22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHİR VE AŞK..


Yahya DÜZENLİ, 1 Ekim 2008

Ramazan Bayramı münasebetiyle Trabzon’a dair birkaç cümle-alıntı ile hayâl hanemizde reelleştirmeye çabaladığımız şehrimizi dolaşmaya çıkalım…

Şehirde yaşamak; orada yerleşmek, çalışmak, eğlenmek, sokaklarında yürümek, yorulmak, dinlenmek midir? Bütün bu yapıp-etmelerin toplamı şehirde “yaşamak” mıdır? Şehrimizde müzede dolaşıyormuş gibi dolaşıyorsak yâni artık ruhu kalmamış, “bütün” içerisindeki anlamı yokolmuş nesneleri seyreder gibi şehirde ‘itina ile’ dolaşıyorsanız o şehirde yaşadığınızı söylemek oldukça zor.

Diğer taraftan… Şehir, insanın dünyaya bakışını derinleştirir. Bu anlamda şehir “medeniyet şehri”dir. Bazen gözönünde olduğu ‘sanılan’ın, bakılanın “en az bilinen” olması gerçeğiyle, şehrimizde “yaşadığımızı” söylemenin çok büyük bir “iddia” olduğunun farkında mıyız?

“Nerede yaşıyorsunuz?” sorusuna “Trabzon’da yaşıyorum!” cevabını verebilmek herhalde cür’et ister. Çünkü Trabzon’da ‘yaşama’nın ‘yansıma’ları vardır. Herkes kendindeki “şehir algısı” nisbetinde “yaşama”yı yansıtır. Bu yansıma “mükellefiyet”tir. Biraz daha ileri gidersek; bu mükellefiyet ‘muhabbet’e dönüşmüş bir ‘yansıma’dır. Bunu “zevken idrak edenler”dir ki Trabzon’da yaşayanlardır.

Böyle bir şehre “ait olmak” için şehrin “değeri”nin ‘aşk’a dönüşerek içselleştirilmesi gerekir.

Abartıyor muyuz? Veya olmayan, kalmayan bir şehirden, efsanevî kafdağında bir şehirden mi bahsediyoruz? Şehrimizde “yaşamak” istiyorsak böylesine bir “aşk”la bağlanmak zorundayız. Şehirde “yerleşmek” istiyorsak böyle bir mükellefiyete ihtiyacınız yok..

Şehirle olan bağlarımızı “aşk”a dönüştüremiyorsak şehrimizle ilişkimiz iki yabancının ilişkisi gibidir. Şehir kaskatı iskelet değildir. Şehir sevgisini sadece şehrin silüetine, plastiğine, nesnelliğine, enstrumanlarına hasretmek, sevgiyi “somutluklar âlemi”ne indirgemek şehrin ruhundan nasipsizliktir. Şehr ile “hemşehr” olmak gerekiyor. Onun için “hemşehr” kavramı hayatımızın vazgeçilmez kavramlarındandır. Metropollere akan taşralıların Yalnızlık ve yabancılık duygusuyla “hemşeri” arayışı ve algılaması değildir bu “hemşehr”…

Bir başka koridordan bakarsak…

Anadolu’nun büyük âriflerinden Eşrefoğlu Rumî bundan 650 yıl önce yazdığı Dîvan’ındaki şiirlerinden birinde “yılda bir kez şehri seyran eyledin. Kendüzün bu halka mihman eyledin.” der. Hasbelkader Trabzon’da “doğmuş” kimi sanatçı, yazar, çizer, edebiyatçı, kültür adamı, siyasetçi, vs. vs.’lerin Trabzon’la olan bağları-ilgileri tam da Eşrefoğlu’nun mısrasındaki gibi. Doğdukları şehri sadece ‘seyran eylemek’ için hatırlayanlar, bu hatırlamayı mükellefiyet haline getirmeyenlerin Trabzon’a aidiyetlerinden bahsedilebilir mi?

Bunlar için şehir Calvino’nun ‘Sürekli Kentler’indeki çobanın şehre bakışı gibidir:

“Bağışla beni,” diye cevap verdi, “sürekli göç eden bir çobanım ben. Ben ve keçilerim kentlerden geçeriz bazen; ama fark edemeyiz onları. Otlakların adını sor bana, hepsini bilirim. Kaya Çayırlığı, Yeşil Yamaç, Gölgeli Çayır. Kentlerin adı yok benim için: kent dediğin, yol sapağında keçilerin ürküp dağıldığı, bir otlağı diğerinden ayıran yerler sadece benim gözümde. Ben ve köpek koşar, onları bir araya toplarız hemen.”

Devam ediyor Calvino’nun çobanı: “Ben ve keçilerim uzun zamandır yürüyoruz sokaklarında, bir türlü çıkamıyoruz kentten…”

Eşrefoğlu’nun “tarif”i ile Calvino’nun Çobanı’nın şehir algılaması kimi Trabzon’lu sanat-edebiyat-siyaset erbabını işaret ediyor sanki. Onlar da “şehirli kalamama”nın verdiği panikle şehirlerinden “sürekli göç” halindeler. Bu göç, şehirden kaçışın, şehrin tarihinden, kültüründen kaçışın göçü…Toprağın kokusunu hissedememenin kaçışı…Şehirde sadece ayakları değil zihinleri de dolaşan ‘kent aydınları’, Calvino’nun Çobanının keçileri kadar şehirlerini tanımıyorlar. Şehrin tarihsel derinliğinden ne kadar kaçmaya çabalarsalar, şehir o kadar üzerlerine gelecek ve kendilerini soktukları bu şehir lâbirentinden çıkamayacaklardır.

Kime söylüyoruz bunları? Şehri kendi “halisünasyonları” ve “saplantıları”ndan ibaret gören, kendini “aydın nasbeden”lere… Şehrine “âşık” olamayanlara…

Gene Eşrefoğlu Rûmî aşkın ileri derecesini “sevenin sevilende yokolması” olarak ifade ederken şunları söylüyor:

“Bir kişi mahbubunun adını çok zikretse ol mahbubuun ışkile, muhabbetiyle kendi ismini ve masivasını unudur.Ol vakit ona dahî sorsalar: “Adın nedir?” Ol dahî Mansur gibi, mahbubunun adını salıverür. Kişiye ışk galib olacak kendü ismini ve gayrının ismini gönülden yuy. Hemen zikrettiği mahbubûn adını kor. Ancak kalanını unudur.

Nitekim Mecnun İbn-i Kays’e vaki oldu, sordular: “Adın nedir?” dediler.
-Adım Leylâ’dır, dedi ve her kande baksa, gözüne Leylâ’dan artık bir âdem dahî gelmezdi. Cem’i adları hep unudub dururdu.

Pes âşık-ı sâdık oldur kim Dost adından artık adları gönlünden yüya.”

Eşrefoğlu “aşkın son haddi”ne ilişkin bunları söylerken dolaylı bir ilişkilendirmeyle biz hayalimizde Trabzon’u canlandırıyoruz.

Hangi Trabzon’u?

Futboldan ibaret olmayan, denizden, yayladan, şenlikten, horondan ibaret olmayan Trabzon’u… Bütün bunların “yeri”ni ve “değeri”ni sınırlarını taşırmadan kurabilen Trabzon’u… İnsanı ‘kendisine çağıran’ Trabzon’u… Şehre tutunmanın “yapay uğraş”larla sağlanmadığı Trabzon’u…

Bir düşünür “kent kavramını anlamlandıran içinde barındırdığı imgelerdir” der. Trabzon’u yapay-sahte imajlar kentine dönüştürmeden içinde barındırdıklarıyla birlikte bir “muhabbet kenti” olarak görebilmek… İşte hüner bu…

Trabzon somutluklar aleminden ibaret değil. Manâsını Eşrefoğlu’nun gözüyle görmeye-anlamaya çalışmak, Trabzon’a ‘muhabbet’le bakmayı gerektirir.

Ramazan bayramı vesilesi ile “aşk” ve “Trabzon” kelimelerini yan yana koyduğumuzda bunları hatırladık…

Fuzulî’nin “aşk derdiyle hoşem” diye başlayan mısraını deforme etmenin sırasıdır:

“Şehr derdiyle hoşem el çek ilâcından tabip!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder