30 Haziran 2009 Salı

ATEŞİN YAKMADIĞI KADIN: FADİME

(Bu yazı, Heyamola Yayınları arasında Ekim 2007 yılında çıkan "Fadime Kimdir" isimli kitapta yayınlanmıştır.)

Doğu Karadeniz örneğinde
ATEŞİN YAKMADIĞI KADIN: FADİME

YAHYA DÜZENLİ*

“Trabzon’da, oranın iç ve has madeni olarak öyle som ve berrak bir halkaya rastladım ki, su yatağında cilâlı taş ararken elmas bulmuşçasına şaşırdım. Trabzon’da, yanaklarımın üzerinden geçen dudaklar yüzümü yaraladı ve bana oradan beklediğim ve umduğumun çok fazlasını verdi.”

Necip Fazıl (1001 Çerçeve)

“..kılarduk yatsi nemazini, kice yarilarina kadar forotiko tokurduk. Sora da yatarduk. Sabah olurdi, kalkarduk. Kılarduk nemazi, yemeğumuzi yerduk, hayde çayir kesmeğe. Oniki horomdan[1] bir yuk arkama, çecuk kucağuma alurdum köye kelurdum. 50-60 kilo yukum olurdi...”

Ayazoğulları’ndan Hanife D. (72)



Necip Fazıl’ın ünlü Deniz[2] isimli hikâyesi, “Karadeniz’in sahil köylerinden birinde, etrafını çılgın dalgaların dolandığı bir kaya üzerinde, saçları vantilâtöre takılı kâğıt şeritler gibi uçan genç bir kadın”ın denize doğru “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz! Ne yaptın küçüğümü? Erimi neyledin?” diye başlar. Bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, Necip Fazıl gibi bir büyük şair/edebiyat adamının dikkatini çekmiş ve onu hikâyesinin kahramanı yapacak kadar etkilemiştir. Necip Fazıl’ın bu hikâyesi Doğu Karadeniz kadınındaki içliliğin, hüznün, elemin, yürek yangınının edebiyatımıza yansımış en önemli örneklerinden birisidir.

Necip Fazıl’ın 1934 yılında Trabzon’dayken yazdığı Bu Yağmur adlı şiirinden 33 yıl sonra kaleme aldığı Deniz isimli hikâyesinin hem mekânı hem de kahramanı/öznesi Doğu Karadeniz’dedir. Öyle bir özne ki, Doğu Karadeniz’in yalçın coğrafyasında, her şeyin ‘insan emeği’ne bağlı olduğu günlük hayat şartlarının çetinliği içerisinde, yaşadığı coğrafya üzerindeki hayatın yükünü büyük ölçüde üstlenen/taşıyan fakat bu ağırlık altında içsel gerçekliği ilk anda görünmeyen Karadeniz kadınının derinliğini ortaya koyan bir gizli özne...

Bu yazımıza, şairin Deniz isimli hikâyesinden bir alıntıyla başlamamız, hikâyeye konu Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin Necip Fazıl gibi bir edebiyat devinde karşılığını bulmasının oldukça anlamlı olmasındandır. Necip Fazıl bu hikâyesinde bugüne kadar hiçbir edebî esere konu olmayan Doğu Karadeniz’in vefa ve cefa sembolü kadınını öyle bir derinden kavrar, yakalar ve resmeder ki, onun dilinde bu kadın âdeta efsanevî bir varlığa dönüşür. Bu abartılı bir anlatım değil, Doğu Karadeniz kadınındaki derinliğin bir edebiyat adamının/hikâyecinin kaleminden tasviridir.

Necip Fazıl’ın Karadeniz kadınını en derin ruh damarından yakalayan hikâyesinin bugüne kadar Karadeniz kültür tarihçilerince fark edilmemesi/bilinmemesi (eğer bir kasıt yoksa) vahîm bir gözden kaçırmadır/atlamadır.

Kadın; her büyük şair/düşünür gibi Necip Fazıl’da da önemli bir semboldür ve meseledir. Çözülmesi gereken bir yumak, kendi kendisini aşan bir manaya işaret eden vasıtadır. Necip Fazıl başta Çile isimli şiir kitabının Kadın bölümündeki şiirleri olmak üzere diğer eserlerinde, özellikle de Aynadaki Yalan isimli romanında, kadını bütün ruhuyla ele alır. Bu yazımızın konusu Necip Fazıl’ın Deniz hikayesindeki Karadeniz kadınıyla sınırlı olduğundan sadece kadına ilişkin Necip Fazıl’ın temel düşüncelerinden birkaç detay vermekle yetineceğiz.

Kadını öyle derin ruh kanatlarından yakalar ki Necip Fazıl; “kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilafa düşürdüğü erkek.” tesbitini yapar ve kadını idealize eder: “Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin mukabili cinsiyete bürünmüş ulvi bir fikir...”[3] Sonunda şu soruyu sorar: “Hani o kadın?”[4]

İşte Necip Fazıl’ın kadına ilişkin “hani o kadın?” sorusuna Deniz hikâyesindeki Doğu Karadeniz kadınıyla (bütünüyle olmasa da) gene kendisinin cevap verdiğini düşünüyorum.

Kadına ilişkin bütün tanımlamalara, mana kuşatmalarına rağmen kadın, Necip Fazıl’da gene de müthiş bir fenomendir.

Hikâyede adı her ne kadar “Satılmış’ın Zeynep” de olsa ve Üstad’ın hikâyesinde Trabzon ağzıyla “erkişimi ne ettun?” yerine “erimi neyledin?” şeklinde yaşasa da aslında o “Huseyin’un veya Hemdi’nun veya Husni’nun Fadime”dir. Bu Fadime (Zeynep) denize doğru haykırmaya devam eder: “-Deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz!”… Onu gören köylüler aralarında konuşur:

“-Köyün en güzel kızıydı Zeynep… Halâ öyle değil mi? Aklını bozduktan sonra değişti. Kocasının yelkenlisini açıklarda devirdikten sonra bu kayanın üzerinden 8 yaşındaki kızını da alıveren deniz onu çıldırttı.”

Fadime (Zeynep), kayanın üstünde çığlık koparır:

“-Kızlığımda, beni dört bucaktan istemeye gelenlere ‘ben denizin nişanlısıyım, kimseye varmam!’ derdim. Cilvemi doğruladın! Sana hainlik ederek aldığım kocamı boğduktan sonra kızımı da bu kayanın üstünden çekip götürüverdin! İşte seninle, karşı karşıya yapayalnız kaldık! Ne yapacaksan yap!”

“Hiç kimseye varmayan, herkesten kaçan Zeynep, yalnız denizle içli dışlıydı. Gündüzleri kıyıda bir taşın üstüne oturup ayaklarını suya sokarak, saatlerce kalır, kumlardaki cilalı taşlara dalardı. Geceleri de, Temmuz sıcağında, el ayak çekildikten sonra izbe bir köşe bulur, oradan denize girerdi. Kocası, onu, mehtaplı bir gecede, denizden çalıp kaçırdı. Yelkenlisine aldı götürdü. Evlendiler. Kız 17’sindeydi. 9 yıl geçti. Yazları hiç çıkmazdı tekneden… Nihayet 3 ay önce…”

Hikâyenin devamında Fadime (Zeynep) parmaklarıyla denizi avuçlamak isteyen bir hareket yapar:

“-Seni kızlığımdan beri, çivit gözlü, sinirli bir Karadeniz delikanlısına benzetiyorum! Kahpeliğini de sevgine vererek bağışlıyorum! Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”

Köylüler, uzaktan, bir kibrit çöpü gibi görünen Fadime (Zeynep)’nin birdenbire kaybolduğuna dikkat ettiler:

“- Ne o, kendisini suya mı attı?
- Belli değil; yoksa onu deniz mi aldı?

Necip Fazıl, hikâyesini şöyle bitirir:

“Fadime (Zeynep)’nin, tam o anda kayada patlayan bir dalganın içindeki iki kol tarafından mı çekildiği, yoksa kendi isteğiyle mi bu kollara atıldığı meçhul kaldı.”

Necip Fazıl’da iz bırakan, hikâye kahramanı olacak kadar derin ve içli, bir o kadar da denizin aldığı erkeğine tutkun, yavrusuna vurgun ve onların peşinden kendisini feda edecek, ölüme atacak kadar vefanın en uç örneğini sergileyen Karadeniz kadını…

Seslenir denize Zeynep: “Eğer kocamı ve kızımı beni sevdiğin için aldınsa Zeyneb’i nasıl bırakırsın? ….”

Bir Doğu Karadeniz kadınının kalbinin derinliklerinden diline dökülen ne müthiş bir “tutku”nun ifadesidir bu?

Necip Fazıl bu hikayesinde Doğu Karadeniz Kadınının ruh röntgenini verirken, belki de kendi tasavvurundaki ideal kadından izleri Doğu Karadeniz kadınında görür. Çünkü Necip Fazıl’ın çeşitli eserlerinde konu ile alâkalı olarak ele aldığı kadın, bir ruh imajı olarak Deniz hikayesine de yansır.

Necip Fazıl’ın “Karadeniz sahil köylerinden birinde” diye başladığı bu hikâyedeki Doğu Karadeniz kadını, aslında halen Of’un veya Çaykara’nın veya Sürmene’nin, Vakfıkebir’in, Maçka’nın veya Tonya’nın bilmem hangi köyünde son örnekleriyle yaşayan Ayşe’dir, Reyhan’dır, Havva’dır, Hanife’dir, Şehriye’dir, Huriye’dir... Kitabımızın konusuna uygun bir ad koyalım: Fadime’dir..

Fadime... Doğu Karadeniz’in sembol kadını..

Edebiyatımızın önemli ismi Necip Fazıl’ı bile derinden etkileyen Doğu Karadeniz Kadının “ruh asilliği”nin kökünü (gene Necip Fazıl’ın deyimiyle) “derin ve ince Fatıma”da bulduğunu söyleyebiliriz.

Fadime adının tüm Doğu Karadeniz kadınlığının sembol ismi olarak öne çıkması oldukça anlamlıdır. Sıradan bir isimlendirme değildir Fadime. Bugün doğu karadenizde birçok klâsik ismin artık çocuklara konulmamasının yanında Fatma/Fadime ismi konulmakta, bu gelenek sürdürülmektedir. Bilindiği gibi, Fadime, Peygamberimizin sevgili kızı Fatıma’nın Karadeniz ağzında söyleniş biçimidir. O ki, Necip Fazıl’ın deyimiyle “Derin ve İnce Fâtıma”. “Fatm” Arapça’da kesmek manasına… Fâtıma; kendisi ve soyu cehennem ateşinden kesilmiş… Konumuz, etimoloji olmadığı için burada sadece tanımla yetiniyoruz. Doğu Karadeniz kadınlığının Fadime ismiyle öne çıkışı böyle bir derinlik ve inceliğin yansıması mıdır? Bilemiyorum, ancak bundan önemli derecede pay sahibi olduğu şüphesizdir. Veya Fadime adının bugün bile oldukça yaygın bir şekilde konulmasının sebebi acaba peygamber ve ehl-i beyt[5] sevgi ve saygısının derin ve ince saygının bir ifadesi midir? Şüphesiz...

Fadime; doğu karadenizde eski deyimle “ismiyle müsemma”[6] bir kadınlık örneği olarak yaşamını sürdürmektedir.

Konuyu isme bağlı etimolojik alanda yaygınlaştırmadan, Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un/Of’un/Çayka-ra’nın/Sürmene’nin/Vakfıkebir’in/Tonya’nın, vs. bir orman köyünde yaşayan Fadime’sini aktüel kesitler halinde anlamaya, anlamlandırmaya çalışalım.

Trabzon’un iç kısmındaki köylere bugün yol ve elektrik ulaşsa da coğrafî özelliğinden dolayı hayat şartları büyük ölçüde gene insan emeğine bağlıdır. Bu coğrafyada yaşayanların aşağıda anlatacağım kesitler halinde bizzat yaşadıklarını anlattıkları olaylara baktığımızda; 1930’lu yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanan 70 yıllık bir süreçte Doğu Karadeniz/Trabzon kadınının yüklendiği görevlerin ağırlığında pek bir değişikliğin olmadığı görülecektir. O; dün olduğu gibi bugün de, belki yarın da bu meşakkatli hayatı hiçbir şikayette bulunmadan, mistik bir eda içerisinde yaşamakta/yaşayacaktır.

Tıpkı Çin İmparatorunun Çin alfabesiyle ilgili “siz bu harfleri insanlarınıza nasıl öğretiyorsunuz?” sorusuna verdiği “benim halkım bu harfleri öğrenirken sabrı öğreniyor!” cevapta olduğu gibi Doğu Karadeniz’in coğrafi tabiatı, oldukça sert ve haşin şartları aslında Doğu Karadeniz insanına tahammülü, sabrı telkin eder. İnsanın ruh yatağında gizli sabırsızlığı, tahammülsüzlüğü kontrol altına almasını sağlar. İşte bu muhteşem tahammülü, müheykel (heykelleşmiş) sabrı Doğu Karadeniz kadınında görüyoruz. Bir diğer ifadeyle coğrafî şartlar Doğu Karadeniz erkeğine asabi, sert ve keskin yansımasına karşılık; Doğu Karadeniz kadınına bu şartlar sabır, munislik, mahcubiyet ve şefkat olarak yansır. Yani her iki yansıyış biçiminde de birbirinin simetriği halinde şartlarıyla bütünleşmiş Doğu Karadeniz insanı vardır.

“Toplayın eşyamı işim acele” mısrasını yazan Necip Fazıl gibi bir fikir ve şiir sabırsızını bile teskin edecek ve kendisini bu yönüyle sevdirecek[7] bir coğrafyaya sahiptir Doğu Karadeniz. İşte bu coğrafyanın emekçisidir, ustasıdır, terbiye edicisidir, Doğu Karadeniz kadını.. Coğrafyasından şikayet etmez, onunla savaşmaz, onu işlenmesi gereken, yaratıcının bir emaneti, bereket vesilesi görür ve şartların gereğini yapar.

Temel’in rasyonel bir espri malzemesi olmasının çok ötesinde Fadime; yaşayan, muhkem bir gerçekliktir. Öyle bir gerçeklik ki; doğduğu andan itibaren Doğu Karadeniz’deki günlük hayatın zor şartlarına intibak etme, o şartlarla mücadelesi başlar. “Doğduğu andan itibaren..” , çünkü anası erkenden ahırdaki sığırların bakımını yapmak, sonra da mevsim ihtiyaçlarına göre tarlada çalışmak üzere evden çıkmadan önce, O’nu emzirip beşiğe sıkı sıkıya sarıp-sarmalayıp, acıkıp ağladığında, beşiğin üzerinde ince bir bezin içerisine koyup ağzına doğru sarkıttığı kesme şekeri emmeye başlamasıyla, hayata adım atar. Anası da aynı süreçten geçmiştir, babaannesi de. Annesi, tarladaki çalışmaya “nemaz arasi” verip, biraz dinlenmek ve bu arada öğle yemeğini hem hazırlamak hem de evin ihtiyaçlarını karşılamak üzere eve geldiğinde günün ikinci doğal gıda ihtiyacını karşılar. Kendisi de evin sosyal ve ekonomik hayatına bizzat katkı yapana kadar bu beşik ve eviçi hayatı mütemadiyen devam eder.

Buna yaşanan bir örnek verelim. Çaykara’nın Hopşera (Akdoğan) Köyünden E. Müftü Ali Kemal Saran anlatıyor:

“ Eskiden, çalışma hayatı genellikle kadınlara dayalıydı. Yapılan iş bölümüne göre, ot biçmek, odun kesip yarmak ve kürekle toprak doldurmak erkeklere, hayvanların hizmetini yapmak, tarlaları kazıp, belleyerek ekime hazır hale getirmek, yük taşımak ve geriye kalan bütün işler ise kadınlara has görevler idi. Hatta hanımıyla yürürken yük taşıyan erkeklerin kılıbıklıkla itham edilerek ayıplandığı da olurdu. Üstelik hiç kimsenin böyle bir ayıplı geleneği sorgulamadığını bu gün şaşkınlıkla düşünürüm. Kadınlar yukarıda saydığım işlerin yanı sıra, bütün ahır ile ilgili işleri ve çocuk bakımını üstlenmiş durumdaydılar. Fakat buna rağmen, kadınlardan bu durumdan şikayet edenine rastlamadım. Yöremizin cefakâr ve çilekeş kadınları bu durumu her zaman tevekkülle kabullenmişler ve bir ibadet aşkıyla evlerinin, bahçelerinin, mezirelerin işlerini yapar ve bitip tükenmek nedir bilmeyen bir azim ve hırsla ödevlerini yerine getirirlerdi.

Bu duruma rağmen, kadınlar her zaman kocalarına saygılı olurlardı. Öyle ki, köyümüzde ve civar köylerde aşırı karı-koca kavgalarının, aile içi cinayetlerin ve kıskançlık yüzünden yapılan kavgaların olduğuna şahit olmadım.”[8]

Gene Ali Kemal Saran, 1940’ların kıtlık yıllarında babasını kaybetmiş (1941) yetim bir çocuk olarak annesi’nin ihtimamına ilişkin şunları anlatıyor:

“Annem bizleri 1940’ların kıtlık yıllarında büyütürken, büyük sıkıntılar çekmişti. O zamanlar şekerin kilosu karaborsa olarak ancak 25-30 kuruşa alınabiliyordu. Gaz, tuz, şeker, kaput bezi ve elbiselik kadın kumaşları ancak Sümerbank’tan ve karne karşılığı satın alınabilirdi. Buna rağmen, rahmetli annem kendi deyimi ile can-i haktan çalıştığı için ve herkes onu yevmiyeci olarak tutmak istediğinden hiç boş kalmıyor ve kazandığı ile bizi geçindirmeye çalışıyordu. Tabi ki bu arada 10-13 yaşlarında olan ablalarımın da ona yardım ettikleri olurdu. O sıralarda köyümüzde ihtiyaç karnesi vermeye memur olan kişi koşumuz olduğundan, en azından temel maddeler için ondan yeteri kadar karne alabiliyorduk. Genellikle tarla işlerinde annemi yevmiyeci tutan komşumuz, sonradan da öğretmenim olan Selim Yavuz’un ilgi ve yardımlarını annem dâima takdirle anardı. Halk Partisi döneminin en zor ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamanlarında bile annemiz bizi hiç aç bırakmamıştı. Akşamları bazen yemek yerine, ekmeksiz olarak çorba içer, ekmeğin yerine annemin bize verdiği birer meşrebe[9] fındıkla yetinir ve erkenden yatağa girerdik. O günlerde, benden birkaç yaş küçük olan ve sonradan ölen kız kardeşim Gülendam’ın: “ Anne bana büyük komat [10] ver !” diye yalvardığını duyar gibi olurum.”

Devam ediyor A. Kemal Saran:

“...Çocukluk günlerinde çoğu kez yalın-ayak gezer, bazen de sığır derisinden kestiğimiz çarıkları giyerdik. Üstümüzde para ile alacak elbisemiz olmadığından, genellikle rahmetli Annemin tarlada ektiği kendirden dövüp eğirerek el tezgâhında dokuduğu ketan bezinden elbise ve iş donu diker ve giyerdik. Rahmetli annem çok süratle dokur, elleri arasında gidip gelen makoçları [11] sayamazdık. Hâlâ o el tezgahının tarak cızırtıları kulaklarımdadır. Dokunan ketan kumaşları dola denilen bir sepet içine yerleştirilen torbaya konur, kazanda kaynatılan kül suyu defalarca üzerlerine dökülerek yıkanıp beyaz bir hale getirilir ve ondan don-gömlek ve iç çamaşırı dikilirdi. Rahmetli annemin bana diktiği, sağ ve sol paçalarının yan taraflarında dikey olarak kalın ve kırmızı çizgi ile süslediği pantolon türü iş donu ile arkadaşlarıma caka satardım. O pantolon benim çocukluğumda giyindiğim en güzel pantolon olmuştu. Kısacası rahmetli annemin sayesinde hemen hemen yetimlik çekmedim. Çünkü o benim hem annem hem de babamdı”[12]

Doğu Karadeniz kadınının çektiklerine canlı şahidin kaleminden bu satırlar oldukça anlamlıdır.

Günlük hayatın bütün yükü büyük ölçüde kadının omuzlarındadır. Ancak bu yük hiçbir zaman bir sitem sebebi, şikâyet sebebi olmaz. Çünkü çetin Karadeniz şartlarında yaşamanın/varoluşun gereğidir bu. Kıtlık seneleri olarak bilinen yıllarda[13] çekilen sıkıntılar, dertler, meşakkatlerde en ağır pay Fadime’nin üzerindedir. O yıllarda 15-20 sepeti sırtına alıp grup halinde komşu köyleri dolaşarak sepet verip mısır almaya çıkılır, hatta oldukça uzak olan Bayburt’a kadar yaya gidip sepet karşılığı buğday alındığını halâ anlatanlar vardır.[14]

Dertleri, sevinçleri türkülere döken Doğu Karadeniz insanının bu konuda da bir dörtlüğü vardır:

Visir sepetçileri
Sepet satar Paçan’a
Sepet para etmeyi
Külfet vurdi on çana

İşte bu külfetin yükü büyük oranda Fadime’nin sırtındadır.

Genç bir kız iken, Of’un o yüksek köylerinden biri olan Visi r(Gülen)’den Of/Eskipazar’a hamsi almaya gidişlerini Fadime Düzenli (Hemdi’nun Fadime 1925-2005) gençliğinde Of’a Hamsi almaya gidişlerini anlatıyor:

“Ey gidi Kışun Of’a kelurduk. Of’a hapsi pulamazduk da çikarduk Eskipazara. Ordan alurduk. 4 kofa pi kişi tutardi. Sepet ederdiler. Herkes sepetini hazirlardi. Ne havesluklân. Sepetlere, ikerlerine, altlarina haboyle puraya kadar tikerduk puzak postlari, uzerumuze vurmasunler teyine. Tikerduk olari. Hapsilari çiğ tökerduk sepete. Sepetun altina tamlardi tamlardi da o postlar tolardi. Yanlarduk, poşaturduk kene koparduk, yururduk. Alurduk kene yurume, yorilmiş köye kelurduk. Olar kulis olacak..Yiri olmazdiler. Kulis ederduk, yikarduk, sularini çikarurduk, korduk olari pi kufisaya, oraya pi kün pi kice sizerdiler. Ondan sora eyicesine tuzlarduk olari, pi yere pastururduk, taha pişe olmazdi olara. Ne tatli olurdiler. Keremite yaparduk. Tiklerduk olari ateşe karşu, olar kızarurdi, kızarurdi, kızarurdi... Sora da yerduk olari. Olara tat varidi.. Şindi habu hapsilardan pen pişe anlamam..”[15]

Gece yarısı evden çıkıp Of’a doğru patika yollardan kilometrelerce yolu yaya olarak yürüyüp aynı gün tekrar geri dönen Fadime’lerin çektiklerini düşünebiliyor musunuz[16]?

Hayvanların otlak ihtiyacının, evin yağ-peynir-süt ihtiyacının karşılanması için daha uygun ve verimli olan, yılın 4 ayının geçirildiği yaylaya gidiş ve dönüş de meşakkatlidir ama bir o kadar da zevklidir. Karadeniz kadını o meşakkat içerisinde kendi moralini de kendisi üretir. Fatma Düzenli anlatıyor :

“Sabaha iki, uç sahat kalarak koparduk köyden. Yurume kiderduk. Obamuz var idi pizum da. Kaynanam tururdi oraya. Akşama yakin Yaylaya kiderduk. Ne havesluklan kiderduk. Yukler arkamuza, sepetum ağır. İnekler oğumuze. Haykıra haykıra, türki teye teye. Pitun kari kuri. İnekleri pirleştururduk. Karilar oğinden, erkekler olarun peşine. Kiderduk Körneğe, Sultan Murata, Lemon Suyina. Eskiden oyle pi konak eterduk oraya. Erkişiler karilari alu yedururdiler. Şindi oyle pişe yok. Ama ne furtunalar da ederdi. Oyle furtunalar olurdi ki, halaz yağardi. Vururdi yuzumuze, siğirlarun yuzine. Pazen çanumuzi zor kurtarurduk. Yayladan tönişte da kar furtunalari olurdi. Furtunaya yakalanan zor kurtulurdi..”[17].

Bütün ev halkı ve hayvanlarla birlikte yılda üç kez yaşama/barınma mekânlarını değiştirmek/göçmek de Doğu Karadeniz insanının yaşamının bir gereğidir. Bu zaman dilimlerinin altı ayı köyde (Kasım-Aralık-Ocak-Şubat-Mart-Nisan) İki ayı (Eylül-Ekim) mezerede,Dört ayı da (Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos) yaylada geçer.

Yayla hayatı onun için köyünün vadiler arasına sıkışan coğrafyasından oldukça yukarda yemyeşil düzlükler ve masmavi gökyüzü arasında (yoğun çalışmaya devam etse de) birikmiş elektriğini vereceği, yorgunluğunu atacağı bir özlemdir. Kimileri için yayla zamanı ontolojik bir tutkudur:

Ayşe Öztürk (75) bu özlemi anlatıyor[18]:

“...Ben kız idum. Yaylaya kideyiruk. Köyden kalkduk, yaylaya kadar yurume, yukler arkamuza, neşeli kideyiruk. Ey kidi, piraz yorilurduk ama neşe var idi. Şindi hiçbişey yok. Şindi hacan yaylalar vurur akluma ağlarum. Şindi teyirum, senede pi sefer kiderum. Pen yaylaya toğdum, yaylaya peyudum. Evlenene kadar yaylaci idum. Çok merak ederum şindi. Yaylalar vurdi mi akluma kideceğum. Ne bileyim... “

Peki ya yayladan dönüş? O da meşakkati içerisinde ayrı bir neşeli yolculuktu.

Havva Düzenli anlatıyor[19]:

“Yaylaya Mayıs’ta çikarduk. Eniş da kış paşlarkân. Eylül’de. Kar paşladi mi yağmağa, enilecek ordan. O zaman yaylim da olmayi. Payirlar kuruyi. Oluyi yanmiş. O zaman yaylanun manasi kalmayi. Enerken da kene sabah ezani karanluk, siğirlar oğumuze çikarduk yola. Yol pitecek. Sabahtan akşama kadar yurumeklan yol piter. Piraz da tez kirersan yola tez kidersun. Lüküsleri yakarduk, karanluk çikarduk. Lazim olan eşyalari sirtlara aluyiduk, yağlari, peynirleri. O zaman araba yoli hiç yoğidi. Bi kaç tane ati olan, eşeği olan varidi. Pazilari kiralan verurlerdi olara. Siğirlari sure sure kelurduk mezerelere. Konaklarduk. Mezerelere taşinurdik. Mezerelere da aşaği yokari 2-3 ay kalurduk. Burda da çayirlari keserduk. Yaylimlar olurdi. Siğlar otlardi, olari da pittururdi. Kış tam pasturacaği zaman toğri köye tönerduk...”


Köyden yaylaya, yayladan mezereye, mezereden de tekrar köye taşınma, hayat devam ettiği sürece tekrarlanan eden bir deverandır. Köyde olduğu gibi yaylada ve mezerelerde de hayatın yükü gene kadının omzundadır. Çayır kesmek, hayvanların bakımını yapmak ve otlatmak, ev işleri, yağ-peynir yapmak, çocukların bakımı gibi temel görevler onun asla devredilemez, ertelenemez görevleridir.

Bu meşakkatli, cefa ile dolu hayat; Doğu Karadeniz’in yemyeşil vadilerinin yükseklerinde yaşanan öyle bir hayattır ki;

§ Çocuklukta babası gurbettedir,
§ Evlenir, gelin olur kocası gurbettedir,
§ Ana olur oğlu gurbettedir,
§ Nine olur torunu gurbettedir.

Böylece Fadime’nin hayatı tam bir gurbet hayatıdır. Gurbet onun için hayatın tabii bir parçasıdır, uzantısıdır, kaskatı/doğal bir gerçeğidir, gereğidir. Babası, kocası, oğlu, torunu fiilen gurbettedir ama onun yüreği devamlı gurbet yangınıyla doludur. Bu yangın ömür boyu devam eder fakat asla dile dökülmez, yakınma halini almaz, şikâyetçi olmaz. O; tevekkül sahibidir, bu yaşamı kaderinin bir gereğidir. Kader O’nun dilinde “yazi”dur. Bu kader öyle bir kaderdir ki, asla şartlara mahkûm olma değil, “Allah hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez!” ölçüsüne tam bir imanın gereği yaşanan hayattır.. Yani şartlar karşısında çaresizlikten kaynaklanan bir teslimiyet duygusu değil, ‘böyle yaşanması gerektiği için” yaşanan bir hayattır O’nun yaşadığı...

Yaylanun çumenine
Yaydum kuzilarumi
Allah’um boyle yazdi
Kara yazilarumi

Doğu Karadeniz’de doğan çocukların doğumlarından ölümlerine kadar

Bazıları sülâlelerine (Ayazun’un Hemit, Ayazun Huseyin Molameroğun Ferşat),
Bazıları babalarına (Hemdi’nun Osman, Mola Şabanun Husni, Yunus’un Şaban),
Bazıları dedelerine (Hacişerif’un Yusuf),

Nisbet edilerek tanımlanırken büyük çoğunluğu, doğum esnasında babası gurbette olduğu için, devamlı anasının yanında olmasından dolayı anasına nisbet edilerek tanımlanır, anılır. Huriye’nun Fadime, Ayşe’nun Osman, Heva’nun Salih... Burada sadece Doğu Karadenize özgü önemli bir yerel gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeklikten de anlaşılıyor ki; Doğu Karadeniz kadını aslında ev sahibidir, misafir olan evin erkişisidir.

İlginç değil mi? Ülkemizde ismi, anasına nisbet edilerek telaffuz edilen başka bir yöre var mı bilemiyorum. Bu Karadeniz’e özgü bir antropolojik/sosyolojik vakıa olsa gerek.

Evinin direği olan kocası gurbetteyken kocasına karşı sebatında, saygısında, vefasında, sevdasında asla değişme olmaz, yabancılaşma olmaz. Terkedilmişlik duygusuna kapılmaz. Aksine vefası, sebatı, sevdası daha da derinleşir, alevlenir ama asla bu alev dışa yansımaz. O; sırrına, sevdasına, vefasına yüreğini mahfaza yapmıştır. Bu üç mücevhere yüreğini kutu yapmıştır. Nasıl ki en kıymetli kadınlık malzemelerini, gelinlik eşyalarını, cehizlerini (çeyizlerini) o kestane kokulu sandığında muhafaza etmektedir; sevdasını da, vefasını da, cefasını da kalbinde muhafaza etmektedir.

Bu, kadınlığın da ötesinde müthiş bir insanî derinliktir. Tıpkı Fadime isminin kaynağı Hz. Fatıma gibi derin ve ince bir kadın şahsiyet..Çok mu mübalâğalı anlatıyoruz veya abartıyoruz Doğu Karadeniz’in kadınını? Veya Fadime’sini? Sanmıyorum. O, acılarını da sevinçlerini de içinde derinleştirdiği, dışına vurmadığı bir kadınlık sembolüdür.

Zaman zaman yazılı ve görsel medyada veya yayınlarda Doğu Karadeniz Kadınının yaşam koşulları ile ilgili bazı yanlış gözlem ve tesbitler; onun yaşadığı gerçekliği tanımamadan kaynaklanan saptırmalarla doludur. “Karadeniz kadını baskı altında”, “Karadeniz erkeği çalışmadığı için bütün yük kadının sırtındadır.”, “Erkek kahvede kadın tarlada çalışıyor”, “Yazık Karadeniz kadınına” gibi peşin önyargılar Doğu Karadeniz kadınının gerçekleriyle örtüşmemektedir. Çünkü Doğu Karadeniz erkeğinin “kahvehane hayatı” diye bir olgu yoktur. Karadeniz kadınının kocası gurbettedir, işindedir. Gurbette olmadığı zamanlarda da yanındadır, yardımcısıdır. Köye yol ve elektriğin henüz girmediği zamanlarda O eğer gurbette değilse, köyde erkeğe mahsus işlerle uğraşmaktadır. Ya odun kömürü imalatıyla, ya kiremit ocağında kiremit imalatıyla, ya sepet yapımıyla, ya kerendi elinde çayır biçerek, evin ihtiyaçlarının karşılanması veya meyva ağaçlarını aşılayarak yahut da tarlaları belleyerek tam gün çalışmaktadır. Bu çalışma hayatı Doğu Karadeniz’de hayatın kadın ve erkek tarafından paylaşılmış işbölümünü yansıtmaktadır.

Bu konuda Karadeniz’in yaşam biçiminden kaynaklanan bu karakteristiğe ilişkin bir fıkra oldukça anlamlıdır:
“Kaymakam köye gelir. Omzunda bir odun parçasıyla yolda rahat adımlarla yürüyen erkek, peşinde sırtındaki çayır yüküyle hanımı, iki büklüm yürümektedir. Kaymakam erkeğe yaklaşarak sorar: ‘Hiç yakışıyor mu sana? Hanımın ağır yük altında ezilirken sen rahat rahat yürüyorsun’. Bunu duyan hanımı kocasının önüne geçerek Kaymakama şu cevabı verir: ‘Kaymakam Bey! Erkek deduğun uzerinde silahtan başka ağirluk (yük )taşimaz.”

Doğu Karadeniz insanına ilişkin üretilen fıkraların birçoğu kurgu da olsa, önemli bir bölümü yaşanan hayatın içerisinden alınmış kesitlerden oluşur. Asla ironik bir saptırmaya müsait olmayan bu hayattan alınan kesitler/karelerden öyleleri vardır ki; hafıza, zekâ ve kavrayışta muhataplarını şok edecek bir orijinalliğe/gerçekliğe sahiptir. İşte bu tesbitimize ilişkin iki örnek:

“Televizyon ekibi bir program yapımı için Trabzon’un yüksek iç kesimlerinde bir köye giderler. Mevsim yoğun bir iş temposunun yaşandığı aylardır. Tarlada kadınlar çalışmaktadır. Kameraman tarlada çalışan, ter içerisindeki kadına yaklaşır ve spiker mikrofonu uzatıp sorar:

- Siz burada çalışırken kocalarınız kahvede, orada burada oturuyor. Siz bu halden şikayetçi değil misiniz? Niçin onlar size yardım etmiyor. Bu durum size haksızlık değil mi?”

Tarlada çalışan kadın bir eliyle kazmasına dayanıp diğer elini beline koyarak cevap verir:

- Sen ne deyisun. Ben oğa bakmağa kıyamayirum. Sen iş yapturacasun oğa oyle mi? Ya kit ordan !”

Şu gözlem de Doğu Karadeniz kadınının günlük hayat şartlarındaki gerçekliği yansıtıyor:

Hazırlanacak bir programın çekimleri için Trabzon’un iç kısımdaki köylerinden birisine Televizyon ekibi gider. Sunucu, yolda, sırtında oldukça ağır bir çayır yükü altında beli iki büklüm, sağa sola dökülerek yürüyen yaşlı kadına yaklaşıp sorar:

- Anacığım nedir senin bu halin ?”

TV’cinin sorusuna hayret eden yaşlı kadın bu soruya şöyle cevap verir:

- Çok şükür rebbume, ne var haluma?[20]

İşte, Karadeniz kadınını gerçek haliyle günlük hayatta resmeden bu iki örnek sabır, tahammül, kendinden eminlik, halinden şikâyet etmeyici doğallığını ortaya koymaktadır.

İslâmî Duyarlılık ve Tarihi Hafıza

Doğu Karadeniz kadını, çileli, meşakkatli hayatı içerisinde asla İslâmî vecibelerini/ibadetlerini/görevlerini terk etmez, ertelemez. Bu ibadetlerine ilişkin oldukça ayrıntılı bilgi birikimi/donanımına da sahiptir. Hatta O’nun günlük hayatı nemaz vakitlerine ayarlıdır desek abartmamış oluruz. Çalışmaya başlama zamanı, dinlenme zamanı, yemek zamanı hep ezana ve nemaz vakitlerine endekslidir. Sabah ezanıyla başlar onun günlük hayatı, Öğle ezanıyla dinlenme, namaz ve yemek, İkindi ezanıyla gene namaz ve dinlenme arası, Akşam ezanıyla dış işlerden eve dönüş ve Yatsı ezanından sonra da evin (önceleri forotiko dokuma ve mevsimin özelliğine göre kice irğatluklari) diğer ihtiyaçları, çocuklarının bakımı, vs… Bu hayat mütemadiyen böylece devam eder.

Hüsnü Kılıç’ın çocukluk yıllarında yaşadığı, dedesinin annesiyle kendisi arasında geçen şu hadise ümmî bir Doğu Karadeniz kadınının bile nasıl bir İslâmi duyarlılığa, derinliğe, bilgiye ve aidiyete sahip olduğunu ortaya koyuyor:

“Ben hafızlığımı Karadeniz’de yaptım.Ondan sonra da bir süre Arapça okuduğum dönemlerde köye (Çaykara/Holo/Arşala) gidip gelirdim.

Dedemin annesi... Holo/Arşala’dan.. Lakabı Vayvayina. Sürekli dünyevî yakınmalar şeklinde “vaaay, vaaay, vaaay” diye çok fazla sayıkladığı için kendisine lakap olarak vayvayina derlerdi.

O zaman sağ. Yakın zamanda, yüz küsür yaşında vefat etti. Sürekli olarak Muhammediyye okuyan, Mızraklı İlmihal takip eden, Altıparmak Peygamberler tarihi okuyan bir kadıncağızdı. Kur’an-ı Kerim için de sürekli “Kelam-ı Kadim, Kelam-ı Kadim” derdi. ‘Kelam-ı kadimi bugün okudum, bugün okumadım’ şeklinde sürekli ifadeleri böyleydi. Hakikaten “kadın erenler” tipinde bir veliye gibi masum birisiydi. Bana da çok itibar ederdi. Hafız olmuş olmam onun için yeterdi. Hocalık nedir pek ondan anlamaz ama hafızlık çok kıymetlidir, çok da saygı duyar. Ve hafıza hizmet etmeyi de ibadet sayardı. Bir gün bana “E Hafus, pişey teyeceğum sağa. Pen çahilum pilmem, sen okumişsun, hocasun. Pizum puraya su yok. ( O zaman evlerin içerisinde su yoktu.) Kideyiruk irmağa da irmaktan (ellerumi eyice yikarum da) habu avuçlarumlan alurum suyi koyarum, toldururum kafekaya da alur kedururum oni eve. Hacan abdes alacağum, kafakadan abdes alurum. Tuşunurum habu su mâ-i mustağmel[21] hukmine midur? Teyemedum oni kimseye, şindi sen pilûrsun. Nedur pu, ma-i mustağmel hukmine olur mi?”

Sorduğu soru bu. Ben, o zamanlarda ma-i müstamelin ne olduğu konusunda bile henüz bir bilgi sahibi değildim. Bizim okuma yazma bilmeyen ümmi kadınımızın bile bilgi, derinlik seviyesi bu. İslamî duyarlılığı, hassasiyeti, bağlılığı bu. Tabii kadıncağız Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle Şeflik dönemlerinin o dipçikli tasfiye sürecinde kelam-u kadim diye sahiplendiği, ihtiramla bağlandığı, beslendiği Kur’an-ı Kerim’in hıfzıyla alakalı bütün ömrünü vakfetmiş bir kadındı. O kadar dış dünya ile alâkasızdı ki ve yabancılaşma aracı gördüğü şeylere o kadar red tavrı içinde idi ki örneğin arabaya makina derdi ve arabaya binmezdi. Kur’an-ı Kerim’i (Kelam-ı Kadimi), Karadeniz’de yaprakları toplayıp yığdıkları seyrek çakılmış tahtalardan ibaret, (bazı köylerde kaveya denilen) ahşap kulübelerin/ambarın aralıklardan sızan ışığın aydınlığında okumaya çalışırdı. ”[22]

Doğu Karadeniz kadınının İslâmi hassasiyet, tarihî hafıza ve siyasal bilincini ortaya koyan aşağıdaki olay da oldukça enteresandır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı, vurgu yaptığı CHP’li Trabzon milletvekili adayının yaşadığı olay:


“Diyanet-Sen yönetimi, bir süre önce yeni binasına taşınan CHP’ye ‘hayırlı olsun’ ziyaretine gitti. Sendikanın Genel Başkanı Ahmet Yıldız ve Yönetim Kurulu üyelerinin ziyareti basına kapalı gerçekleşti. Alınan bilgilere göre, sıcak bir atmosferde geçen görüşme esprilerle süslendi. Partisinin ‘dine mesafeli’ eleştirileriyle haksızlığa uğradığını anlatan CHP lideri Deniz Baykal, bunu yaşanmış, ‘fıkra’ gibi’ bir olayla destekledi.

Baykal, Trabzon’da geçen hadiseyi şöyle aktardı: “3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde milletvekili adayımız bir hanımın su kabını taşımak ister. O da memnuniyetle kabul eder. Konuşurken arkadaşımızın CHP’li olduğunu öğrenen kadın, ‘Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!’ diye feryat eder. Ardından kovayı alarak suyu boşaltır.” Baykal, ‘maalesef böyle’ diyerek...”

Salondakileri güldüren ve Baykal’ın kısaca naklettiği olay halk arasında şöyle anlatılıyor: “Milletvekili adayları, il ve ilçe yöneticileri ile bölgeyi dolaşırken yolları bir köye düşer. Köyün girişinde elinde güçlükle taşıdığı su kaplarıyla ağır aksak yürümeye çalışan yaşlı bir kadına rastlarlar. Selam ve hatır konuşmalarından sonra ‘yardım olsun diye’ kadının kaplarını alırlar. Bir süre yürüdükten sonra kadın, ‘Siz kimsiniz?’ diye sorar. Parti yöneticisi, milletvekili adayını göstererek ‘Oy verip seçerseniz şu arkadaş Ankara’da sizin sesiniz olacak, milletvekiliniz olacak.’ der. Kadın, sesini yükselterek merakla sorar: Hangi partidensiniz? ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ cevabını alınca birden irkilir ve hışımla milletvekili adayının taşıdığı su kabını alır. Ardından feryadı basar: “Eyvah o benim abdest suyumdu, şimdi ne yapacağım!”[23]

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın anlattığı bu olay, Doğu Karadeniz’de yaşı 70’in üzerinde olanların rahatlıkla hatırladığı hatta yaşadığı 1940’larda İsmet Paşa devri denilen CHP’nin Tek Parti-Şef’lik döneminde yasaklanan Kur’an eğitimi ve öğretiminin, aradan 70 yıl geçse de Doğu Karadeniz insanında bıraktığı derin izlerin halâ unutulmadığını, tarihî hafızanın Karadeniz kadınında ne kadar güçlü olduğunu da ortaya koyuyor.


Türkülerde Yaşayan Acılar

“Yanmiş yureklerum var!”

Türküler, Doğu Karadeniz insanının hayatını manalı bir öz halinde döktüğü bir söz atlasıdır/harmanıdır. Bu harmanda Fadime’nin de sevinçleri olduğu gibi dertleri de (derîn elemlerini sadece yüreğiyle paylaşır) içli, hüzünlü türkilerde yer alır. Dili kalbine ne kadar tercüman olabilirse hüzünlerini de o oranda dile döker.

Atun peni ateşe
Çayir çayir yanayim
Bu kadar acilara
Pen nasi tayanayim.

Bu dertlerin, daha doğrusu dertlerin hasrete dönüştüğü melâl yüklü mısralarda Fadime öncelikle gurbeti terennüm eder.

Küzel çicek açarsun
E karaymiş ağaci
Elûm bilürum hakdur
Lâkin kurbet çok aci

Kurbet hasretluğilân
Keçer benum künlerum
Yarumun hasretilân
Hem ağlar, hem inlerum

Otur e yarum otur
Odun iskemlisine
Yureğumun derdini
Teyemem hepisine

Gurbetin bir de Alamanyası vardır ki ona can dayanmaz; ancak Fadime’nin tahammülü kaldırabilir onu. 1960’lı yıllarda bütün Anadolu’da başlayan Alamanya gurbeti Doğu Karadeniz’de de yoğun olarak yaşanır. Bu Alamanya gurbeti diğer gurbetlerden daha elemlidir. Doğu Karadeniz insanı onu da mısralara/türkilere döker:

Almanya kemileri
Pir ileri pir keri
Körolsun Alamanya
Ağlatti kelinleri

Evet…. Fadime hüzünlüdür, gözü yaşlıdır ama kimse göremez, hissedemez ağlamasını… Kimbilir, nice sabahı bir türlü gelmez gecelerde içine akıttığı gözyaşları mıdır onu adeta çelikten bir tahammül kadını yapan ? Su verildikçe çelikleşen bir demir gibi, gözyaşıyla çelikleşen bir irade ve tahammül...

Söylediği türkülere tüm acılarını yüklediği gibi, Seferpirluk denilen birinci dünya savaşı yıllarında askere gidip yıllarca dönmeyen, en acısı da hayatı ve mematı meçhul [24] olan babasına, kocasına, amcasına, dayısına, hatta tüm gidenlere öyle bir türki-ağıt’ı vardır ki, yürek parçalar:

Karadeniz ustine,
Urusun kemileri
Sevkettun uşaklari,
Ağlattun kelinleri.

Maddî hayat şartları onun için aşılamayacak, üstesinden gelinemeyecek meseleler değildir. Ancak; kocasını, babasını, evlâtlarını, yakınlarını kaybetmenin verdiği yalnızlık ve yurek yangunlarinın onu hayata küstürdüğü de olur[25]:

Karadeniz ustine
Kördun mi yapilari
Ne anam var ne bobam
Kitledum kapilari!

Fadime’nin türkileri neşe, eğlence kaynaklı değil, hasret kaynaklıdır. Of-Çaykara dilinde hasretin bir karşılığı da meraktır.

Elûrsam mezarumi
Yolun ustine kazun
Maşatumun ustine
Meraktan eldi yazun.

İfteri keseceğum
Kuruyiler kuraktan
Penum türki temeğum
Meraktandur meraktan.

Çocukları için herşeyi göze alır. Hatta, evinin direği hayat yoldaşı kocasının üzerine kuma keturmesine bile razı olur. Ancak bu konuda öyle yurek yanguni vardır ki onu dil-kelimeler ne kadar anlatabilir ki?

İşte yaşanan bir olay:

Evli ve çoluk-çocuk sahibi Bayburt’ta da arazisi olan Ahmet Usta Bayburt’ta İspir’li bir ailenin kızını beğenir ve orada evlenir. Evlenmesinin köyde duyulması üzerine köydeki hanımı hadiseyi köyün eyi testan tüzen kadınlarından birisine anlatır. Acı ve sitem dolu türki/testan şöyledir[26]:

“Ey gidi Ahmet Usta, Nasi ayrilduk nasi (nasıl)
Peş teğermen çevirur közlerumun tamlasi
Koptum da keluyidum, kırk sahat var arasi,
Kene vardum tağlara, pulunmaz yer karasi.
Yakışurmiydi sağa, İspir’un farfarasi?
Pize da kelin yolla, rahat etsun purasi.
Orda ortin topraktan, keremittur purasi
Purda kalayli kazan, küveçten toldur tasi
Çok ah edeyi sağa, çecuklerun anasi.

Ey kidi Ahmet Usta, kar yağdi çikti tize
Poyle kara haberi nasi yollardun pize?
Kökten tuşse yuldurum, vursa siz ikinuze
Yekûn Payburt şeheri tükürdi yuzunuze.
Piz da evleneceğuk künahi kellenuze ”


İrğatluklar
“Forotiko işlerduk, tokurduk. Yetuşturemezduk, çalişurduk çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk.
Ey kidi.. Künuz tarlaya, kice da işlemeğe, tokumağa… Tola ederduk uç kûn uç kice. Sora hepisi kalkti..”

Doğu Karadeniz kadınının meşakkatli yaşamında irğatlukların ayrı bir önemi ve yeri vardır. Coğrafi şartların doğurduğu ve kendiliğinden, gönüllü bir köyiçi dayanışma ve yardımlaşma sistemi olan Irgatlık (İrğatluk); hiçbir karşılık beklenmeden toplu ve bedenî bir çalışmadır. İrğatluk, sadece kadınlara mahsustur.

Bir prototip olarak Çaykara/Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyündeki irğatluklardan örnek verelim:

İrğatluk çeşitleri şunlardır:

Toprak Taşıma İrğatluği: Köyün arazisinin oldukça dik olmasından dolayı tarlaların toprakları sürekli aşağıya doğru kayar. Toprağı tekrar tarlaya sermek gerekir. Bu iş oldukça zahmetli olduğundan irğatluk yapılır. Çalışma gece de sürer. Toprak sepetlerle taşınır. Bazen erkekler de yardım eder ve kürekleme yani sepete doldurma yapar, kadınlar sepeti sırtlarında taşıyıp tarlanın üst taraflarına sererler.

Odun İrğatluği: Mezerelerden ve Devor (Kasalak dağının en yüksek tepesi)’dan köye taşınması gereken odunlar için Odun İrğatluği düzenlenir. Odunları kadınlar sırtlarında taşırlar.

Kiremit taşıma irğatluği: Araba yollarının henüz köye ulaşmadığı zamanlarda, yeni yapılan evlerin çatısı için yapılan keremit irğatluği için Kondu’dan (Dernekpazarı) köye kiremit taşınırdı. Kadınların sırtlarında taşıdıkları kiremitler üstü örtülecek eve kadar çıkarılırdı.

Tarla Belleme ve kazma irğatluği: Tarlaların zamanında/mevsiminde bellenmesi ve kazılması için, tarlasını belleyip kazma işini yetiştiremeyeceğinden endişe edenler bu irğatluği yapar.

Ahpin (gübre) taşima irğatluği: Evin yanında biriken hayvan gübrelerini tarlaya sermek için yapılan irğatluktır.

Ağaç taşıma irğatluği: Ev yapanlara ormanlardan ağaç getirmek için yapılan irğatluktır.

Mısır soyma irğatluği: Mısırlar biçildikten sonra eve getirilir. Koçanından ayrılmak üzere yapılan irğatluklardandır.

Funduk çikarma irğatluği: Gece çalışılarak fındıkları futuşlarından (yeşil kabuklarından) çıkarmak için yapılan irğatluktır.

Yardıma ihtiyaç duyan hane sahibi komşuları İrğatluğa çağırır. Herkes irğatluğun şekline göre çapasını, sepetini, ipini, orağını veya ilgili aletlerini alır gider.

Dinlenme ve yemek aralarında birlikte türkü söylenir, horom edilir. Karşılıklı türkü atılır. İş bittikten sonra da horoma devam edilir.

İrğatluklarda söylenen türküler, yapılan horomların yaşam içerisinde ayrı bir tadı, yeri vardır.

Yemek ve nemaz zamanı geldiğinde topluluk halinde yemek yenir, münferiden nemaz kılınır.

Yaylalarda da irğatluk yapılır. Yayla irğatluklarının da yükü kadınların sırtındadır.

“…Yaylaya da irğatluk yapardiler, eskiden. Evun ortisi içun hartoma alacasun, taş taşiyacasun, ev yapacasun. Kedururdiler da hoş irğatluğa yemek vermezdiler. Sirtlan kideyi herşey. Kimse kimsenun evine yemezdi. Yayladur uzaktur. Acirdiler yedurmezdiler adami. Kiderdun Alisinoz’dan kedururdun oğa pi yuk hartoma kelurdun prakardun tönerdun ikeri. Keturenler acirdi ev sahibini. Oyle yardimlaşmalar varidi…”[27]


Bir Büyük Felâket: Seller Senesi

Of-Çaykara boğazında Seller Senesi olarak isimlendirilen ve “pen keller senesinde toğdum.. Seller senesine …. yaşina idum..” şeklinde tarih düşülen 1929 yılı ve destanlara konu olan Sel felâketinde de çekilenlerden büyük pay sahibidir Doğu Karadeniz/Trabzon kadını. İşte o günleri çocuk yaşlarda yaşayan, 75 yaşında müthiş bir hafıza ile hatırlayarak anlatan Fadime Düzenli’nin ağzından sel felâketi[28]:

“Seller senesine ben tört yaşina idum. Hoş hep bilurum olari. O karşiya Alûstanun evinun yarisi pizum idi. Oraya tururduk. Bobam da kurbete idi. Ağabeyum Hasanbey sekiz, ben tört yaşina idum. Ayşe da iki yaşina idi. Huseyin körpe, yeni toğmiş idi. Yağdi yağdi yağdi. Pi da içeri tururkân. Evun pu tarafi idi pizum. Oraya oyle tururkân ocaktan aşağa su furladi. O pizum tarlalardan aşağa, oyle içerden.. Eeey kidi anam! Ne yapacağum tedi. Peşuği haboyle.. İki tane peke varidiraya. O ara toldi su. Peşuği çikardi pekenun ustine kitti o yana Zekeriya’nun evine. Kitti oraya tedi: Ey kidi evumuz sele kideyi ne yapacağum? Keldi aldi peşuği keturdi oraya. Pen da işte hiç peşinden ayrilmayirum. Ağlayirum ağlayirum. O sellerlân peşine kezeyirum.

Tört yaşinayum. Hoş hep pilurum olari sanki peğun idiler. Anam işte oyle taşiyir oyana puyana çecukleri. Soradan millet hep o Karali’nun evine toplandi. Yekûn mahle. Korkayiruk tomar pi yere toplanacağuk. Kaç kün yağardi kaç kün. Oyle çok yiri yağmayi ama hiç turmadan kaç kün yağdi. Orda.. Mustafa tayim varidi. Maçka’ya İzet’un pobasi. Halamun kocasi idi. Hau Maklesolara idi evleri o zaman. Keldi pakacak anam ne oldi, ne yapayi. Keldi tedi: Ey kidi hane Huriye? Tedi: Huriye hep eşyasini çikardi. Keldi tuşeklerini verdi onun omuzina. Mustafa tayimun. Piz da keluyiruk Karalinun evinden o kabandan oraya çattuk oni. Ey kidi sanki şindi idi. Tört yaşina idum da. Tediğa: Ey kidi Mustafa. E Huriye sen hep eşyani taşidun he mi?.. Seller nasi keluyi ustinden aşağa. Ey kidi o Karalinun saranderine pakarum her keçerum ordan. O sellerun çamurlarindan var oraya. Sel ustinden aşağa keluyi vuruyi sarandere. Tedi: Yok Mustafa hiç pişe almadum, çecukleri sade keturdum tedi. Sel da keluyi ustinden aşağa. O yataklari sayi köreyirum… Töndi anamun pi sanduği varidi, peyuk sanduk. Ne puluyisa toplayi koyi o sanduğa. Edecek oni yuk da alukidecek oni. Çecuğun yemeğini pile sokti o sanduğa. Toldurdini da ettini yuk. Kaldurdi oni anam. O altina su vardu şindi. Haci’nun ordan akayi o ara. Hendek.

Eeey kidi o nasi keluyi ustinden aşağa. Keçilmez ordan. O sanduklan yanaşti oraya köya keçecek ordan. Mekere sel aldi kittini. Sanduk arkasina aldi kittini. O Mustafa tayimi. O tarla pitün sel oldi o habu Hacinun tarlasi, şindi orayadu. O orta yere hele uzdi kitti. Haboyle hiç tarla temesun oğa oyle pi çirkin pişe kideyi. Kan kideyi. Ey kidi tünya. Köreyiruk oni. Sanduk altina pazkeren. Kendi çikayi sanduğun ustine. Oyle kiderkan da omuzlarindan kene çikmadi sanduk. Haber verdiler.. Erkişiler hep hau Tursunpey’un evine idiler Haci Kuti’nun. Ordan yurudiler. Pasamayiler yerlere, tarlalara pasamayiler. Pakayiler. Pişe yaptiler o aşağa o kayanun toğrisina kesturdiler oni. Oraya pişe yaptiler aldiler oni. Sanduği da aldiler. Ama sanduğun kapaği yarildi. Piz çecuğuk işte. Çecuk akli. Kurdiler pize sofra oraya. Yeyiduk hep mahalle çecukleri. Ordan kedurdiler oni oraya. Kedurdiler oni hep çamur. Aldile yikadiler oni. Taha pişe alamaduk evden hiç.

Kittuk Hacalinun evine kedurdi pizi anam. Oraya pi parça verdu o puyanki tarafa peyuk pi armut varidiraya izumli armut. Ordan millet o pahçeden pakayiler nasi ev yikiluyi. Çokme çokti. O evumuz çokerkân habu halev da akti. Halev akmamiş idi. Şamatadan tünya yikiluyi. Eeey kidi millet ağlayi ağlayi ağlayi. Selevat veruyi. Ey kidi kimi suman kucaklarina çiktiler ustine kıranlara. Neyisa… Orda evumuz çokti. Herhali o akşam oraya yattuk, penepileyim. Sabahtan hava pira uydi da pi merakli küneş vurdi. Habu tağlara olur ya Oyle pi solkun küneş vurdi.

Eee evumuz çokti. Pobam kurbete. Ne yapacağuk. Habu Mavranli’nun evi anamun emicesinun evi iti. Enduk oraya. Endurdi pizi oraya anam. Oraya herhalda pi hafta turduk. Yol da yok kidecesun oraya. Yaya yollar da işlemeyi. Oyle ordan pudran, ordan purdan anam arkasina taşidi pizi Hacoğun Alinun evine. Orda pi hafta turduk. Pi hafta da Hacoğun Alinun evine turduk. Niçun da oyle kideyiruk penepileyim. Herhali saklamayiler mi pizi. Herkes oyledu çunki. Soradan keçtuk Hacoğun Huseyin’un evine oyana. Pobama da haber kitti, evun yikildi. Köye çecukler hep sele kitti. Oyle pobam ağlaya ağlaya uzak pi memleketlerden keluyi. Pobam, kelurkân hep terenun kıylarini pakardum tedi , çecuklerumden oyle çansuz pulacağum mi pi yere.

Yatayiruk pi akşamdan sora. Anam yatturdi çecukleri da. Pen yatmazdum penepileyim anamlan turacağidum. Piri keldi vurdi kapiya. Kapiyi kitti açtiler. Habu Tursunbey keldi pağirdi açun kapiyi. Meker pobam onilandu. Açti kapiyi keldi kirdi içeri pobam. Eyidi rahmetli. Ey kidi teli oldi. Hep çecukleri kaldurdi uyandurdi. Tuşundi kittiler sele. Kaldurdilari. O zaman Hasanpey pir, pen iki, Ayşe uç yaşina, Huseyin da peşuğe işte. Piraz turduk. Ordan pobam keldi, kirdi içeri. Sora çiktuk Kasalaha. Kasalahlara kene pişe olmadi. Hanki ay idi. İşte pu aylar idi. Kirez ayi. Çünkü tarlalar pilüyirum haoyle rokostel kibi körinurdi. Oyle işler çok oldi pize işte ne pileyim. Sora enduk haburaya.

Neler çektuk neler neler. ”

Seller senesinde 4 yaşındaki bir çocuğun gözünde o yılların trajedisi dehşet bir şekilde fakat müthiş bir doğallıkla böyledir işte.


Tesbitler, değinmeler…


Doğu Karadeniz kadınını diğer Anadolu kadınlarından ayıran en önemli özellik: O baklava, börek, bazlama açmaz, açamaz. Emek yoğun hayatında yemek için yaşamaz, yaşamak için yer. Çünkü fırsatı yoktur. Toprağı işleyecektir, ahırdaki sığırları sağacaktır, yedirecektir, çocuğunu emzirecektir, evini temizleyecektir.

En önemlisi; kapalı bir ekonomi olan ve yağ, gaz, tuz dışında her şeyi kendisi üretip-tüketen Doğu Karadeniz insanının hayatında sadece kadınların dokuduğu iç çamaşarı olan forotiko tokumak, akşam eve yorgun argın gelen ve ev işlerini bitirdikten sonra başlayan bir gece işçiliği idi. Her evde bulunan forotiko tezgâhında geçen meşakkatli saatler Fadimenin günlük hayatının 24 saatinde de çalıştığının bir başka örneğidir.

“..Eskiden forotiko işlerduk, tokurduk.Pi sanduğum varidi, toli idi ketan. Yetuşturemezdum, çalişurdum çok. Tarla işleri çok idi. Kice tokurduk. Ey kidi.. Künuz tarlaya. Heyvanundur, işundur, tarlandur, pağun pahçendur. Forotikoyi ne zaman yapacasun. İşlemeği da kice, tokumaği da kice... Tola etertuk uç kün uç kice. Sora hepisi kalkti.. Şindi kendir yasaktur, o zaman oyle pi şey yok idi. Pen hacan kendiri koparmağa kiderdum, paşuma pişe pağlamasam tutardi peni. Kendirun yanindan keçerkan paşum ağirurdi...” [29]


Peki ya çamaşır yıkama? O da ayrı bir meşakkati ve seremoniyi gerektirir. Tola denilen toplu çamaşır yıkamayı Hanife Düzenli ile Fatma Düzenli birlikte anlatıyor:[30]

“..Çamaşurlarun kirlendi mi yiğarduk olari. Soradan islatursun, tumis etersun, pira sizdurursun olari..3 ayakli tola sepeti yaparduk. Oraya tüzerduk. Korsun olari sepete. Karalari en tibine koyarduk. Pi sayvan da yaparsun korsun oraya kül. Sepetun uzerine serilen forotikodan pez, sayvan serersun. Uzerine odun küli koyarsun. Pi tekneye kurarsun oni. Teknenun içine koyacasun oni. Ağaç teknesi. Kükümi haşlayacasun 2-3 tane tökecesun oraya. Ustinden sizecek da tekneye su olacak. O teknedeki sudan alu koyacasun küküme, ondan sora ondan tökecesun oraya. Taha eyi olur. Bir iki sahat tökersun. Ondan sora o sayvani alup kidup tökersun tarlanun paşina. Sepeti da aluyisun arkana. O akar piraz. Nemazgah tedukleri siğir postini alursun pellerune. Sepeti da alursun arkana kidersun irmağun kenarina. Ey kidi olar neso reyhalar. Oraya da elune pi odundan tokmak. Eğer tokmağun var isa tokmaklan vurursun oğa. Tokmağun yoğisa toplarsun kalduru vurursun oni taşa.Ayaklarunlan çiğnarsun, yikarsun irmağa kedurursun eve. Pi reyha, koku olurdi olara. Temiz, yemuşak olurdi olar.”

Evin ekmek ihtiyacı için mısırların öğütülmesi gerekir. Bunun için de meşakkatli bir yolculuk olan değirmene gidiş gereklidir. Fadime gece yarısı gün ışımadan alır arkasına bir çuval mısırı düşer değirmen yollarına.

Fatma Düzenli anlatıyor[31]:

Sabah çok erken birisi çuvalini alurdi sirtina. Peni başka pirisi keçup ta penden oğine oğutmesun, evvela pen oğuteyim, nebeti alayim diye erken kelurdi teğermene. Puna çok tikkat edilurdi. Misir keturulurdi. Erken kelen pakar teğermen poşta turuyi. Avara turuyi. Haman İlk kelen sevinurdi. Misirini tokerdi hau sakonara. Sakonar tolardi. Ondan sora pir çuval oğuturdi. Aşaga yokari 20-30 takkada pi çuvali pu teğermen atardi. Çok ta küzel oğutur, küzel un yapar. Sora peşinden birkaç kişi taha kelur. Onlar da peklerler, artuk o çuval pitecek, oteki oğutecek. 3-4 kişi olurler. Peklerler, 3 saat, 4 saat otururler. Sira kelecek oğutecek. Ondan sora pakar, taha paşka kalabaluk kelursa çuvalini asar. Kadınlar kedurur. Kelurler otururldr. İcabinda yari kiceye kadar oğuturduk. Saat 12-1 olurdi. Oğuteceğuk illa, paşka çaresi yok. Araba yoli yok, paşka teğermene kidemesun. Purda kice oğuturkan hau taş pir anda bi turma yapar. Ola bu töneyi suratli. Pi pakarsun pir ande teğermen turdi. Pu çoğisunun paşina keldi. Onlar terdiler ki, pu teğermenun alttaki çarkini periler tutayi, turturuyiler oni. Çinler.. Pu terelere da çok cinler olurdi. Tam çin yataği. Işik yok, zil karanluği, isuz, sessuz. Teğermeni olar oyle turdururdiler. Sora oğutme piterdi, alırduk arkamuza un çuvalini da köye tönerduk.”

Görüldüğü gibi Doğu Karadeniz kadınının anahtar kavramı çalışmaktır. Daha doğrusu temel işlevi çalışmaktır. Öyle ki; kızlar evlilik çağına geldiğinde kendilerini istemeye gelen ailelerin onda ilk aradıkları şart, yani kız seçimi’nde ana etken “eyi çalişur mi?” ve “ehlakli midur?” idi. Bu tür eyi kizlar görerek veya tavsiye üzerine pakilur, istemeye karar verilirdi.

Rafet Düzenli, eski zamanlarda kız bakmaya gidenlerin bazı hassasiyetlerine işaret ediyor:

“Eskiden kız bakmaya gittikleri kapılarının önüne bakardiler. Avlular süpürülmüş mü, temiz mi diye.. Bir de fener ve lambanın camına dikkat edilirdi, temizlenmiş mi.. Onlar temiz değilse o evden kız almazlardı.”[32]


Gündüz ev işleri, ahır işleri, tarla işleri, çayır kesme, mevsim özelliğine göre fındık ve çay toplama, gece forotiko dokuma, hem gece hem gündüz çocukların bakımı, vs. vs. … İnsan gücünü aşan bu olağanüstü meşakkatlere katlanabilmek ve üstesinden gelebilmek ancak Fadime’nin harcıdır.


Sonuç olarak..

Son cümle olarak şunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır: Coğrafyasının muhteşem tablosundaki doğal duruşuyla, Doğu Karadeniz kadını yâni Fadime, destansı bir şahsiyettir. Efsanelerdeki kahramanların simgeselliği neyse Fadime de Doğu Karadeniz’de odur, yaşayan bir simgesel gerçekliktir.

Yukarıda kesitler halinde Doğu Karadeniz Kadınının/Fadime’nin içsel gerçekliğinden, meşakkatli hayatından aktardığım tablolar onun nasıl bir derinlik ve meşakkat sembolü olduğunu gösteriyor sanıyorum.

Karadeniz erkek tiplemesinde Temel’in indirgendiği ve büründürüldüğü basit ironi şablonuna asla indirgenmeyecek ve büründürülmeyecek olan Fadime tiplemesi ile ilgili her türlü saptırma ve klonlama/kopyalamadan arınmış eserler için, tüm Doğu Karadeniz, özellikle de Trabzon coğrafyası son örneklerini yitirmek üzeredir. Çünkü sonraki kuşaklara aktarılmayan, kayda geçirilmeyen hayatlar tarihin şahitlik edemeyeceği hazinelerdir ancak bu hazineden istifade mümkün olmayacaktır.

Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un erkek olarak Temel tiplemesinden sonra kadınlığın sembolü olarak Fadime tiplemesi kültür tarihçilerinin, romancıların, hikayecilerin, antropologların, sosyologların, psikologların ilgisini beklemektedir.

Bu yazdıklarımla “Fadime Kimdir?”e kısmî de olsa cevap verebildik mi bilmiyorum ama, yazdıklarımdan yola çıkarak “Kim Fadimedir?”e cevap vermek biraz cesaret ister herhalde.

Üstad Necip Fazıl’la başladık, gene Üstad Necip Fazıl’ın Çile’sinin “Kadın” bölümündeki “Bekleyen” şiirini giderek kaybolmaya başlayan Doğu Karadeniz’in Fadime’sine ithaf ederek yazımızı bitirelim:

“Ölürsün… Kapanır yollar geriye
Ben mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz hayale işaret diye,
Toprağında bir taş olur, beklerim.”

Biz de Karadeniz toprağında ruhuyla, manasıyla kimliğine/kişiliğine/orijinalitesine yabancılaşmayan, ruh iklimini kaybetmeyen yeni Fadime’leri beklemeyelim mi?

Trabzon, ismiyle bütünleşmiş daha nice ‘Fadime’ler çıkaracaktır, göreceğiz.

* Araştırmacı-Yazar.
[1] Horom: Çayırların biçildikten sonra bağlanarak küçük deste, demet veya balya haline getirilmesi.
[2] Necip Fazıl, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1984 s. 183. Necip Fazıl’ın Deniz isimli hikâyesini bana hatırlatan kadîm dostum Dr. Ulvi Saran’a teşekkür ederim.

[3] Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1975, s. 161.
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Aynadaki Yalan, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1980, s.124.
[5] Ehl-i Beyt; Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181)
[6] İsmiyle müsemma: ‘adı gibi olan insan’, ‘ismi ile kendisi bütünleşmiş’, ‘isminin anlamıyla şahsiyet kazanmış’ demektir.
[7] Necip Fazıl 1967 yılında Trabzon’da verdiği konferanstan sonra Rize’ye gidişini şöyle anlatıyor: “Trabzon’dan Rize’ye iyi bir yol üzerinde 1 saatlik zaman süresi yeterken biz 3 saatte vardık. Sebep Sürmene’ye kadar yolun mücella bir kayış gibi düzgün olmasına karşılık, ondan öteye birbirine eklenmiş ve birçok yerinden düğümlenmiş bir ipe dönmesiydi. Arada bir arabalardan iniyor, otomobillere çukurları aşması için atlara mahsus marifetler yaptırıyor, sonra tekrar yerlerimizi alarak devam ediyorduk. Bazı yerlerde de mola verdiğimiz oluyordu.Karadeniz kıyılarının baş hususiliği açık denizi insan ruhuna doldurduğu sonsuzluk duygusu... Ona cephe verdiğimiz zaman arkanızdaki karayı unutuyorsunuz ve göz alabildiğine bir devam sathi üzerinde yapayalnız ve yeryüzü alaka ve nispetlerinden uzak kalıyorsunuz. Trabzon-Rize yolunda, sahil boyunca ağaç, yeşillik ve köy güzellikleri de fevkalade...Sürmene’den öteye sık sık kavisleşen, en keskin virajlarla yılankavi rakseden yolda, güneş bir bakır tepsi deniz ufkuna yaslanınca İyidere isimli bir nahiye merkezine vardık. (Necip Fazıl Kısakürek, 1001 Çerçeve 5, Toker Yayınları , İstanbul, 1969, s. 101)
[8] Ali Kemal Saran (74)’ın henüz yayınlanmamış, bir taşra müftüsünün medrese öğrenciliği, köy hayatı ve görev hatıralarını anlatan Omuzunda Hemence isimli kitabından.
[9] Maşrapa
[10] Komat: Plâki dediğimiz oyuk bir taşta, üzerine kızgın ateş koru ve sıcak kül konup saçla örtülerek pişirilen mısır ekmeğinin bir dilimi.
[11] Mekik
[12] Ali Kemal Saran, a.g.e.
[13] 1940-1947 yılları arası. İkinci dünya savaşının yaşandığı, İsmet İnönü dönemi.
[14] Dernekpazarı/Visir (Gülen) köyünde Yusuf Düzenli (1911-2005) ile 15.8.2001 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[15] Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[16] Tahminen 30-35 km. Gidiş ve dönüş olarak toplam 70 km.lik yol.
[17] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetten.
[18] Ayşe Öztürk (75)’le 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen köyü Zahameya (Kirazlık) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[19] Havva Düzenli (1921-2007) ile 12 Ağustos 2001 tarihinde Gülen Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten.
[20] Karadeniz kadınının gerçek hayatını küçük bir karede çerçeveleyen bu olayı bana aktaran kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’a teşekkür ediyorum.
[21] İslâm Hukuku’nda abdest ve gusül için gerekli olan suların niteliğiyle ilgili Hukuk ve İlmihal kitaplarında “Sular ve Hükümleri” başlığı altında oldukça ayrıntılı bir şekilde açıklanan su çeşitleri. Bu sulardan ma-i müstamel, kullanılmış su demektir.
[22] Kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la 9.5.2007 günü Ankara’da yaptığımız sohbetten.
[23] Zaman Gazetesi, 27.7.2006, http://www.onsayfa.com/forum/119366-post1.html - www.buyukforumportal.com/archive/

[24] Birinci Dünya Savaşı’nda 1. dünya savaşına ait Milli Savunma Bakanlığı Arşivlerinin Of kayıtlarında, cepheye gidip de öldüğü veya sağ olduğu tesbit edilemeyenlere ilişkin “hayat ve mematı meçhul:Sağ mı ölü mü belli değil” kaydı düşülmüştür. Örnek: “Abdioğullarından Ali oğlu Hamdi, Visir, 1311. Askerde, hayat ve mematı meçhul..”
[25] Dernekpazarı/Visir(Gülen) köyü İfteriyon Mahallesi’nde Huriye D.’nin 1955 yılında, uzun süren hastalığı sırasında söylediği mısralardan.
[26] Destanı babaannesi Tenzile Saral’dan nakleden Fatma Düzenli (1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen (Visir) köyü İfteriyon mahallesinde 5 Ağustos 2000 tarihinde yaptığımız sohbetimizden.
[27] Hanife Düzenli (70) ile 15 Ağustos 2001 tarihli sohbetimizden.
[28] Fatma Düzenli (1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.

[29] Fatma Düzenli (85) ile 14 Temmuz 2001 tarihinde Bursa/İnegöl’de yaptığımız sohbetten.
[30] Hanife Düzenli (72) ve Fatma Düzenli(1925-2005) ile 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[31] Fatma Düzenli(1925-2005) ile Dernekpazarı/Gülen Köyü’nde 5 Ağustos 2000 tarihli sohbetimizden.
[32] Rafet Düzenli ile 10 Haziran 2002 günü Dernekpazarı/Gülen (Visir) Köyü İfteriyon (Yeni Cami) mahallesinde yaptığımız sohbetten..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder