Yahya Düzenli, 27 Ağustos 2008
Hz. Mevlâna der ki: “Sen bu kıssalardan hisse almaya bak! Bu kıssaların suretine bağlanan, dış yüzüne kapılıp kalan kişilere benzeme! Kıssa bir ölçeğe benzer, manâ ise içindeki taneye! Akıllı kişi, taneyi alır, arada ölçek var mı, yok mu, ona bakmaz bile!”
Niçin doğrudan Hz. Mevlâna’nın bu “zamanüstü” sözü ile başladık?
Öyle anlaşılıyor ki gazetedeki haftalık yazılarımda zaman zaman “okuma usûlü” üzerine not düşmem gerekecek. Böylece, bazı okuyucular ve “yazmadan önce” okumayı öğrenmesi gereken bazı ansiklopedik “malûmatfuruş”lar (internet deyimiyle ‘google’ tutkunları) Trabzon’da “neyi”, “niçin”, “kimi”, “kime karşı”, “kiminle”, “kim için”, vs. vs. savunmayı veya saldırmayı “doğru” öğrenebilirler sanıyorum. Tabii böyle bir tasa taşıyorlar ise…
Bir metni, bir muhtevayı anlayabilmenin, ona yaklaşabilmenin ilk gereklilik şartı “usûl”dür. Eski deyimle “usûlden mahrum olan vusûlden mahrum olur!” Yâni usul bilmeyen sonuç alamaz. Bir değerlendirmenin, metnin, muhtevanın konseptini, yönelik olduğu hedefi öncelikle kavramak lâzımdır ki, o muhtevanın içerisindeki ayrıntılar anlaşılabilsin. Yâni bir metin ancak finalist bir bakışla anlaşılabilir. Böyle bir konseptiniz yoksa ne okuduğunuzun ne olduğunu anlayabilirsiniz, ne de anladığınızı zannettiğiniz şeyi anlayabilirsiniz. Böylece bir metni-muhtevayı anlamada belirleyici olanın “usûl” olduğu ortaya çıkıyor.
Son üç yazımı sözkonusu ederek ortaya çıkan tepkilerinden çok da önemsemediğim ama gene de bu yazıya vesile oldukları için “araç niteliği”nde gerekli unsurlar gördüğüm bu tür tepki sahiplerine “ava çıkmadan önce talim yapmaları”nı tavsiye ediyorum.
· “Trabzon böyle zulüm görmedi: TTSO’nun ‘kültürlerarası diyalog’u ve 10 köy 10 film festivali üzerine”
· “TTSO’nun koruma ve kollamasında: Trabzon Pan’ın labirentinden çıkabilecek mi?”
· “Bir Maçka’lı Konak Hanendesi’nin hezeyanları”..
başlıklı yazılarıma gelen kimi cevap ve tepkilerin niteliği, Trabzon’da “önemli bir refleks değişikliği” olduğu ve muhtevaların “mekanik”leşmeye doğru hızla gitmekte olduğu, “yerli ve yerel” değer ve “remz”lerimizden epey uzaklaşılmakta olduğu izlenimimi artırdı. Gelen tepki sahipleri, sahiplendikleri “kişi” ve “kurumlar” kadar Trabzon’u sahiplenselerdi epey mesafe almış olurlardı.
Şunun bilinmesinde fayda var: 29 haftadır yazdığım Günebakış’ta; öncelikle dünya görüşümün ışığında “Trabzon”, “Trabzon’luluk”un, “şehir”, “şehre aidiyet”, “mensubiyet”, “sorumluluk” gibi temel insanî varoluş alanlarına ilişkin bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Yazmayı ‘fetiş’ ve ‘meslek’ haline getirenlerden değilim. Yazdıklarımda “diyalektik bütünlüğü”, “muhtevadaki temel amaç”ı göremeyenlerin eleştirilerine takılıp kalmak, genel-geçer, konjonktürel, mevsimlik ‘serenad’larla vakit geçirmek gibi bir fantezi ve lüksüm de yok. Dünya görüşüme nisbet etmediğim hiçbir şeyin benim için önemi ve anlamı yoktur. Yaşadığımız iklimin, coğrafyanın insanını “Trabzon’lu” yapan “değer” ve “kimlik”e yönelik eleştirilere “şiddetli” tepki göstermenin Trabzon’a aidiyetimizin bir gereği olduğunu düşünüyorum. Trabzon’a dair sorumlulukları olan herkesin de bu tavrı kuşanması gerektiğine inanıyorum. “Söyletmen vurun!” şeklinde bir tutum içerisinde olmadığıma da vurgu yapmak istiyorum. Tarihsellik anlamında, geleneklerimizin genlerimizle doğrudan ilgili olduğunun bilinciyle insanımızın değer ve “remz”lerini aşağılamaya, onlara karşı tedricî yabancılaştırma girişimlerine “seyirci” kalmayacağımızı da belirtmeye gerek yok sanıyorum. “Öfkesiz fikrin” de “fikirsiz öfke”nin de Trabzonluluğa yakışmadığının da altını çizmek istiyorum. Ancak; hastalıklı bir bünyenin ifrazatları şeklinde bir “öfke”nin de Trabzon’luluktan çok şeyler götüreceğini düşünüyorum.
Kendi derdimde değil, Trabzon’un derdindeyim. Sınırlı bir alanda kalemimin gereğini yerine getirme davasındayım. “Trabzon” deyince harekete geçen duyarlılıklarımı ortaya koyma ve bunları paylaşma çabasındayım. Ayrıca da Trabzon için “bir şeyler yapmaya çalışan” ama yaptıklarının “kime yarar sağladığı”nı ve “neye sebep olduğu”nu kestiremeyenlere eylemlerinin sonuçlarının muhasebesini yapmalarına “sebep-vesile” olma niyetindeyim. Muhataplarımızı “tasfiye” değil “tesviye” derdindeyim.
Riyâkarlığın, “öyle demek istememiştim”, “yanlış anlaşıldım”, “ben de sizin gibi düşünüyorum”, “söylediklerinize saygım var ancak…” gibi sahte ilişkiler zincirinin halkaları bizim nefret ettiğimiz şahsiyetsizliklerdir. Onun için de doğrudan, konuya göre dozajı yüksek ancak “gerekli olduğuna inandığım” sert tepkileri, özellikle son 3 yazımda ortaya koymayı da bir “ahlâkî gereklilik” gördüm ve yerine getirmeye çalıştım. Bundan sonra da bu çizgide yazılarımı sürdüreceğim.
Yazdıklarıma gelen tepkilere “özel cevap” verme gibi bir usûlüm yok. Bunu gerekli de görmüyorum. Gelen tepkilerin olumlu ve seviyeyi düşürmemek kaydıyla en uç noktada bile yapılabileceğini anlamak lâzım. Tepkilerin muhtevası ‘idraklerin düzeyi’ni ele veriyor.
Son üç yazımın “konsept”ine değil de özellikle “kişi” ve “kurum”lara saplanıp kalanlara şunu hatırlatmak istiyorum: Yazılarım kişi odaklı değil, kişi vesilesiyle “zihniyet” odaklıdır! Eleştirilerim zihniyetleredir. Yâni klişeleşmiş, yalama olmuş, nakarattan öte gitmeyen bir “düşünüş tarzı” odaklıdır! Ancak her zihniyet insan ürünü olduğuna göre ortaya dökülenleri eleştirmek sonuçta onları dökenleri de “hizaya”, “edebe” davet etmektir.
Herkes yaptıklarının “neye sebep olduğu”nun ve olacağının farkında olmalı. Osman Gazi’nin “Yanlış kılıç üşürmenin bütün Kayı’ya ziyanı vardır !” sözünün idraki içerisinde; Trabzon’lu olma, Trabzon’da yaşamanın nasıl bir sorumluluğu gerektirdiği, nasıl bir “bedel”e talip olunduğu anlaşılmalıdır !
“…10 köy 10 film” festivali için yazdığım yazı da, “…Konak Hanendesi..”yazısı da bu bağlam içerisinde değerlendirilmelidir. Fotoğraftaki bir ‘kare’ye odaklanmayıp, fotoğrafın bütününü görmelidirler. Hoş, ‘parça bütünün habercisidir’ hikmetiyle eğer ‘bütünlük idrakleri’ varsa parçada bütünü de görebilirler ancak gelen tepkilerin bir kısmından edindiğim intiba böyle bir idrakten çok uzak olunduğudur…
Polemiğe dökmek istemediğim ancak şartların gereği tevessül etmek zorunda kaldığım son üç yazımdaki üslûp ve eleştirilerimin amacı budur. Bu yazılara gelinceye kadar yazdığım “şehir”, “aidiyet”, “mensubiyet” çerçevesindeki yazılara gelmeyen tepkilerin bu yazılara gelmesi de oldukça manidardır!
Narsist bir ruh yapısıyla kendimi önemsiyor değilim. Elini bilgisayar tuşlarına dokunduranın veya eline mikrofon geçirenin “bence” diye yazıya-söze başladığı ‘mesnetsiz bir özgüven’ ve ‘kaos’ ortamında yazdıklarımın, sorumluluğumun gerektirdiği düzeyde olduğunu söylemek istiyorum.
Bir şehrin “ihtişamı” da “sefaleti” de bir bütün olarak “içindekiler”le birlikte yaşanıyor. İnsanlar gibi şehirlerin tahribatı da aniden olmuyor. Trabzon “medeniyet şehri” olma kimliğinden o derece uzaklaştırılmıştır ki artık “eski yatağı”nı yeniden arayacak ve bulacak derman ve takati kalmamıştır. Olanca enerjisi ve gayretini israf etmeyi ‘bağımlılığa’ dönüştürme yolundadır. Merkezinden/ekseninden çekilen, koparılan bir “değer taşı”nın oluşturduğu boşluğun yerine konulan ‘parça’nın meydana getirdiği ‘doku uyuşmazlığı’yla birlikte başlayan “enfeksiyon” bütün bir şehre yayılıyor ve şehir farkında olmadan “metastas” halini yaşamaya başlıyor. Bu nokta artık hiçbir tedavinin fayda vermediği bir ‘çaresizlik’ ve ölümü bekleyiştir.
Yazılarımızın bir diğer temel dinamiği budur. Göle atılan bir taşın oluşturduğu daireler gibi merkezde yapılacak bir açı hatasının/sapmasının çevrede nasıl bir büyük etkiye sebep olacağını düşünmek gerekiyor. Trabzon’un gerçek “âkil”leri, “ârif”leri bu gerçeğin farkındadırlar !
Sadece “irfan” ve “idrak” sahiplerine hitap eden Hz. Mevlâna ile başladık gene Hz. Mevlâna’nın oldukça anlamlı bir öyküsü ile bitirelim:
“Bilgelerden biri, karga ile leyleğin bir arada bulunduklarını gördü. ‘Bir leyleğin kargayla ne işi olabilir?” diye düşünerek hayret etti. Onları birbirlerine bağlayan, dost eden şeyin ne olduğunu öğrenmek istedi. Merakla onlara biraz daha yaklaşıp baktığında, her ikisinin de topal olduklarını gördü. “Topal”lık onları birbirine yakınlaştırmıştı.”
Etkilerimiz ve tepkilerimizde dünya görüşümüzden kaynaklanan “doğru”ları eksen almaya devam edeceğiz. Yapay, bağlamından kopmuş, ‘iklim değişiklikleri’nden hemen etkilenen, ‘mevsim hastalıkları’na anında yakalanan bir bünyeye sahip olmadığımızı belirtmeye gerek var mı?
Trabzon için kültür ve sanatın bir ‘varoluş’ şartı olduğunun bilincindeyiz. Fakat kültür-sanatı ‘beyaz perde montajlaması’ veya yapay-sığ etkinliklere mahkûm eden zihniyetten ayrışarak gerekli yerde gerekli tavırları kuşanmaya çalışıyoruz.
Picasso’nun “İnsan daima kendi ülkesine aittir.” sözünü şehrimizi düşünerek tefekkür-terennüm-tezekkür edebiliyor muyuz?
Bu manâda Trabzon’dayız, Trabzon’da olacağız ve Trabzon’da kalacağız. Derdimize ağlamak değil, derdimizle dertlenmek zorundayız. Derdimizle dertlenmek de dersimize çalışmayı gerektirir. Trabzon’da “oluş”umuzun, varoluşumuzun gereği budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder