Yahya DÜZENLİ, 15 Ekim 2008
Bazı “taç şehir”ler vardır, orada “niçin bulunduğunuz”un cevabını aramazsınız. Çünkü o şehirler orada “niçin bulunduğunuz” sorusunu size sordurmaz. Bu soruya ve cevabına ihtiyaç duymazsınız. O şehirlerle öyle bütünleşmişsinizdir ki veya o şehirlerde öylesine “ifna” olmuşsunuzdur ki, tıpkı Yunus’un “bir kez yüzün gören kişi, ömrü geçe unutmıya!” dediği bir haldir bu.
Çünkü orada bulunmanız ‘konjonktürel’ değil ‘ontolojik’tir. Yâni varlığınızın anlamını hakikatiyle kavramayla sizi karşı karşıya getirir.
Medeniyet dünyamızın bu “taç şehir”lerinden ilk aklımıza gelenler:
· Mekke-Medine-Kudüs,
· Semerkant-Buhara-Horasan-Belh-Isfahan,
· Bağdat-Şam-Basra
· İstanbul-Konya-Amasya-Bursa-Trabzon…
Bu şehirler (yukarıdaki ilk üç şehrin mekân ve zamanüstü konumu hariç) “kadîm medeniyet şehirleri” olduğu zamanlarda, insanın yeryüzü yürüyüşünde ‘kamil insan’ olma ‘ödevi’nin muharrikidir, kışkırtıcısıdır. Bu ödevin sürekliliği, bu şehirlere yüklenen “misyon”la bütünleştiğinde o şehirlerin ruhunu yakalayabiliyor ve manasına nüfuz edebiliyoruz.
Hz. Peygamber’in Mekke, Medine ve Kudüs’ün kudsiyetini ifade eden/belgeleyen ‘ölçü’leri; diğer şehirlerin bu şehirlerin “manası”nı kendi zaman ve mekân özelliklerine göre aksettirmeleri gibi bir “görev”i de bu şehirlere yüklüyor. Medeniyet ve şehir medeniyeti işte budur. ‘Mutlak manâ”nın mutlak olarak yaşandığı ‘taç şehir’lerin misyonunu-ruhunu ‘yansıtmak’. O şehirlere ruhî bir ayna olmak. Bu bir kopya/klonlama değildir. Ruhun zaman ve mekân farklılıklarında tecelli etmesidir. Yâni Trabzon’un da içinde olduğu (hiçbir ayrım yapmadan aklımıza gelen) bu şehirler, “insanın yeryüzü macerası”nda “niçin” sorusuna cevap veren önemli mekânlardır.
Bazı şehirler de vardır ki; önce uzaktan silüeti, yaklaştığınızda gölgesi, içine girdiğinizde mekânları kâbus gibi, karanlık gibi üzerinize çöker…
Şehirler de vardır ki insanın ruhuna inşırah, kalbine huzur verir…
“Şehir ve medeniyet” tarihinin “bizcesi”nin bugüne kadar bütünüyle yazılmamış, yorumlayıcı metinler ortaya konulmamış ve üzerinde durulmamış olması bizi kendi “mihrak şehir”lerimizi giderek unutturma ve önemini anlayamama gibi bir “ademe mahkûmiyet”e itmiştir.
“Şehir ve uygarlık” dendiğinde hemen “antikite” kavramı ve antik yunan-roma kentleri zihinlerimize üşüşüyorsa, hafızamızın “medeniyet ve şehir”lerimizden ne kadar uzaklaştığına, peygamber şehirleri ve o çizgide oluşturulan şehirlere ne kadar yabancılaştığımızı ilan ediyoruz demektir. İlk insanın aynı zamanda ilk “medeniyet ve şehir kurucu” olması gerçeğiyle baktığımızda şehir ve medeniyet ilişkisinin bize günümüzde nasıl bir sayfa açmamız gerektiğini ihtar ve icbar ediyor olması gerekir.
Bu konuda Ahmet Davutoğlu’nun oldukça önemli paragraflarına bakıyoruz:
“Medine bir mekân olarak doğmuştur belki, ama ondan sonraki şehirlerin hepsi Medeni’nin farklı yansımalarıdır… Medine’nin bizatihi mevcudiyeti dolayısıyla İslam medeniyetinin tarihe bir aktör olarak şehri sokmasının etkisi…Medeniyet tarihinde birçok şehir çeşidi vardır: Bir yerleşim yeri olarak şehir, nicelik olarak şehir, bir odaklanma olarak şehir. Ama bütün bu şehirlerden farklılaşan şehirler de vardır. Eğer şehir, medeniyet ve fetih arasında bir korelasyon kuracak olursak, bazı şehirlerin diğer şehirlerden farklı olduğu gerçeğini de kabul etmemiz lazımdır ve o şehirlere bir isim vermek gerekecekse “eksen şehirler” veya “belirleyici şehirler” diye bir adlandırma uygun olacaktır…”
Bu önemli cümlelerden yola çıkarak “medeniyet şehrimiz Trabzon”u bu eksende nereye oturtabiliriz?
Bu soruya cevap verebilmek için Trabzon’un uzun zaman diliminde “barındırdığı” insan topluluklarına aksettirdiği renk ve o insanların şehre “kattıkları” üzerinde düşünmek gerekiyor. Bütün bir medeniyetten kendisine yansıyan ve o medeniyeti kendisinde yaşatan canlı bir organizma olarak Trabzon (her şeye rağmen) “medeniyet şehri” potansiyelini muhafaza etmektedir.
Yüzyılımızın büyük tarihçisi A.Toynbee’nin Osmanlı için söylediği muhteşem bir cümle var: “Osmanlı durdurulmuş bir medeniyettir !” Bu cümleyi şehrimize adapte ettiğimizde “durdurulmuş bir medeniyet”in durdurulmuş bir şehri olarak Trabzon’un yüzyılımızdaki yürüyüşünde ayağına takılan taş parçalarını ayıklamak, temizlemek sorumluluk sahibi herkesin görevi…
Trabzon’la ilgilenen, Trabzon’da yaşayan, yaşamak isteyen, Trabzon’u anladığını zanneden âyân, eşrâf, mülkî yönetici, yerel yönetici, aydın, sanatçı, vs. vs. lerin A. Toynbee’nin cümlesinden yansıyan mes’uliyet ve mükellefiyeti eksen alarak ve Davutoğlu’nun “eksen şehir” kavramını yeniden üretme mecburiyeti vardır.
Bu mecburiyet kime ne söyler? Veya kimi ilgilendirir?
Trabzon’da gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı, ellerin tuttuğu, ayakların yürüdüğü her şeyin ve her karenin ruhları teskin eden, insana ‘huşu’ verir hale gelmesi için şehrimizi yeniden Hz. Peygamber’in “övdüğü” şehirlerden nisbetini koparmadan coğrafyamızın ‘taç ve eksen şehri’ haline getirmek..
Yunus’umuzun mısraıyla şehrimize seslenelim:
“Bu çeşniyi tadana, kim ne vereler kana
Derdine düşen cana, hekim ne tımar etsin”
Kendine bakıldıkça, kendinde yüründükçe varlığın anlamının hissedildiği “taç şehirler”in hatırlanacağı Trabzon… Böyle bir şehrin “derdine düşme” sevdasıyla, şehir ve medeniyet ilişkisine, “şehrimiz ve medeniyetimiz” bağlamında devam edeceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder