Yahya DÜZENLİ, 16 Nisan 2008
Büyük Velîler, arifler, divan şairleri, insanı, manâsını, sorumluluğunun idrakiyle onun “iç hakikati”nden bahsederlerken sembolik dille “şehir” imajını yoğun olarak kullanırlar. Şehri insan vücuduna, onun da merkezini kalbe benzetirler ve “bu şehr”in imar ve tezyininin mutlak bir vecibe-gereklilik olduğunu ısrarla vurgularlar. Velîlerin, âriflerin insanın iç hakikatiyle ‘şehir’ arasında doğrudan bir ilişki kurmalarının sebe ne olabilir? Sebebi ne olursa olsun, insanın kendini ‘gerçekleştirme’si yani “İnsan-ı kâmil” olma yolunda yürüyüşünün; şehrin tezyin, tertip ve tanzimindeki canlılık, hareket ve sürekli bir tekâmül gibi olduğunda hemfikirdirler. Öyle ki onlara göre “şehr-i kâmil” aynı zamanda “insan-ı kâmil”in bir yansımasıdır. Tıpkı insanın “zübde-i âlem:alemin özü” olması gibi...
Biz de âriflerin açtığı kalp-şehir koridorunda bazı izleri takip ederek yürümeye ve bu izlerden Trabzon’u okumaya devam ediyoruz.
Kalp insanî hakikatin iç merkezi-öznesi olduğuna göre, şehir de insanî hakikatin tecelli ettiği dış nesnel alemdir. Demek ki insansız şehrin ve şehirsiz insanın mevzusuzluğu-anlamsızlığı bir tarafa, kalbi olmayan şehirde insanın da olmayacağını belirtmeye gerek yok. İnsanın yani ruhun, manânın, sorumluluğun, ben idrakinin, bugünün ve gelecek endişesinin olamayacağı bir gerçek..
Ölü şehirlerle diri şehirler arasındaki en önemli fark “kalb”leridir.
Büyük âriflerin bazen bir mısrası, bir cümlesi zamanın veya mekânın “elle tutulabilen”, tecessüm etmiş kesitlerini resmeder. Bu mısralar-resimler de yüzyıllar ve binyıllar sonrasında bazı şeyleri harekete geçirir.
Hacı Bayram-ı Velî’nin;
“Şehirden oklar atılır, gelir canlara batılır;
Ârifler cânı satılır, o şâr’ın bâzâresinde.” mısraları da işte bu türden bir insan ve şehir kuşatımının, canlılığının yakıcı ifadesiyle doludur. Gene İ.Hakkı Bursevî bu mısraların yorumunda “..gönül şehri, bir özge şehirdir ki, ondan daima yakınlık ve yöneliş okları atılır ve bunun neticesi, kendini canlarda gösterir; öldürüp yoketme veya ortaya çıkarıp yerinde bırakma şeklinde”. Derken ve devamla “..O kalb şehrinin çarşısında ârif-i billah olanların canları satılır ve o canları alanlar da yine kendileridir” ifadelerini insan ve şehir, arif ve şehir, aydın ve şehir’e indirgediğimizde, bu manâda “şehrinde canlanan” ve “şehrini canlatan” ârif-aydınları görebiliyor muyuz etrafımızda ?
Geleneğimizin medeniyet kuramcılarından İbn-i Haldun “Bil ki, şehirler refah ve onun vasıtalarından matlûb olan gayenin hasıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir..” diyerek “şehir medeniyeti”ne veya medeniyetin “şehirli” yüzüne vurgu yapmaktadır.
Bu vurguyu önümüze alarak şehrimizi dolaşsak, “milletlerin karar kılmak için ikamet yeri” olacak “medeniyet şehirlerimiz” diye sayabileceğimiz şehirlerimiz kaldı mı? İbn-i Haldun’dan 650 yıl sonraya uzanarak, günümüze ve “şehrimize” yönelelim.
Hiç şüphesiz Trabzon’dayız ve Trabzon’dan bahsediyoruz. Âriflerin, medeniyet kuramcılarının işaret ettikleri “ufku” görebiliyor muyuz? Ârif-aydın olmanın, şehirde oturmanın sorumluluğunun idrakini kuşanmamışlardan bahsetmiyoruz. Demek ki “ârifler cânı satılır, o şâr’ın bâzâresinde” idraki, “şehrinde fani olmuş” ârif-aydınlara işaret ediyor. İşte, şehrinde fani olmuşlardır ki, şehir de onlarda fani olmuştur, yok olmuştur. Bu nokta insanla şehrin bütünleştiği, kaynaştığı noktadır.
Hacı Bayram-ı Velî’nin “ârifler cânı satılır” diye günümüze ulaşan beytinin bir diğer şeklinde “ârifler sözi satılur” olarak kayda geçirilmesi, her karesinde (çarşılarında) “âriflerin seslerii”nin yükseldiği şehirlere mi işaret vardır?
İşte “taç şehir, “erdemli şehir-erdemin şehri” budur.
Trabzon, kadîm tarihi boyunca büyük medeniyet kümelerinin yuvalandığı ender şehirlerden olarak her zaman diliminde ariflerini-aydınlarını şehrinde bulundurmuş, barındırmıştır. Şimdilerde bu “ariflere-aydınlara” hasret olduğunu söylesek abartmamış oluruz.
Trabzon; kadîm tarihindeki “değer”lerini “zamana uyarlayabilecek” iskeleti taşıyan, ‘değişmenin kilidi’ni her dem yakalamış bir şehir olarak bugününe esefle mi bakıyor dersiniz?
Kendi tarihî varoluşu içerisinde bugünün dünyasında yer tutma dinamiklerine sahip Trabzon’a bu dinamiklerini harekete geçirebilecek morale kavuşturmak “arif-aydın”larının en önemli görevi olsa gerek.
Yüzyılımızın büyük romancılarından birisine Japonlardan ciddi bir teklif gelir: “Bizim toplumumuz da rafine, soyut değerleri olan bir toplumdur. Hatta sizin toplumunuzdan daha kadîm bir toplumdur. Bizimle ilgilenseniz, gelseniz, Japonlarla ilgili roman düşünseniz?” şeklinde. Meşhur romancı şu cevabı verir: “Ben henüz daha kendi ülkemi bitirmedim!”
Trabzon, kendisini her alanda yeniden üretebilecek, onu konuşturabilecek, anlatabilecek ârif-aydın-sanat-kültür adamlarını bekliyor. Bırakınız şehrini bitirmeyi, henüz okumaya bile başlayamamış, Trabzon’u “okuyabilecek dil”i bulamamışlarla Trabzon yazılabilir mi?
“Kendi kalabilme” güvenini “başkası gibi olabilme” kompleksine dönüştürmeyenlerle yola çıkılabilir. Nasıl ki yabancılaşmış kulaklarla yerli beste dinlenemezse, yerliliğin “ne olduğu”nu bilemeyenlerle “bu şehrin yeni bestesi” oluşturulamaz.
Bu anlamda Trabzon, kendisini “bilecek”, Trabzon’u“bulacak” ve Trabzon’lu “olacak”ları beklemektedir.
Medeniyetlerin “ben idraki” neyse, şehirlerin de buna bağlı “ben idraki” olduğunu bilen ve bu bilinçle “ben daha henüz kendi şehrime başlamadım!” sorumluluğuna sahip entelektüellerin ayakları yere bastığı nisbette Trabzon bizimdir ve “âriflerin nazarı”na muhataptır.
Varolursak şehrimiz varolacaktır. Kendimiz olabilir ve kendimiz kalabilirsek Trabzon’un “ayak sesleri” işitilmeye başlayacaktır.
Trabzon’da, Hacı Bayram-ı Velî gibi “Ârifler sözi satılur ol şârın bâzâresinde” diyebilmek epey hüner ister.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder