Yahya DÜZENLİ, 3 Eylül 2008
Modernizmin duyularımıza kadar hayatımızın her karesine egemen olduğu, hatta rüyalarımızı bile işgal ettiği bir zaman diliminde, yaşadığımız dünyaya dair tasarımlarımız, kabullerimiz, tepkilerimiz, eleştirilerimiz, hâsılı “duruşumuz” da “modern zamanlar”ın istediği biçimde şekilleniyor, şekillenmek zorunda. Kör bir direnişle “her şeye hayır”a kilitlenmekle “her şeye evet”e kilitlenmek sonuçta aynı kader çizgisini tahkim ediyor. Bu modern matristen çıkış yok. Bunun bilincindeyiz. Problem; bu matrisin içerisinde kendimize ve yaşadığımız şehre “nasıl bir işlev” yüklediğimiz… Ve bu işlev kimlerin eliyle/marifetiyle gerçekleşecek?
İnsanın yeryüzündeki “durum”unu belirleyen temel varoluş sorularından olan : “Biz kimiz, burada ne arıyoruz, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız?” sorularını herkes kendine sorduğu oranda, geniş anlamda dünyada, dar anlamda yaşadığı şehirde “niçin varolduğu?”na cevap vermek ve bucevabı “göstermek” zorundadır. Biz, bu soruları dar anlamda “yaşadığımız şehir”le kaim olarak verebildiğimiz oranda yeryüzündeki “varoluş” sebebimizi de kavramış oluruz. İşte bu kavrayış insanı yaşadığı şehre “borçları olduğu” şuurunu da beraberinde getirir. Öncelikle şehrimize ve şehrimizde ödenmek üzere “borcumuz olduğu”nun idrakine varmamız gerekiyor. Bu idrak borcumuzun sınırlarını da belirler. Bu borç, sorumluluğun karşılığıdır.
Modern zamanlar, insanın “yaşadığı yer”e, toprağa, mekâna, şehre olan borcunu unutturarak, onu devamlı borçlandırarak bu borcu gelecek kuşaklara intikal ettirmekte oldukça mâhir enstrumanlar, araçlar kullanıyor. Gene insanın eliyle bu borçlanmayı yapıyor. Trabzon için bu enstrumanlar; görülsün veya görülmesin (daha önceki yazılarımızda ayrıntılarıyla vurgu yaptığımız) başta futboldur. Futbolun kendi “zat gayesi”ni aşmış bir biçimde “frankeştayn” haline gelmeye başlayan futbol… Sonra yapay kültür etkinlikleri, şehrin betonlaşarak taşlaşması, popüler sanat tutkuları, vs. vs.
Trabzon’a “diliyle” değil de “kalbiyle” ait olanların görmezden gelemeyeceği/gelmemesi gereken, yüklenmesi mecburi sorumlulukları, karşı duruşları olmalı. Şehir statükosunun standartlarına, kabullerine değinmeden, dokunmadan, onlara alternatif üretmeden “karşı duruş” oluşturulamaz.
Modern zamanlar, ayağımızın altından kayıp gidişini gördüğümüz ancak “hissedemediğimiz” şehrimize karşı oldukça acımasız Adeta geçmişinden intikam alıyor. Kimin eliyle? Modernist taşra seçkinleri eliyle.
Bu anlamda, Trabzon’u bırakmamak, Trabzon’dan Trabzon’un derinine yürümek zorundayız.
Dilden öte geçmeyen, kalbî anlamı derinliği ve fiilî karşılığı olmayan “Trabzon” ve “Şehir” serenadlarının Trabzon’a katacağı bir şey yok.
Diğer taraftan..
Modern yaşama ve varoluş biçimlerine eleştirel yaklaşımın verdiği tepki bilinciyle ne “geçmişe kaçmak”, ne “günü yaşamamak”, ne de “varolmayan bir geleceğe sığınmak”, insanî sorumluluğumuzu iptal etmek anlamına gelir.
Bu söylediklerimizin “şehrimizle” nasıl bir ilgisi kurulabilir? Trabzon’a doğru, daha doğrusu Trabzon’dan şehrin derinliğine doğru yürüdüğümüzde şehrin giderek “içinin çekildiği”, “kendine ait “muhtevasının süzülüp kaybolduğu ve sadece birtakım sun’i “imaj”lardan ibaret plâstik bir şehir haline geldiğini gözlemleyebiliyoruz. Birçok yabancı-yerli tarihçi, antropolog, filolog, coğrafyacı, folklorcu’yu “uzaktan büyüleyen” Trabzon’un tarihsel imajı, bugününü aşıyor, bugünü tarihsel imajını taşıyamıyor. Yâni bir gölge gibi şehrin imajı, yansıması kendisinden büyük hale geliyor. Bu bir illüzyondur. Ve Trabzon bu illüzyonu yoğun olarak yaşamaya devam ediyor. Bu illüzyon, şehrin hakikatine nüfuz etmeyi engelliyor. Sürekli vurgu yaptığımız üzere, “bir yere ait olma ihtiyacı”yla şehrin insanları sun’i-yapay uğraşlarda kendilerine “yer” bulmaya çalışıyor, çalıştırılıyor.
Bir Latin antropolog şehirler üzerine yazarken şunları söylüyor: “Şehirler genellikle insanlara benzer; ya hüzünlü ve yaşlıdırlar, ya genç ve güleryüzlüdürler, kâh tehditkâr ve inceciktirler, kâh esnek ve bîtap bir haldedirler. Genellikle ziyaretçilerine bir tabloyu, bir kitabı, bir şarkıyı, bir rüyayı hatırlatırlar; en iyi ihtimalle şiirsel bir enerji sergilerler, gemlenmiş bir acelecilikle renkli imajları ortaya koyarlar… Kimi şehirler vardır, oradaki varlığınız asla ilk kez gibi gelmez. Tanımadığınız sokaklardan geçersiniz ve yine de hatıraların sizi selamladığı, akraba seslerinin size seslendiği duygusu edinirsiniz.
Modern tekniğin rahatsız edici aksesuarlarından arınmış sessizlik ve düşsel bir içsellik…Güzellikile hüznün ayrılmaz olduğu bu düşsel şehirde ihtişam her yerde mevcut..Muhteşem geçmişin gölgesini hissettiğinde insan geçicilik duygusunun etkisi altında kalır… ”
İşte geçmişinin küllerini bugününe taşıyarak kendini yormaya çalışan bir şehirle, insana “insan” olduğunu, “geçici” olduğunu hatırlatan şehir arasındaki farklar.. Latin antropolog sanki Trabzon’u anlatıyor… Veya okurken biz Trabzon’u tahayyül ediyoruz, düşünüyoruz.
Trabzon gibi “medeniyet şehirleri”nin sirayet edici-yayılıcı etkiye sahip kişilikleri vardır…
Trabzon “nelere sahip olduğunu, ancak onları kaybettikten sonra idrak edebilen” bir hüzünlü şehir olmamalı.
Trabzon’a “kalbiyle” bağlı olanların yapacağı çok şey var.
Yoksa biz de realiteden kaçıp “hayâl galaksisi”ne giriyoruz?
Tıpkı Şâir Nedim’in:
“Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedim
Bir peri-suret görünmüş, bir hayal olmuş sana” dediği bir hali mi yaşıyoruz?
Bu şehr içre vasfettiğimiz “dilber”: Trabzon’da herşeye rağmen “yok edilemeyen” Trabzon’dur. Biz bu “dilber”i aramaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder