ŞEHRİ DERİNDEN KAVRAYABİLMEK...
Yahya DÜZENLİ, 27 Şubat 2008
Sözü biraz kuşatmalardan sonra gene Trabzon’a getireceğimiz için öncelikle yanlış bir anlamaya meydan vermemeyi hatırlatarak soralım: Bir zamanların insanıyla, ihsanıyla, iklimiyle, toplumsal dokusuyla, kimi bakımlardan daha sağlıklı bir şehrin, tarihî süreçte giderek zafiyete düşmesi, sağlığını kaybetmesi veya sağlıklı olmasından şüpheye kapılması ve sonuçta ‘kendini tavuk zanneden kartal’ hikâyesinde olduğu gibi, “varlığının hakikati”ni unutması nasıl izah edilebilir? Fizikî varlığın biyolojik olarak sürdürülebilirliği onu diğer varlıklardan farklı kılmıyor. Farklılık; şahsiyet ifade edebilme halidir.
Peki bir şehir varlığının hakikatini unutabilir mi?
Şehirler de insanlar gibi canlı birer organizmadır. Bu organizmanın hayatiyeti; sürekli beslenebilmesi ve besin kaynaklarının sürdürülebilirliği ile kaimdir. Bu beslenme kaynaklarından mahrum kalmak veya bu kaynakları sürdürülebilir bir güncellemeyle yenileyememek şehrin hayat damarlarını zamanla tıkamaya başlar, sonuçta da o damarlar işlevini kaybeder.
Bazen olmayan bir şehri yapay bir zorlama ile oldurmaya çalışma hummasına tutulurlar. Şehir sadece plastikten ibaretmişçesine zorla giydirmeye çalışırlar. Veya “şehri-şehirliliği” tarihî köklerini yok sayarak bir “kesit”ten ibaretmiş gibi tanımlamaya girişirler. Bazen de şehrin ruhunu kendinden başka yerlerde aramaya çalışırlar.
Bu bir şahsiyet krizidir. En çok da uzun zamanlar boyunca şahsiyet ifade eden şehirlerin, bulunduğu coğrafyada yaşanan ideolojik bir kırılma ile kendi köklerinden komplekse kapılma durumuyla karşılaşılır. Ne kadar kaçılırsa kaçılsın, ne kadar komplekse kapılınırsa kapılınsın, şehrin “aslî ruhu” yok edilemiyor.
Necip Fazıl’ın “arsadaki odun yığınının gizli bir köşesinde son ve tek kıvılcım” dediği bir gizli kıvılcım gibi “...Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır, yağmadık yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır....Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutûbet, ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek…”
Her ne olursa olsun, ister doğal bir süreklilikle devam ediyor olsun, isterse de ideolojik bir kırılma ile zoraki oluşturulmaya çalışılmak istensin; şehir, akarken, taşarken bir bilinci ve varoluş tarzını muhafaza ediyor, bünyesinde barındırıyor.
İnsan şehri taşıyor, şehir insanı taşıyor. Şehirle birlikte insan da yeniden ve sürekli inşayı yaşıyor. Yani şehir ve insan“her an yeni bir oluştadır!”
Hacı Bayram Veli’nin;
“Çalab’ım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”
diyerek muhteşem bir şekilde anlattığı, ilişkilendirdiği insan ve şehir ilişkisi, insanın eliyle inşa edilen şehrin aynı zamanda insanı da yoğurduğu, şekillendirdiğine işaret ediyor. Hatta şehir oluşurken bu oluşma sırasında insanın da terbiye edildiği, şehrin onu nasıl kendisine uygun kıvama getirdiğine işaret ediyor. Bu terbiye ve kıvam “ânı ben yapılur gördüm”le “ben dahi bile yapıldım”ın imtizacıdır. Yani, şehir insan eliyle inşa olunurken aynı zamanda insanı da inşa ediyor.
İ. Hakkı Bursevî, bu şiiri yorumlarken “şehir” ile kastedilenin “kalp”, “iki cihan”ın ise “süfli cisimler”le “ulvi ruhlar” alemi olduğunu ifade ediyor. Ve devam ediyor: “kalbin şehir ile tabir edilmesi bütün kuvve ve isimlerin toplandığı yer ve yüce harfler ve süflî satırlar dairesinin merkezi olmasındandır. Kalb, kemale erdikten sonra ruhdan daha yetkin olma hususiyetine sahiptir...” İlginç bir şekilde şunu da söylüyor Bursevî: “Kalbin ‘şehir’ olması, cisimler ve ruhlar aleminin kalbe nisbetle köy gibi olması demektir... Öyle ise bütünün ehli olmak için köylü olanın şehre hicret etmesi gerekir...” Başta Hacı Bayram Velî’nin şiirinde, sonra da onun Bursevî şerhinde şehrin “kalb”e benzetilmesinden yola çıkarak bizim şehrimize baktığımızda nelere sahipken neleri kaybettiğimizi, neleri önemsemediğimizi, neleri öncelediğimizi daha iyi anlayabiliyor muyuz?
Hacı Bayram Velî’nin mısralarında olduğu gibi bu yazımızda “ansızın bir şehre vardım, o şehri ben yapılır gördüm” bakışıyla Trabzon’a bir de böyle bakmak!
Şehrimizi tavsif etmeyi Bursevî’nin cümlesiyle bitirelim: “Bu kalb şehrinde ikameti uzun olmayan kimsenin ruh atı, beşeriyet eyerinden kurtulduktan sonra doğru telâş ile koşamaz..”
Evet.. Şehir insan ve hayat demektir. “Şehir hem rüyaların hem kâbusların mekânıdır” diyen düşünürü selâmlayıp, “kalb şehri” Trabzon’a önce bakabilme, sonra görebilmek için çaba sarfetsek...
Şehrin realitesini değil “hakikati”ni gerçek “muhakkik”lerden bekliyoruz.
Yahya DÜZENLİ, 27 Şubat 2008
Sözü biraz kuşatmalardan sonra gene Trabzon’a getireceğimiz için öncelikle yanlış bir anlamaya meydan vermemeyi hatırlatarak soralım: Bir zamanların insanıyla, ihsanıyla, iklimiyle, toplumsal dokusuyla, kimi bakımlardan daha sağlıklı bir şehrin, tarihî süreçte giderek zafiyete düşmesi, sağlığını kaybetmesi veya sağlıklı olmasından şüpheye kapılması ve sonuçta ‘kendini tavuk zanneden kartal’ hikâyesinde olduğu gibi, “varlığının hakikati”ni unutması nasıl izah edilebilir? Fizikî varlığın biyolojik olarak sürdürülebilirliği onu diğer varlıklardan farklı kılmıyor. Farklılık; şahsiyet ifade edebilme halidir.
Peki bir şehir varlığının hakikatini unutabilir mi?
Şehirler de insanlar gibi canlı birer organizmadır. Bu organizmanın hayatiyeti; sürekli beslenebilmesi ve besin kaynaklarının sürdürülebilirliği ile kaimdir. Bu beslenme kaynaklarından mahrum kalmak veya bu kaynakları sürdürülebilir bir güncellemeyle yenileyememek şehrin hayat damarlarını zamanla tıkamaya başlar, sonuçta da o damarlar işlevini kaybeder.
Bazen olmayan bir şehri yapay bir zorlama ile oldurmaya çalışma hummasına tutulurlar. Şehir sadece plastikten ibaretmişçesine zorla giydirmeye çalışırlar. Veya “şehri-şehirliliği” tarihî köklerini yok sayarak bir “kesit”ten ibaretmiş gibi tanımlamaya girişirler. Bazen de şehrin ruhunu kendinden başka yerlerde aramaya çalışırlar.
Bu bir şahsiyet krizidir. En çok da uzun zamanlar boyunca şahsiyet ifade eden şehirlerin, bulunduğu coğrafyada yaşanan ideolojik bir kırılma ile kendi köklerinden komplekse kapılma durumuyla karşılaşılır. Ne kadar kaçılırsa kaçılsın, ne kadar komplekse kapılınırsa kapılınsın, şehrin “aslî ruhu” yok edilemiyor.
Necip Fazıl’ın “arsadaki odun yığınının gizli bir köşesinde son ve tek kıvılcım” dediği bir gizli kıvılcım gibi “...Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır, yağmadık yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır....Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutûbet, ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek…”
Her ne olursa olsun, ister doğal bir süreklilikle devam ediyor olsun, isterse de ideolojik bir kırılma ile zoraki oluşturulmaya çalışılmak istensin; şehir, akarken, taşarken bir bilinci ve varoluş tarzını muhafaza ediyor, bünyesinde barındırıyor.
İnsan şehri taşıyor, şehir insanı taşıyor. Şehirle birlikte insan da yeniden ve sürekli inşayı yaşıyor. Yani şehir ve insan“her an yeni bir oluştadır!”
Hacı Bayram Veli’nin;
“Çalab’ım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”
diyerek muhteşem bir şekilde anlattığı, ilişkilendirdiği insan ve şehir ilişkisi, insanın eliyle inşa edilen şehrin aynı zamanda insanı da yoğurduğu, şekillendirdiğine işaret ediyor. Hatta şehir oluşurken bu oluşma sırasında insanın da terbiye edildiği, şehrin onu nasıl kendisine uygun kıvama getirdiğine işaret ediyor. Bu terbiye ve kıvam “ânı ben yapılur gördüm”le “ben dahi bile yapıldım”ın imtizacıdır. Yani, şehir insan eliyle inşa olunurken aynı zamanda insanı da inşa ediyor.
İ. Hakkı Bursevî, bu şiiri yorumlarken “şehir” ile kastedilenin “kalp”, “iki cihan”ın ise “süfli cisimler”le “ulvi ruhlar” alemi olduğunu ifade ediyor. Ve devam ediyor: “kalbin şehir ile tabir edilmesi bütün kuvve ve isimlerin toplandığı yer ve yüce harfler ve süflî satırlar dairesinin merkezi olmasındandır. Kalb, kemale erdikten sonra ruhdan daha yetkin olma hususiyetine sahiptir...” İlginç bir şekilde şunu da söylüyor Bursevî: “Kalbin ‘şehir’ olması, cisimler ve ruhlar aleminin kalbe nisbetle köy gibi olması demektir... Öyle ise bütünün ehli olmak için köylü olanın şehre hicret etmesi gerekir...” Başta Hacı Bayram Velî’nin şiirinde, sonra da onun Bursevî şerhinde şehrin “kalb”e benzetilmesinden yola çıkarak bizim şehrimize baktığımızda nelere sahipken neleri kaybettiğimizi, neleri önemsemediğimizi, neleri öncelediğimizi daha iyi anlayabiliyor muyuz?
Hacı Bayram Velî’nin mısralarında olduğu gibi bu yazımızda “ansızın bir şehre vardım, o şehri ben yapılır gördüm” bakışıyla Trabzon’a bir de böyle bakmak!
Şehrimizi tavsif etmeyi Bursevî’nin cümlesiyle bitirelim: “Bu kalb şehrinde ikameti uzun olmayan kimsenin ruh atı, beşeriyet eyerinden kurtulduktan sonra doğru telâş ile koşamaz..”
Evet.. Şehir insan ve hayat demektir. “Şehir hem rüyaların hem kâbusların mekânıdır” diyen düşünürü selâmlayıp, “kalb şehri” Trabzon’a önce bakabilme, sonra görebilmek için çaba sarfetsek...
Şehrin realitesini değil “hakikati”ni gerçek “muhakkik”lerden bekliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder