‘PREFABRİK’ BİLGİLERLE ‘BAŞKALAŞMA’..
-ya da bir aydın konforu-
Yahya DÜZENLİ, Yeni Şafak, 1.12.1998
Akşam düşünülen ve yaşama geçirilmesi planlanan projelerin sabah kalktığımızda neredeyse eskimiş olduğu; ritmi yüksek, hız-yoğun bir dünyada yaşıyoruz. Yeni bir ‘global şebeke’ oluşturan bu dünyaya eklemlenme hummasına tutulan ülkemizin düşünce hayatı da bu eklemlenme talebinden payını alıyor. Hız yoğun bir atmosfer, rastladığı herşeyi ‘kendisi’ olmaktan çıkarıp ‘başkalaşma’ya uğratıyor. Bizim payımıza düşen de işte bu ‘başkalaşma’ oluyor.
Bu ritmik ortamda, doğru sorun tesbit edebilme ve çözüm üretmede analitik düşünebilme ‘meleke’si neredeyse yok oluyor. ‘Kendine özgü yoğunluk’ yerini ‘prefabrik’ yönelişlere bırakıyor.
Varlık ifade etmenin ne olursa olsun ‘görünme’ye endekslendiği yani oluş ve ilişkilerin hızla bir ‘gösteri’ atmosferine doğru kaydığı düşünce dünyamızda, paket bilgilerle varlık ifade etmeye çabalayan, ‘prefabrik üretim’in hazırcılığında karar kılmış, olaya ve eşyaya rengini verme kaygısı taşımayan bir düşünce kulvarında hızla ilerliyoruz. Bu ilerleyişte, anlamı yitiriyoruz, nicel benzerliklerin çekiciliğine kapılıp niteliği atlıyoruz.
Prefabrik düşünme biçimi ‘ihaleci’ bir üretim biçimdir. Üretimden çok ‘ikameci’ bir tarzdır. Yani alınıp-satılabilen, kullanılıp-tüketilebilen, ansiklopedik malumatfuruşluk taşıyan, ‘bilgi yoğun’ olmaktan çok ‘bilgi yığın’ bir ‘hazır’ yöntemdir.
Prefabrik düşünceler eklektik yani ayrı ve farklı düşünce ve ifade bütünlükleri içerisinden seçilerek bir araya getirilmiş ‘konforu yüksek kullanılabilirliği düşük’ popüler ‘malzeme’lerdir..
Prefabrik düşünceler ‘başkalaşma’ sürecinin taşıyıcılarıdır.
Başkalaşma; düşünce ve eylemlerin bir durumdan başka bir duruma dönüşmesi, ‘öteki gibi’ olmasıdır. Son tahlilde ‘ahlaki doku’nun nitelik değiştirmesidir.
‘Başkalaşım’ı ‘değişim’le karıştırmamak gerekiyor. Değişim, yeni bir ‘hal’dir. Başkalaşma ise ‘öteki’ olmaktır. Değişimde kimlik kaybı yoktur, başkalaşmada ise ‘karşı kimlikte yokoluş’ veya ‘karşı kimlikle varoluş’vardır.
Bir suçlama ve kompleksten arınmışlık kaydıyla ve genellemeden söylemek gerekirse: Prefabrik malzemelerle düşünmeye çabalayan daha doğrusu İslami referanslara göndermelerle gel-git’leri yaşayan bir düşünme dünyamız var. Giderek duyarlılıklarını yitiren, o oranda da prefabrik malzemeler kazanan bir dünya.. Bu dünyayı oluşturanlar da elbette ki ‘müslüman’ kimliğiyle malum ve maruf düşünce adamları, aydınlar..
Kiralık alınmış prefabrik kavram ve düşüncelerin gölgesinde serinlenen aydınlarımızın durumunu J.Baudrillard’dan önemli bir aktarmayla şöyle özetleyebiliriz (Burada ülkemizin aydınları da 3. Sınıf kategori içerisinde bu tesbitten payını alabilir): “.. Bence entelektüelin konforlu bir barınağı vardı; kendini gösterme ve sesini duyurma olanağına sahip olduğu sürece herhangi bir sorun yaşamıyordu. Aslında entelektüel denen yaratığın varolup olmadığından pek emin değilim. Bu terimi hiçbir zaman tam olarak çözemedim. Bence bazı kişiler kendilerine bu statüyü verdiler; birbirlerine destek oldular ve diğerleri entelektüellerin çok ayrıcalıklı bir sınıf oluşturduklarına inanır oldular sonunda. Bence, bu entelektüel sınıf, tıpkı medyatik sınıf ve siyasi sınıf gibi kendi kendine örmüş olduğu duvarın ardında yitip gitmekte. Bütün sorun kendisini gerçek toplumdan ayıran bu duvarı yıkabilmek, gerçek dünya ve olaylarla göbek bağına yeniden kavuşabilmek..” (Yüzyıl sonu tanıklıkları, Sh. 96)
Genel düşünce dünyamızda olduğu gibi Müslüman düşünce ve eylem dünyası da Prefabrik müteahhitliğin ilginç örnekleriyle doludur. Bu düşünce biçimi sadece günümüze mahsus bir düşünce biçimi de değildir. Toplumsal gerçekliklerin veya konjonktürün dayattığı mesele ve olgular karşısında (bir şekilde) çözüm alanında acziyetten kaynaklanan bir ‘kaçış’ veya ‘yöneliş’ şeklidir prefabrik düşünme..
Şunu unutmamak gerekiyor sanırım: Müslüman kimliğiyle toplumsal alanda dolaşan ve etik kaygı taşıyan ‘aydın’ların öncelikle kendisini hangi formatlarla tanımladığını müphemlikten uzak bir biçimde ortaya koyması gerekir. Ayrıca düşünce reflekslerinin ‘kime ait olduğu’nun renginin de aynı ‘malum’lukta belirginleşmesi gerekir.
Prefabrik düşünme ve eylem sergileme biçimi sonuçta müteahhitçe bir servis verme işidir. Müteahhitlik ise düşüncenin üreticisi değil, taşıyıcısı durumudur.
Özellikle 1980’li yıllardan sonra düşünce dünyamızı hızla işgal eden ve baskın olan ‘yeni dünya’nın kavram ve olgularının dayatmasıyla ‘kendilik değerimiz’i terkedip ‘öteki değer’lere yönelmeye başladık. 90’lı yıllarla birlikte bu yönelme sonuçta tedrici bir başkalaşmayı getirdi. Halen de bu başkalaşma çizgisi devam ediyor..
Bu başkalaşma çizgisi sadece ‘öteki’ne dönüşme şeklinde değil, aynı zamanda ‘kendi’mizi tanımlamada da kırılmalar ve başkalaşmalar getirdi. Oryantalist bakış açısıyla kavramsal kategorilerde ‘Siyasal İslam’, ‘Sivil İslam’, ‘Çoğulcu İslam’ tanımlamalarının müslümanlarca ‘hazır tanımlar’ olarak kabul edilmesi ve tüm çözümlemelerde bu kavramsal çerçevelerin kullanılması ‘prefabrik düşünme’ biçimini getirdi.
Bir de gene ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, ‘özgürlükler’, ‘sivilleşme’, ‘demokrasi’ gibi bağımsız bir tercih sonucu değil de konjonktürün dayattığı meselelerin bir ‘prefabrik montaj’ kolaycılığıyla temellerinin İslam’da zaten varolduğunun ispatlanmaya çalışılması da gene ‘benzeme sendromları’nın depreşmesinden başka bir şey olmasa gerek. Bu hal aslında ‘patolojik’ bir durumun ifadesidir.
Kelime ve kavramlar düşüncelerin yataklarıdır. Bu yataklar, içindeki düşünceleri de kendi kalıp formatlarına sokuyor. Ve peşinden bir ‘başkalaşım süreci’ başlıyor..
Bu başkalaşmalar, bir ‘düşünce başkalaşımı’ çerçevesinde sadece yorum değil aynı zamanda epistemolojik başkalaşım’ı da yani temel bilgi felsefesinde de dağılmalar ve sapmalar meydana getiriyor. ‘Müslümanca düşünme’nin temel çizgileri konjonktüre mahkum ediliyor..
Başkalaşım sürecinin prefabrik bilgilerle başladığı tesbitini başa aldığımızda, bu tür bilgilerin paket bilgi olması nedeniyle (dünya görüşü ne olursa olsun) her kesimce kullanılabileceği de ortaya çıkıyor.
Son günlerin ‘İslam ve Demokrasi’ tartışmalarına baktığımızda bu ‘prefabrike bilgi süreci’ni rahatlıkla görebiliyoruz. Gerek İslam tanımlamalarında gerekse de demokrasi tanımlama ve tartışmalarında başı ve sonuyla paketlenip ambalajlanmış, ‘kontrol edilmiş’ bir ‘bilgi türü’ne rastlıyoruz. ‘Sivil İslam’ versiyonları ile ‘Demokrasi’ versiyonlarının açılımı ve yorumları bu türden..
Sonuçta; temelleri ve bağlamlarından kopuk zorlamalar sonucu bu ‘yanaştırma’ ve ‘sıkıştırma’larla yapı inşa edilemiyor veya arabesk bir inşa meydana geliyor.
Gene kendi arabesk ve çelişik düşünce serüvenini müslümanların ‘değişim süreci’ gibi sunmaya çalışan girişimler de bir diğer sapma.. Buna örnek: Oldukça uzun turlar atmış şu anda sivil bir ‘müslüman aydın’ımızın “İslami hareketin handikapı kendini sol kültürden arındıramamış olmasıdır. Sola çok özendi..” müthiş(!) tesbitinde kendi serüveninden kesitler vermesidir.
‘Demokrasi şirke mi tevhide mi denk düşer’ gibi abesle iştigal’leri mesele sahibi imişçesine sunmanın ve popülarite adına “asimetrik vizyon”lar çizmenin sonuçta bir ‘kişilik bölünmesi’ne çıktığını da izliyoruz.
Bir dönem devlet, hilafet, iktidar, hüküm, emr kavramlarının anlamını ‘mutlak’ olarak izah eden müslüman aydınlarımızdan bir kesimi bugün “dindarlar için demokrasi tevhid ideallerine en uygun siyasal rejim olarak görülüyor..” diyor ve “Siyasi İslam”, “Sivil İslam”, “Çoğulcu İslam” gibi yeni damak tadlarının servislerini yapıyorlarsa yarın da başka servisleri yapacaklarından kuşku duymuyoruz.
Prefabrik reflekslerin işportacılığından kurtulabildiğimiz oranda ‘kendilik değeri’mizle varolabileceğiz sanıyorum.
(Yeni Şafak, 1.12.1998)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder