26 Haziran 2009 Cuma

MÜSLÜMAN AYDINLAR, KONFEKSİYON DÜŞÜNCELER VE LİBERAL SAPMA...

‘MÜSLÜMAN AYDIN’LAR,
‘KONFEKSİYON DÜŞÜNCELER’
VE LİBERAL SAPMA..

Yahya DÜZENLİ, Yeni Şafak, 12.7.1998

Derinliğine düşünce yerine ‘kalıplar’ ve ‘şablonlar’ın öne çıkarıldığı ülkemizin düşünce hayatında, ‘insan olma sorumluluğu’nu çok ciddi biçimde hisseden ‘müslüman aydın’ların herşeyden önce şu sorunun cevabını doğru verebilmesi gerekiyor sanırım:

‘Kendi doğrularından’ yola çıkarak doğal bir ‘yorum akışkanlığı’na kavuşmayla, insanı ve olayları ‘karşı doğrular’la ve o doğruların kavramsal çerçevesinde ifade etme ısrarcılığı sonuçta nasıl bir kırılma hattına varır?

‘Kavram kargaşası’ deyiminin de bir kargaşa ifade ettiği günümüzde, yeni bir fluluk oluşturacak bir ‘kavramsal dehliz’e yol açmak değil amacımız.

Küresel bir illüzyon altında yavaş yavaş sanal bir anafora girdiğini gözlemlediğimiz müslüman aydınlarımız; sanal süpermarketlerde hazırlanıp paketlenmiş sorunları, düşünceleri, çözümleri, yeni dünyanın ‘yükselen değerleri’nin büyüsü ve dayanılmaz çekiciliği altında ‘kendi meseleleri’ olarak yorumlayıp, tartışıyorlar.

Bu tavrın ‘etik bir tutku’ haline geldiğini de gözlemliyoruz diye bir ön tesbit yapsak fazla da abartılı olmaz sanıyorum.

Şunu elbette biliyoruz: Dünyadan ayrı dili konuşarak ve ‘dünyanın gettosu’ kalarak varolmak mümkün değil. Yalnız ‘Müslüman birey’ olmanın fikir ve çözüm üretmede yeterli sayılmadığı günümüzde ayrıca ‘aydın görünme’ ve illa ki ‘ispat istemeyen-bedahet’ derecesinde apaçık mevzularda bile ısrarla ‘tartışalım!’ alanı açmak, (sonuç itibariyle) düşüncelerin bağlı oldukları referanslardan kopuk, ‘doğrulanabilir’ değil de ‘yanlışlanabilir’liğine yol açtığının da farkında mıyız? bilmem.

Aydın olabilmekle aydın görünebilmek arasındaki bilinçaltı çözümlemeyi aşabilmek gerekiyor.
Müslüman aydınların bir taraftan arkaik argümanlardan kaçması, yerini liberal-sol referanslı yapay argümanlara bırakıyor.. Oysa İslam bir ‘özel alan şematiği’ getiriyor. Bu özel alan şematiği; herşeyin ‘müslümanca’sını getirebilmek, yorumlayabilmektir.

Burada Osmanlı usul alimi Taşköprülüzade’nin yerinde tesbitiyle olaya yaklaşırsak; İlk Yunan metinlerinin İslam dünyası’na çevrilmesiyle birlikte başlayan tartışmalardan bir tanesi ‘biz bizim dışımızdakilerin, yani karşıtlarımızın sorunlarını kendi sorunlarımız olarak veya kendi sorunlarımız gibi ele alıp tartışabilir miyiz?’ tartışmasıydı. Bu yoğun tartışmanın sonucunda Taşköprülüzade’nin: (Hangi mesele olursa olsun) “Mesaili itibariyle şer’i, delaili itibariyle gayr i şer’idir!” cevabı günümüzdeki müslüman aydınların konjonktürel tartışmalara nasıl yaklaşmaları gerektiğinin usul ölçüsünü de getiriyor. Yani sorunları ele almak bizzat müslüman olma sorumluluğunun gereğidir. Ancak referanslar ve varılan sonuçlar itibariyle (dünya görüşü-referans değişikliği) farklı çözümler ortaya çıkmaktadır.

Oysa bugün ‘Sivil Toplum’, ‘Çoğulculuk’, ‘Katılımcılık’, ‘İnsan Hakları’, ‘Demokrasi’ gibi (çoğunlukla) batı’nın ‘bedeli ödenerek’ adeta kutsanmış tarihsel meselelerini, konjonktürel olarak yapay bir ithal entegrasyonla gündemimize taşımak ve bu meselelerin bütün bir ‘İslami söylem’in ana damarını oluşturması acaba bir yanlış yaklaşım olabilir mi? diye de birilerinin sorması doğaldır sanıyorum.

Son yıllarda yoğun olarak öne çıkarılan ve ‘iktidar’a karşı yapılanmayı hedefleyen ‘sivil toplum’ tartışmalarına baktığımızda; ‘sivil’ olmaktan ‘haki renkli elbise’ giymemeyi anlamanın fazla ilerisine de gidilmiş değil..

Kaldı ki bütün bu kavramsal tartışmalarda ‘segmanter-parçalı’ bir düşünüş biçimine doğru yönelme eğilimi de var.

Bu noktada Hilmi Yavuz’un eleştirilerini dikkate almak gerekiyor sanıyorum: “.. Rasyonalizm, batının bizi yakaladığı en zayıf noktadır. Batı, kendi entelektüel tarihini ve rasyonalizmini sorgulamıştır. Ama kendi modernizmini ihraç ettiği ‘öteki’ ülkelerin bunu sorgulamasına asla izin vermemiştir.. Aynı tuzağa Müslüman aydınlar da düşmüştür.. Müslüman aydınlar, kendilerini batı hakkında bildiklerini kanıtlamak zorunda hissediyorlar.. Bunu yaparak ‘ben sizin bildiklerinizi biliyorum’ demek istiyorlar. Aslında Batı rasyonalitesinin tekilliğini kıracak insanların müslüman aydınlar olması gerektiğini düşünüyorum ama onlar da bunu başaramıyorlar..”

Müslüman aydınlardaki liberal sapmaya bir örnek de : “Medine Vesikası” olayıdır. Bir dönem yoğun bir şekilde ısrarla müslümanların gündemine (özellikle müslümanların siyasal ve kamusal alanda yer almaya başlamasının yanıbaşında ) dayatılan ‘Çok hukukluluk’, ‘Bir arada yaşamak’ gibi özü itibariyle liberal argümanlar, aradan çok uzun bir süre geçmemesine rağmen birdenbire gündemini kaybetti. Bunları dayatan Müslüman aydınlar da artık ısrarlarını ve iddialarını terketmişler gibi.

Şunu demek istiyorum: Bir türlü konjonktürel olandan kurtulup ‘yapısal’ olanı önümüze alamıyoruz. Nedir yapısal olan? Donmuş olmayan, akışkan olan. ‘Sanal’ olmayan ‘asal’ olan..
Gene bir yazarımızın deyişiyle: “Liberalizmle yeni tanışan Türkiye’de “çoğulculuk” kurgusu İslamcıları da öylesine etkilemiştir ki.. ‘Çok-hukuk’ günün liberalizm rüzgarıyla da zahiren uyum çağrıştıran bir teori olarak bir kere cazip gelmiştir ve buna İslam tarihinden bir modelin uyarlanması, teoriyi ‘İslami” kılacaktır! .. Öte yandan, özgürlük vurgulanırken bu özgürlüğün birey haklarına değil ‘çok-hukuk’a dayandırılmasını ham bir liberalizm özentisi olarak görüyorum!“

Batı’nın ‘bedeli ödenmiş kavramları’nı ‘bedeli ödenmemiş kavramlar’ olarak ithal etmenin ucuzculuğu ve kolaycılığının altında ‘bilinçaltı özenti ve doyumsuzluklar’ olabilir mi ? diye sormak da fazla haksızlık olmaz herhalde.

N.Fazıl; “O hale gel ki karşıtların bile senin meselelerini tartışmaktan, senin kavramlarınla konuşmaktan kurtulamasın!” diyordu. Bugün tüm özgürlük alanlarımız (adeta) liberalizmin kuşatması altında bulunurken, N. Fazıl’ın bu tesbitinin aksini Müslüman aydınlar ısrarla yaşatmaya devam ediyor.

Sanıyorum birebir yapmamız gereken Müslümanca duyarlılık alanımızı kavramsal yapaylığın işgalinden kurtarma çabası olacaktır.

‘Söyleyecek birşeyi olan’ Müslüman düşünce adamlarının “tarih ve dünya görüşü bilinci”ni hiçbir şart ve durumda kaybetmemeleri gerekmiyor mu?

(Yeni Şafak, 12.7.1998)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder