22 Haziran 2009 Pazartesi

TRABZON'DA "URBICIDE" -I- -medeniyetimizi mezarlıklardan okumak-


Yahya DÜZENLİ, 17 Haziran 2009

Latince “Urbis” ile “Jenocide” kelimelerinin kavramsallaştırılmasından oluşan bir kelime: Urbicide. Yâni Şehirde soykırım! Şehir soykırımı ! Yazımıza niçin böyle bir başlık koyduk? Ve bu başlığın Trabzon’la ilgisi ne? 1930’lu yılların sonunda Trabzon’da yaşanan, Trabzon’a ‘yaşattırılan’ bir trajedi var ki ancak bu kavramla ifade edilebilir: Urbicide !

Cumhuriyet inkılâplarının ilk yıllardaki şiddetiyle “eskiyi silme” adına şehirlerin “hafızalarını imha” operasyonlarının bir parçası niteliğindeki şehir düzenlemelerine ilk önce tarihî dokudan, tarihi mekânlardan, tarihî mezarlıklardan başlamaları oldukça manidardır. Trabzon, bir medeniyet şehri olarak bu “imha”dan ilk önce payını alan şehirlerdendir.

Bir şehri ‘yaşanılır’ kılan toprağın “üzerindekiler” olduğu kadar toprağın “altındakiler”dir de. Altındakiler yâni toprağın “yaşanılır” kılınmasını sağlayan “sahip”leri. Bunlar, insanlarla iç içe “istirahatgâh”larından şehri seyrederler. Onlar, biz farkında olmasak da ‘yaşamaya devam’ ederler. Bir medeniyet hem toprağın altındakilerle hem de üstündekilerle birlikte varlığını devam ettirir. Bu anlamda, tarihsel-zihinsel dönüşümlerin okunacağı önemli köşe taşları arasında mezarlıkların da olduğunu söylemek, farketmek, gerekiyor.

Tarihî kültürümüzde mezarlıklar veya kabristanların ‘özel’ bir yeri ve önemi vardır. Bilhassa medeniyet şehirlerimizde mezarlıklarımız (Üstad Necip Fazıl’ın ‘Karacaahmet’ şiirindeki mısralarıyla) “Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?” . Şehrin ‘kalıcı’ gibi görünen geçiciliği, faniliği içerisinde tek kalıcı, gerçek bir manâ ve mekân var: Ölüm ve mezarlıklar… O mezarlıklar ki; “Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih” diye kayıt düşülen “mutlak hakikat”i işaret eden şehrin tek “gerçekliği’…

Bizim mezarlıklarımız batının “nekropol: ölüler kent”leri değildir.

Toplu mezarlıkların, kabristanların en şanlıları; (Üstad’ın deyimiyle ‘mukaddes Ravza’dan sonra yeryüzünün en mübarek mezar toprağı’) Medine’deki Cennüt-ül Bâki ve Mekke’deki Cennet-ül Muallâ mezarlığı. “Kimin yattığı”na bağlı olarak kıymet kazanan iki kabristan. Peygamber ailesi ve ashabının yattığı muazzam manâ yatağı… Medine ve Mekke’yi hayatla iç içe mukaddesleştiren Resuller Resulû’nün hakikatine bağlı temel mekânlardan iki kabristan…

Belki de, Osmanlı şehirlerinin kuruluşu, düzenlenişi ve gelişiminde yaşayanlarla ölenlerin iç içe birbiriyle adeta ‘haberleştiği’, ‘mesajlaştığı’ kabristanlar bu iki Peygamber Şehrindeki kabristan örnek alınarak gerçekleşmiştir. Ve bu gelenek cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürmüş, sonra ‘kök kurutucular’ın marifetiyle hayatla-ölüm ve hakikat arasındaki irtibat koparılmıştır.

İnsanımızın kabirlere hürmeti; onların yanından geçerken, onlarla karşılaştıklarında saygı edaları, ‘selâmlama’ları da hayatın ‘ölüm’ denilen ‘geçiş koridoru’yla devam eden “ebedî mekân”ın bilincinde olmalarındandır.

Trabzon da medeniyet şehri özelliklerini yüzyıllar boyu sürdürmüş bir şehir olarak mezarlıklarını şehir hayatının ekseninden eksik etmemiş bir şehir olarak, ‘ebedî hayat’ı işaret eden o muhteşem ‘hazireler’nden (yok edilmesine rağmen) kırıntıları günümüze ulaştırmıştır.

Şehirler medeniyetlerin sergi yerleridir. Onun içindir ki şehirle medeniyet birlikte anlam kazanır veya birlikte gerçek bütünlüğüne kavuşur. Mezarlıklar da bu serginin, arkeolojik malzeme türünden olmayan, hayatın ‘canlı’ mekanları, öteyi işaret eden dekorlarıdır.

Prof. İlber Ortaylı “Dünden Bugüne Mezarlıklar” isimli yazısında konumuzla ilgili önemli şeyler söyler: “Geçmişe karşı ilkel bir ilgisizlik şehirlerimizin bir bölümündeki mezarlıkların tarihi için de sözkonusu… A. Malraux uygarlığın doğal, insani bir duyguya dayandığını ileri sürer; ölüm korkusuna… Öleceğini bilen tek yaratık olan insan, ölümle bir boğuşma hilendedir; kaçınılmaz olanı geciktirmek ve nihayet ölümün unutturucu perdesini aralayabilmek çabasındadır. Mezarlıklar bu anlamda bir toplumun uygarlık düzeyini gösteren, rengini en iyi anlatan yerlerdir… Eski toplumumuzun insanı ölüm olayına, onu geciktirip kaçarak değil; sıcak bir dostlukla kucaklayıp yanına alarak direnir. Osmanlı kentlerinde bazen geniş alanlarda, bazen mahalle aralarındaki mescitlerin etrafında mezarlıklar yer alır. Akdeniz coğrafyasının ölümsüz, soylu ağacı servilerin ve eğreltiotlarının arasında her biri bir üslup harikası olan mezar taşları, dışarıdaki hayatla bir bütünlük içindedir… ‘Huv’el bâkî: kalıcı olan sadece o (Allah’tır)… ruhuna Fatiha’.. İki arşınlık mezarın üstünde mermerin ve ölümün soğukluğunu unutturacak sıcaklıkta bir hüsn-ü hatt’la kazılmış Fatiha ve taş üzerinde, ölenin sınıfı ve mesleğiyle ilgili bir alâmet ve bir serpuş, bir kavuk… Mezar taşlarının içinde öyle iddialısı, anıtsal olanı da yoktur. Ölüm tevazu ve olağanlıkla benimsenmiştir…

Ölüler Osmanlı kentinde dirilerle birlikte yaşamaya devam ederler. Küçük mahalle mezarlığının yanı başında çocuklar her gün neşeli çığlıklarla oynar… Bastonuna dayanarak yürüyen bir ihtiyar durur, zenbilini yere kor, mezarlıktaki bir yatırın başında Fatiha okur ve yoluna devam eder…

Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan kenti güzelleştirir... Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telaşla ve kapkaçla yenmeye çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı..”

İlber hoca hükmü veriyor: “Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını (!) temsil edecek….”

Bugün, tarihsel genetik ve tasarımlarımıza uygun yeni bir anlayış getirilemediği için şehirlerimizin dışına çıkarılan mezarlıklar, artık şehirlilere ‘ölüm’ü hatırlatmıyor. Beton ormanını andıran şekilsiz, çirkin, mermer istifinden ibaret modern mezarlıklar, insanımızı ‘kaçırıyor’. İlber Ortaylı’nın deyimiyle “bu yeni türeyen zevksiz ölüler evi”…

İlginçtir ki, istilâcıların istila ettikleri ve uzun süre kalacaklarını düşündükleri yerlerde, şehir planlamaları gerekçeleriyle ilk yaptıkları şey; mezarlık düzenlemeleridir. Ortasından yol geçirmek, parka dönüştürmek, vs. Yâni ‘mezarlıkları yok etmek, katletmek’tir.

Trabzon da bu ‘katliam’lardan nasibini almış önemli bir medeniyet şehridir. Belki de Rus işgalindeki tahribatlarla yarışacak bir şehir tahribatına kendi yöneticilerinin eliyle sahne olmuştur.

1930’lu yılların sonlarında şehrimize (Üstad’ın deyimiyle) “işgal ordularının bile yapamadığı bir cinayet”i, katliamı reva görenleri ve katliamlarını önümüzdeki yazılarımızda anlatacağız. Şehrimizdeki İmaret Mezarlığı’nı “Atapark”a dönüştüren zihniyetin yapmak istediği, tarihi bir daha canlanmamak üzere son hücrelerine kadar imha etmekti, katletmektir. Bunu önümüzdeki yazımızda ve daha sonraki yazımızda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in dehşet (daha doğrusu vahşet) ifade eden mektubundan da okuyacağız.

Trabzon’u, iç içe yaşadığı mezarlıklarından ayırmak, bir aileyi yavrularından zorla ayırmak, parçalamak kabilinden bir şehir katliamıdır. Şehri katletmek ! Hem de şehri yaşatmak adına şehri katletmek ! Hiçbir batı ve doğu şehrinde bu katliamlar yaşanmamıştır ! Yeryüzünün en vahşî istilâcılarından olan Moğollar bile bu katliamları yapmamışlardır desek çok da abartmış olmayız !


Bütün katliamlara rağmen Trabzon halâ direniyor, halâ ayakta. O’na “tarihî hafızası”nı hatırlatmak gerekiyor. Yâni bugünün Trabzon’unun şehreminlerine, ehl-i irfanına, ehl-i idrakine… Yâni, yâni; Yerel Yöneticilerine, Valilerine, Belediye Başkanlarına, Aydınlarına, kendini şehrinden mes’ul hisseden sorumlularına…

Aidiyet bilinci yüksek, şehrine olan bağlılığını fiziki acı şiddetinde duymak isteyen bugünkü nesillerin mutlaka “hesaplaşma haneleri”ne yazmaları gereken bir “jenosid: soykırım, toplu katliam”tir İmaret mezarlığının Atapark’a dönüştürülmesi…

Tahsin Uzer isimli “müstemleke valisi” edalı Umumî Müfettiş’in marifetiyle, ‘yeni bir zihin inşası’ ve tarih oluşturmak için, Anadolu şehirlerine kadar sirayet eden ‘cinnet’e ve nasıl bir şehir ve tarih katliamı yapıldığına işaret edeceğiz. Şehrimizin tarihsel manasının “İmaret Mezarlığı” üzerinden nasıl katledildiğine kapı aralayacağız.

Trabzon hangi ölülerine “hürmet” edeceğini bilen bir medeniyet şehridir. Bu ‘genetik özelliği’nin bozulmadığını, halen de sürdüğünü düşünüyorum. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın kodlar silinemiyor, sadece geriye doğru itiliyor. İklimini bulduğunda tekrar canlanabiliyor.

Bu canlılık Trabzon’da kaim ve daimdir…

Trabzon “İmaret Mezarlığı”nın nasıl “Atapark”a dönüştürüldüğünün hikâyesine haftaya devam edeceğiz. Bu konuda oldukça kapsamlı, ilgilenenlerin dikkatini çekmesi gereken KTÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ömer İskender TULUK’un “bilimsel disiplin ve tutarlılık”la yazılmış ilk ve çok önemli iki bilimsel makalesine değineceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder