gerekir. Bütün kırılmalara, mekânı ve manâsıyla kendisine yabancılaştırılma teşebbüslerine rağmen, ve halen de yapay anlamlara büründürülme ve “ithal doku”larla eklemlenmeye çalışılan “tezyin çabaları”nın köksüzlüğüne rağmen Trabzon, kendisine “nisbet edilebilecek” “taç şehir”lerden olma özelliklerini barındırmaktadır.

Yunus’un “rengine büründüm solmazam artık” mısrasında olduğu gibi, “şehir emanetine sahip çıkma derdini taşıyanlar’ın bu emaneti taşımaktan “hiçbir zaman vazgeçmemesi”yle, ısrarıyla şehrimiz “yaşanmaya değer şehir” olacak ve kalacaktır. Şehrimizi bugüne taşıyıp bize emanet edenler, şairin diliyle “Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın!” idrak ve sorumluluğunu da ihtar etmişlerdir.

Hâkimleri ile ve hakîmlerinin örtüştüğü, aynı dertleri paylaştıkları; şehre gelenlerin yaşatılanlara bakıp da yaşayanlar hakkında “erdemli’ hükmünü verdikleri şehirdir ki, peygamber lisanındaki “sevimli” kelimesiyle anılabilsin.

Trabzon’u bu manâda “çekim merkezi” yapmak, mekâna asla “kudsiyet atfetme”den “değerli” kılma çabası, herkesin üzerine düşen bir borç, bir emanettir. Şehirde yaşıyorsak, şehri yaşanılır kılmak istiyorsak, “kendimizi hariç tutarak” bir sonuç alamayız.

Yaşadığımız zamanın yapay ve değersiz eğilimlerinin sanal çekiciliğine kapılmadan kendi değerinin yeniden farkına varmak, “şehre giriş”in önsözü olacaktır. Şehre dönüp, “öncelikler” ve “önemlilikler” sıralamamızı yeniden gözden geçirmekle yolumuza devam etmekten başka çaremiz yok.

Kimileri nostaljiye mahkûm etmek istese de Trabzon kendisini “her dem taze” üretebilecek kaskatı bir gerçekliktir.

“Şehir kime emanet?” sorusuna cevap vermek bir tarafa, cevap aramak da hayli zor olsa gerek. Ama ısrarla, inatla bu soruya cevap aramak Trabzon’a borcu olan herkesin görevi.

Kendimizi Trabzon’un ‘ruh dokusu’na ve ‘tarihsel anlamı’na yolculuğa hazır hissediyor muyuz? Şehrin emanetini taşımaya hazır mıyız?

Ne diyordu büyük tefekkür adamı: “Hasret vuslatın yarısıdır. İste ki olsun !”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder