22 Haziran 2009 Pazartesi

TRABZON'DA KİMLİK "ET-NİSİTE"YE SAĞLIZ ! veya "ZORUNLU İSKÂN" EDİLENLER TRABZON'U ANLAYAMAZ...


Yahya DÜZENLİ, 23 Temmuz 2008

Yüzyılımızın büyük düşünürlerinden birisi şöyle der: “Modern insan siyasi bir sinir hastasıdır; hayatın anlamı sorusuna verebileceği cevabı yoktur; çünkü toplumsal ve metafizik bakımdan nereye ait olduğunu bilmemektedir.” Çağımız insanının varoluşunu anlamlandıramayışının sebebi ve sonucunu ‘büyük fotoğraf’ halinde ortaya koyan bu anekdottan yola çıkarak söyleyebiliriz ki; insanın varoluşuna anlam kazındıramaması ve cevap verememesi sonucu, enerjisini ‘israf’ ettiği yapay aidiyet dünyasında öyle ‘fetiş’ler, ‘mit’ler var ki, bunların şuuraltını işgali karşısında insan donakalıyor, şoka giriyor. Genellemelerin yanıltıcılığının da idrakinde olarak belirtelim ki: İnsanın aidiyet ihtiyacıyla yöneldiği, kendini attığı ve ait olduğunu zannettiği “yer”; ait olması gereken yer değildir.

“Hayatın anlamına cevap arama”nın ontolojik derinliğine girmeden, bu cümlenin şehrimizdeki yâni Trabzon’daki karşılığını irdelediğimizde gördüğümüz odur ki: Yanlış ‘koşu’larda terini toprağa veren Trabzon, aradıklarının kendi “gen”lerinde saklı ve ortaya çıkarılması için ‘simyacı’lara ihtiyacı olduğunun farkında değildir. Bu bir ‘amnezi:hafıza kaybı’ halidir. Amnezide önce kelimelerin anlamları ve temsil ettiği fikirleri tanıma ve hatırlama yeteneği kaybolur. Devamla geçmişi unutma, travmalar yaşama ve bütünüyle bir hafıza kaybı... Endişemiz: Trabzon’un böyle bir amnezi’ye doğru hızla gitmekte olduğudur.

Yazımıza böyle bir girişle, hayatın “şehirdeki anlamı”nın kimlikle ilgisini kurmak ve gene Trabzon’da kimliğe vurgu yapmak istiyorum…

Ne gariptir ki kimlik tartışmalarının bölgeye, şehre kadar indirgendiği ve bir maden arayıcısı tavrıyla “çıkarılmak istenen” kimliğin “deri-kemik-ilik”e yâni etnisiteye tekabül ettirilmek istendiği yerlerin başında Trabzon geliyor. Bu konuda konjonktürel olarak, belli zamanlarda Trabzon laboratuvar yapılmak isteniyor. Oysa Trabzon’un muhtevası bu laboratuvarın sınırlarını aşıyor, bu laboratuvara sığmıyor. Israrla Trabzon’a laboratuvarda “deri-kemik-ilik” testi yapmak isteyenlerin (suyun hangi yakasında olursa olsun) “tüp”leri her defasında yanlış sonuç verecektir. Çünkü Trabzon; sonucu önceden belirlenmiş testlere konu edilemeyecek bir organizmaya sahiptir.

Trabzon; tarihi sayılarla nitelenemeyecek bir muhtevanın, ‘milenyum’larla ifade edilmenin ötesinde, insana, toprağa ve tüm varlığa anlam veren bir medeniyetin ürünü bir şehirdir.

Bunları söylerken “hamaset” ve “şecaat” psikozu içerisinde değiliz. Sadece Trabzon’un “medeniyet şehri” kimliğine ısrarla vurgu yapmaya çalışıyoruz. Ki; arka plânımızın farkında olalım. Trabzon’da sıradan bir parmak hareketinin bile anlamının olması gerektiğini bilelim.

Medeniyetler etnisite üstü ‘kuşatıcı’ bir değerler kimliği oluşturur. Medeniyet şehirleri de öyle…

Bu şehirlerin kendilerine şahsiyet kazandıran kuşatıcı medeniyet üzerlerinden çekildikten sonra, “acaba tekrar canlanma emareleri/belirtileri var mı?” tedirginliğiyle ‘dışarıdakiler’in; şehri ‘kontrol’ etmek ve istedikleri yönde manipüle etmek isteyen ‘içeridekiler’in de şehrin mecrasını/yatağını değiştirmek için başvurdukları bir metod/yöntemdir bu…Yâni bir test… Trabzon’un bu testlerin çelmesine takılmayacak bir birikime, tecrübeye sahip şehir olarak kendi ‘orijinalite’sini, zenginliklerini ortaya koyabilecek, güncelleyebilecek donanımı vardır.

Ancak; bu donanımları, malzemeleri, birikimleri aktifleştirecek/harekete geçirecek şehrin âkilleri, şehrin ‘eşraf’ı, şehrin formel yöneticileri; bulundukları şehrin konjonktürel olarak öne çıkmış bir etkinliğini şehrin kimliğinden ibaret görmeye başlamışlarsa, şehir artık kendisini taşıyamıyor demektir ve şehrin ‘eski medeniyet şehri’ olması’nın bir önemi yoktur. Çünkü ‘medeniyet iddiası’ şehrin bütün damarlarıyla akışkan bir şekilde yaşamasına bağlıdır. Bu damarların kalbi niteliğinde olan şehrin kimliği bir “ayak eylemi”nde sabitlenir ve bu eylem metrekarede ne kadar çok tekrarlanırsa o oranda kimliğin tahkim edildiği şehrin bütününe sâri bir hastalık haline gelirse, şehir artık ‘bunalma sinyalleri’ veriyor demektir.

Bir şehirde “bulunmak”la o şehirde “yaşamak” arasındaki fark; “kimlik”le “kartvizit” arasındaki farktır. Trabzon futbolunda kimlik arayanlar da işte bu kartvizit sahipleridir. Bu kartvizit sahipleri şehirde bulunurken şehri ‘göremeyen’, şehirde ‘yaşayamayan’ ‘malûl’lerdir.

Kimliğe ve kimlik bilincine sahip olmak için ilk şart: Trabzon’da öncelik sıralamasında “kültür-sanat” ile “futbol” yer değiştirmelidir ve aynı cümle içerisinde kullanılmamalıdır. Öne alınması gerekenle sona alınması gereken “şehir eylemleri”nin yer değiştirmesiyle de iş bitmiyor. Şehirlilerin ve şehir adına ‘konuşanlar’ın bu öncelikleri ‘kabul’ü ve ‘özümsemesi’ gerekiyor.

Bu kimlikten kaçanlar da bu kimliğin peşine düşenler de aslında aynı hat-aynı ray üzerinde gidip-geliyor. Zaman zaman çarpışıyor, zaman zaman ani duruşla sendeliyorlar. Arayanlar “neyi aradığını”, kaçanlar “neden kaçtığını” bilmeden Trabzon’da ‘kimlik’ merkezli gel-gitleri yaşıyor …

Kimlik; bir insanın, bir toplumun bir şehrin “gen”ini oluşturur. Genler değişmez. Genlerle oynanmaz. Genlerle oynamak, şehrin biyolojisini, kimyasını, şahsiyetini tahrip etmektir. Trabzon’u tanımlamada (yetkinliğine bakmadan, kendi kendine hayran ‘narsist’ psikoz içinde kendisini ‘sahip’ zannedenlerin) illâ ki eklektik bir ‘kimlik’ tanımı yapmaya kalkışmalarının vehametine ne kadar değinsek azdır. Ancak; idrakleri metal plakalarla kuşatılmış olanların ‘tesir alma’larının imkânsızlığı karşısında yapacağımız tek şey ‘şiddeti yüksek’ eleştirilerdir.

Kimlik sadece “insan”a, “ruhu olan” varlıklara mahsus... Doğarken isimlendirilenin yaşarken cisimlendirebildiği oranda “kimlik” sahibi olunuyor.

Trabzon’da kimliğin en son indirgendiği-özdeşleştiği ve son yazılarımda bunu “vahim bir saplantı” olarak nitelediğim “futbol cinneti”nde kimlik arama, Trabzon’un düşürülebileceği ve kaldırılması mümkün olmayan vahîm bir dehlizdir. Israrla bütün bir şehri bu dehlize düşürmek isteyen şehrin “akl-ı evvel”lerinden 3’ünün bu yöndeki beyanlarından yola çıkarak, Bayındırlık Bakanı’nın “metrekareye en fazla futbolcu Trabzon’da düşer” sözüne atfen yaptığım sentetik tahlillerde bir cümlemi şöyle tamamlamıştım : “Bu ifadeler, fetihle birlikte Trabzon’a ‘mecburi iskân’ edilenlerden birinin şuuraltı boşalması olmasın? Yani şehri içselleştirememiş, şehrin ruhunu sindirememiş, şehirle hemşehr olamamış, şehri anlayamamış bir ‘yabancı’nın ifadeleri olmasın?”

Bu ifademin muhtevasını ve maksadını anlamadan alınganlık gösterenlere bir kez de bu cümlemin “şerh”ini yapma gereği duyarak konuyu bu yazımızda da gündemde tutalım.

Trabzon’un Osmanlılarca fethinden hemen sonra başlayan iskân hareketleriyle ilgili biraz bilgisi olanlar, özellikle de Trabzon Tahrir Defterleri’ni inceleyenler, Fatih Sultan Mehmet ve sonraki dönemlerde Trabzon’a iki tür iskânın gerçekleştiğini görürler. Birincisi: Anadolu ve Balkanlardan yapılan “gönüllü iskân”lardır. Defterlerdeki ifade ile: “kendi ihtiyarlarıyla gelüp mütemekkin olmuşlardur!”. Diğeri: gene aynı coğrafyalardan ‘mecburi iskânlar”. Mecburi iskânlar ise: sürgünlerdir. Trabzon’a sürgün olarak yerleştirilenlerin orijini: Müslümandır. Örneğin: XV ve XVI. Yüzyıllara ait Trabzon Tahrir Defterlerinden herhangi birisinin “Of Kazası” bölümüne bakıldığında “Sürgünan-ı ....”, “Sürgünan-ı ....”, “Rumeli’den sürülen ....dir.” gibi ibarelere rastlamak mümkündür. Hem de bunlar timar sahipleridir. Yâni kendilerine Padişah tarafından toprak tevcih edilen, padişah adına yetki kullanan yerel yöneticilerdir.

Benim sözkonusu pragrafımdaki “şehre mecburi iskân edilen” ifademi keskin bulanlar, öyle zannediyorum ki bu cümledeki “mecburi iskân”dan kastın “gayr-i müslim”ler olduğunu zannetmeleridir. Benim bu cümledeki kastım: Şehirde bulunanlarla şehirde yaşayamayanlar/şehirli olamayanlar arasındaki farka işaret etmektir.

Şuuraltlarının “panik atak”larla yüklü olmasının verdiği telâşla ve de Trabzon’da oluşturulmak istenen “şehrimiz elden gidiyor” paranoyasına katkı olabilecek türden görüyorum bu tür tepkileri... Bu tepkilere de “Allah’tan şifa dilemek”ten başka yapacak bir şey yok.

Divan şairinin “ben ne dedim, sen ne fehmittin, garip efsanedir” dediği türden tepkilere muhatap olduğumuz için de “veyl!” diyoruz. Ama bazı “yanlış”ların “doğru”nun ortaya çıkması için “gerekli sebep” olması kabilinden bu tür tepkileri normal karşılamak gerekiyor.

Ne yazık ki; özellikle ve taammüden kullanmış olduğum bu ifadenin tarihsel bağlamından tamamen koparılarak bir metafor olarak kullanıldığını da ifade etmek zorunda kalıyorum. Çünkü zorla iskân ettirilenlerin bir kısmı (kendim de içinde olmak üzere) bugünkü Trabzon’luların ecdâdıdır/atalarıdır. Bunu anlamayanlara; Osmanlı’da yeni fethedilen bölgelerin Müslümanlaşmasındaki “iskân tarzı”nı bir kez daha okuyup anlamalarını tavsiye ediyorum.

Burada etnisite bağlamında bir kimlik tartışmasına kapımız kapalıdır. Konuya bağlamları farklı kesitlerle biraz açıklık getirmeye çabalıyoruz.

Gözden kaçırılan şu oluyor galiba: Ortaya “ne getirip ne götüreceği”nin hesabını yapmadan 40 derece ateşte yanan hastanın sayıklamaları gibi ve de “şehrin sahibi”, “markacısı”, “kimlik presçisi” ve “patentcisi” sıfatıyla şehre “KİMLİK GİYDİRME”ye çalışanların saçtıkları saçmaları görmeyip, o saçmaların yayılıp, şehri tahrip etmemesi için uğraşanlarla uğraşma, (en hafif deyimle) önemli derecede bir renk körlüğüdür.

“Doğduğu coğrafyayla, tarihiyle özdeşleşmiş bir kültürel kimlik”ten bahsedebilmek için şuuraltlarının futbol ve benzeri ‘aktiviteler’in sanal çekiciliğinden arındırılması, yaralardan temizlenmesi gerekiyor..

Trabzon’u ‘tarih ve kültürüyle’ tanımak, sonra da taşımak için her şeyden önce akıl baliğ olmak ve rüşde ermek gerekiyor.

Büyük ârif Şeyh Sadi’yi hatırlamanın yeri de herhalde burası: “ “Sen kandili bile görmeyen kör! Kandille neyi göreceksin? “

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder