Yahya DÜZENLİ, 7 Mayıs 2008
Dezenformasyon denilen “bilgi kirliliği” öylesine hayatımızı kuşattı ki, artık ‘doğru görme’ yetmiyor, baktığınızı doğru gördüğünüzden emin olsanız ve bu da gerçeğin kendisi olsa bile, öyle bir bilgi kirliliği sağanağı altındasınız ki; ‘gerçeklik’ diye birşeyden adeta bahsetmeniz mümkün olamıyor.
Bu anlamda modern romanlara konu olmuş klâsik bir hikâyemizde dezenformasyon şöyle anlatılır:
“Eski Anadolu köylerinden birinde bir genç, köyün etrafında dolaşırken bilge bir insana rastlamış. Bilge insan kendisine “bak yavrum” demiş “şu tarihten itibaren sizin köyün falan yerindeki çeşmesinden zehir akacak. Git, bütün köylüyü uyar. Sakın ola ki bu tarihten itibaren o çeşmeden içmesinler; içen herkes deli olacak.” Kendisine yüklenmiş misyonuyla geri gelen genç adam bütün köyü kapı kapı dolaşıp herkesi uyarmış, ancak hiç kimse dinlememiş. Çünkü, köylü o zamana kadar kana kana, seve seve bu çeşmeden su içmiştir, durup dururken neden zehirli olsun ki, nerden insanları delirtsin ki.
İnsanlar içmeye devam etmiş, her içen o tarihten itibaren delirmeye başlamış. Buna rağmen hiç kimse aldırmamış ve giderek delilerin oranı artmış. Bir süre sonra genç, “en iyisi kendimi kurtarayım, bu köyden çıkayım; bari ben aklımı kaybetmeyiyim” diye düşünmüş. Kalkmış başka bir Anadolu köyüne gitmiş. Aradan 5-10 yıl geçtikten sonra, “köyüme bir gideyim, acaba benim köylülerimin hali ne oldu, hepsi delirdi mi? Eğer hepsi delirmişse, onların başında bir akıllıya ihtiyaç var” demiş ve köyüne geri dönmüş. Beklediği şeyi görmüş tabii; bütün köy delirmiş, herkes o çeşmeden içmiş ve delirmiş. “Bari ben başlarında durayım” diyerek köyde deliler arasında yaşamaya çalışmış. Ancak, deli muamelesi görmüş, çünkü herkes gence deli gözüyle bakmış. Köydeki herkes birbirine benziyor, dolayısıyla hepsi normal, ama genç adam onlara benzemiyor, dolayısıyla anormal duruma düşmüş. Töhmet, alay, aşağılama.. Genç her türlü kötü muameleye tabi tutulmuş. Belli bir süreye kadar bu anormal muameleye aldırış etmeden yaşayan genç, bir noktada dayanamamış ve koşa koşa çeşmeye gidip kana kana zehirli sudan içmiş ve normalleşmiş. Yani, o da delirmiş ve köyün sıradan bir insanı haline gelmiş…….”
Günümüzdeki korkunç yanlış bilgilendirme (dezenformasyon) insanımızı o hale getiriyor ki; “kendimiz” kalabilmek bir yana “kendimize ait” olan şeyleri bile ‘sahiplenebilmemiz’ için müthiş bir irade ve mensubiyet gerekiyor. Kendi çeşmemizin suları dezenformasyon sayesinde o derece kirletildi ki, içtiğimizde ruhumuz kirlenmeye başlıyor.
Üstad Necip Fazıl’a 1970’li yılların sonlarında ‘türk sporu’ ile ilgili röportaj yapmaya gelenler kendisine ‘türk sporu hakkında ne düşünüyorsunuz?’ diye bir soru sorarlar. Üstad, belki de en alâkasız olduğu bu konuda, ölçü niteliğinde şu cevabı verir: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız tahlili hep aynı çıkar!”
Dezenformasyon sayesindedir ki toplumumuzun veya şehirlerimizin neresinden bir kesit alsanız “tahlili hep aynı çıkar.” Yani her tarafını virüsler kaplamış. Bu virüsler arasında kendisine hayat damarı arayan bir bünye…
Şehir virüs kaynıyor… Dezenformatik virüs ağı şehrin üzerinde hayalet gibi dolaşıyor. Bu ağ sadece şehri kuşatmakla kalmıyor, şehirde yaşayanların zihinlerini de kuşatıyor ve şehri ile ilgili bütün damarlarını tıkıyor.
Bu bir zihniyet virüsüdür.
Bir düşünememe virüsüdür.
Ait olamama virüsüdür.
Dezenformasyonun etkisiyle şehirlerimizde muhtevanın yerini ‘ambalaj’ın alması, şehrin “yaşama yeri”nden “eğlenme yeri”ne doğru hızla sürüklendiğini gösteriyor.
Şehir eğlenme yerine dönüşüyor. Ve buna zaferini bastırılması imkansız bir istekle devam ediyor. Kim yapıyor? Şehrine ait olamayan ‘irade’ ile..
Dezenformasyonla birlikte şehrin yaşama mekânı yerine eğlenme mekânı haline gelmesi ve getirilen her türlü yenilik, yapısal değişiklik, düzenleme, vs.lerin hep aynı olanların kılık değiştirmesinden ibaret olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bu şuursuzca kaçışın bir sığınağıdır. Bu sığınak yaşamayı değil ölümü işaret ediyor.
Dezenformasyonun çekim alanından kurtulup, Trabzon’a (Üstad’ın İstanbul için yazdıklarını deforme edip Trabzon’a uyarlayarak) şöyle düşünsek ne olur? :
“İstanbul, gözümde öyle tütmeye başladı ki… Ayakları bağlı bir horozun gözünde çöplük, rıhtım üzerinde göğsünü şişiren bir balığın rüyasında deniz suyu, ısıtmalı bir kafes arslanının çilesinden orman, bu kadar cazibeli hatlarla tütemez.
Onu düşünüyorum, onu !
O kimdir?... O bir kişidir; İstanbul…
İstanbul… Bir köşesinde, sonradan görme, cıvık ve yılışık, bir köylü mendili gibi cicili bicili apartmanları; bir başka köşesinde tenekeden ve kibrit çöpünden evleri, bir başka köşesinde de asil ve mustarip konakları ve yalıları; ve bütün bunlara, sanki dilenciler ordusuna kumanda eden muhteşem taçdarlar halindeki misilsiz mabetleriyle İstanbul… Asfalttan, Arnavut kaldırımına ve çamur seline kadar her cinsten sokakları; günde bin kere yüz değiştiren ve en güzelle en çirkin arasında mekik dokuyan fevkalâde hassas ve değişik iklimi; en aziz sevgiliden en hor düşmana kadar bütün duygu kutuplarını bir arada barındıran namütenahi girift muhitiyle İstanbul… “
Yurtdışında İstanbul’a Hasret’i yaşayan Üstad, yazısını şöyle bitiriyor: “Ve anladım ki İstanbul, medeni imkanlar ve vasıtalar bakımından, ister “hep”in, ister “hiç”in zaviyesinden, benim için biricik hayat merkezidir.”
Şehrimizi yani Trabzon’u büyük mütefekkirin İstanbul’a bakışıyla benimseyebiliyor muyuz?
Benimseyebiliyorsak, dezenformasyon da kaçış da bizi etkilemeyecektir.
Trabzon’umuza hamasetten arınmış bir biçimde “hiçbir övgü bu adın büyüklüğüne erişemez” hikmetiyle baktığımızda dezenformasyon üreyeceği zemin bulamayacaktır.
Trabzon’dan çok uzaklarda ‘bu adın büyüklüğü’nü hissederek yazdığımız yazımızda bazı şeylere kapı aralayabildik mi veya bazı soruları sorabildik mi?
Dezenformasyon denilen “bilgi kirliliği” öylesine hayatımızı kuşattı ki, artık ‘doğru görme’ yetmiyor, baktığınızı doğru gördüğünüzden emin olsanız ve bu da gerçeğin kendisi olsa bile, öyle bir bilgi kirliliği sağanağı altındasınız ki; ‘gerçeklik’ diye birşeyden adeta bahsetmeniz mümkün olamıyor.
Bu anlamda modern romanlara konu olmuş klâsik bir hikâyemizde dezenformasyon şöyle anlatılır:
“Eski Anadolu köylerinden birinde bir genç, köyün etrafında dolaşırken bilge bir insana rastlamış. Bilge insan kendisine “bak yavrum” demiş “şu tarihten itibaren sizin köyün falan yerindeki çeşmesinden zehir akacak. Git, bütün köylüyü uyar. Sakın ola ki bu tarihten itibaren o çeşmeden içmesinler; içen herkes deli olacak.” Kendisine yüklenmiş misyonuyla geri gelen genç adam bütün köyü kapı kapı dolaşıp herkesi uyarmış, ancak hiç kimse dinlememiş. Çünkü, köylü o zamana kadar kana kana, seve seve bu çeşmeden su içmiştir, durup dururken neden zehirli olsun ki, nerden insanları delirtsin ki.
İnsanlar içmeye devam etmiş, her içen o tarihten itibaren delirmeye başlamış. Buna rağmen hiç kimse aldırmamış ve giderek delilerin oranı artmış. Bir süre sonra genç, “en iyisi kendimi kurtarayım, bu köyden çıkayım; bari ben aklımı kaybetmeyiyim” diye düşünmüş. Kalkmış başka bir Anadolu köyüne gitmiş. Aradan 5-10 yıl geçtikten sonra, “köyüme bir gideyim, acaba benim köylülerimin hali ne oldu, hepsi delirdi mi? Eğer hepsi delirmişse, onların başında bir akıllıya ihtiyaç var” demiş ve köyüne geri dönmüş. Beklediği şeyi görmüş tabii; bütün köy delirmiş, herkes o çeşmeden içmiş ve delirmiş. “Bari ben başlarında durayım” diyerek köyde deliler arasında yaşamaya çalışmış. Ancak, deli muamelesi görmüş, çünkü herkes gence deli gözüyle bakmış. Köydeki herkes birbirine benziyor, dolayısıyla hepsi normal, ama genç adam onlara benzemiyor, dolayısıyla anormal duruma düşmüş. Töhmet, alay, aşağılama.. Genç her türlü kötü muameleye tabi tutulmuş. Belli bir süreye kadar bu anormal muameleye aldırış etmeden yaşayan genç, bir noktada dayanamamış ve koşa koşa çeşmeye gidip kana kana zehirli sudan içmiş ve normalleşmiş. Yani, o da delirmiş ve köyün sıradan bir insanı haline gelmiş…….”
Günümüzdeki korkunç yanlış bilgilendirme (dezenformasyon) insanımızı o hale getiriyor ki; “kendimiz” kalabilmek bir yana “kendimize ait” olan şeyleri bile ‘sahiplenebilmemiz’ için müthiş bir irade ve mensubiyet gerekiyor. Kendi çeşmemizin suları dezenformasyon sayesinde o derece kirletildi ki, içtiğimizde ruhumuz kirlenmeye başlıyor.
Üstad Necip Fazıl’a 1970’li yılların sonlarında ‘türk sporu’ ile ilgili röportaj yapmaya gelenler kendisine ‘türk sporu hakkında ne düşünüyorsunuz?’ diye bir soru sorarlar. Üstad, belki de en alâkasız olduğu bu konuda, ölçü niteliğinde şu cevabı verir: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız tahlili hep aynı çıkar!”
Dezenformasyon sayesindedir ki toplumumuzun veya şehirlerimizin neresinden bir kesit alsanız “tahlili hep aynı çıkar.” Yani her tarafını virüsler kaplamış. Bu virüsler arasında kendisine hayat damarı arayan bir bünye…
Şehir virüs kaynıyor… Dezenformatik virüs ağı şehrin üzerinde hayalet gibi dolaşıyor. Bu ağ sadece şehri kuşatmakla kalmıyor, şehirde yaşayanların zihinlerini de kuşatıyor ve şehri ile ilgili bütün damarlarını tıkıyor.
Bu bir zihniyet virüsüdür.
Bir düşünememe virüsüdür.
Ait olamama virüsüdür.
Dezenformasyonun etkisiyle şehirlerimizde muhtevanın yerini ‘ambalaj’ın alması, şehrin “yaşama yeri”nden “eğlenme yeri”ne doğru hızla sürüklendiğini gösteriyor.
Şehir eğlenme yerine dönüşüyor. Ve buna zaferini bastırılması imkansız bir istekle devam ediyor. Kim yapıyor? Şehrine ait olamayan ‘irade’ ile..
Dezenformasyonla birlikte şehrin yaşama mekânı yerine eğlenme mekânı haline gelmesi ve getirilen her türlü yenilik, yapısal değişiklik, düzenleme, vs.lerin hep aynı olanların kılık değiştirmesinden ibaret olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bu şuursuzca kaçışın bir sığınağıdır. Bu sığınak yaşamayı değil ölümü işaret ediyor.
Dezenformasyonun çekim alanından kurtulup, Trabzon’a (Üstad’ın İstanbul için yazdıklarını deforme edip Trabzon’a uyarlayarak) şöyle düşünsek ne olur? :
“İstanbul, gözümde öyle tütmeye başladı ki… Ayakları bağlı bir horozun gözünde çöplük, rıhtım üzerinde göğsünü şişiren bir balığın rüyasında deniz suyu, ısıtmalı bir kafes arslanının çilesinden orman, bu kadar cazibeli hatlarla tütemez.
Onu düşünüyorum, onu !
O kimdir?... O bir kişidir; İstanbul…
İstanbul… Bir köşesinde, sonradan görme, cıvık ve yılışık, bir köylü mendili gibi cicili bicili apartmanları; bir başka köşesinde tenekeden ve kibrit çöpünden evleri, bir başka köşesinde de asil ve mustarip konakları ve yalıları; ve bütün bunlara, sanki dilenciler ordusuna kumanda eden muhteşem taçdarlar halindeki misilsiz mabetleriyle İstanbul… Asfalttan, Arnavut kaldırımına ve çamur seline kadar her cinsten sokakları; günde bin kere yüz değiştiren ve en güzelle en çirkin arasında mekik dokuyan fevkalâde hassas ve değişik iklimi; en aziz sevgiliden en hor düşmana kadar bütün duygu kutuplarını bir arada barındıran namütenahi girift muhitiyle İstanbul… “
Yurtdışında İstanbul’a Hasret’i yaşayan Üstad, yazısını şöyle bitiriyor: “Ve anladım ki İstanbul, medeni imkanlar ve vasıtalar bakımından, ister “hep”in, ister “hiç”in zaviyesinden, benim için biricik hayat merkezidir.”
Şehrimizi yani Trabzon’u büyük mütefekkirin İstanbul’a bakışıyla benimseyebiliyor muyuz?
Benimseyebiliyorsak, dezenformasyon da kaçış da bizi etkilemeyecektir.
Trabzon’umuza hamasetten arınmış bir biçimde “hiçbir övgü bu adın büyüklüğüne erişemez” hikmetiyle baktığımızda dezenformasyon üreyeceği zemin bulamayacaktır.
Trabzon’dan çok uzaklarda ‘bu adın büyüklüğü’nü hissederek yazdığımız yazımızda bazı şeylere kapı aralayabildik mi veya bazı soruları sorabildik mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder