22 Haziran 2009 Pazartesi

BU ŞEHRİ TEZYİN EDEN SULTAN KİM?

Yahya DÜZENLİ, 12 Mart 2008

Şehrimize dair söyleyeceklerimize Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinden bir hikâye ve Yunus’un iki mısrasıyla devam ediyoruz. Önce Hz. Mevlâna ile başlayalım:

“Çinliler kendilerine güvenerek Rumlar’a [Anadolu’lular] karşı övündüler:
-‘Resim sanatında dünyada bizden daha üstünü yoktur.’
Buna karşılık Rumlar da:
-‘Hayır, bu iddianız doğru değil. Biz daha mâhir kişileriz.’ dediler. Bu iddialar adil bir padişahın kulağına gitti. Padişah:
-‘Ben sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin söylediği doğru’ dedi. Çinliler de Rum diyarının ressamları da hazırlandılar.
Çinli ressamlar:
-‘Bize bir oda verin, karşımızda bir oda da siz alın, her birimiz burada hünerlerimizi sergileyelim’ dediler. Kapıları karşı karşıya iki odadan birini Çinli ressamlara, diğerini Rum diyarının ressamlarına verdiler. Çinliler padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah renklerin hazine kapılarını onlara açtı. Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekte, onlar da bu boyalarla türlü türlü resimler, süsler yapmaktaydı. Rum ressamları ise:

-“Ne resim, ne de boya bizim işimize yarar. Bize pasları gidermekten başka bir şey gerekmez.” dediler. Kapıyı kapadılar, duvarı cilâlamaya başladılar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirdiler. Nihayet Çinli ressamlar da işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıklarından emindi ve yaptıkları işten dolayı çok sevinçliydiler.

Padişaha haber verildi. Padişah önce Çinli ressamların resim yapıp süsledikleri odaya girdi, resimleri gördü, bütün yapılanlar fevkaladeydi. Sonra Rum ressamlarının bulundukları odaya girdi. Padişah gelince, Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırdılar. Karşıki odada Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilâlanmış duvarlarına yansıdı. O odada ne varsa burada da öyle daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başladı.

Rum diyarının ressamlarının bulundukları oda, dille tarifi mümkün olmayan bir haldeydi ve bu haliyle Çinli ressamların odasından binlerce defa daha güzeldi…”

Hz. Mevlâna bu hikayesinin sonunda yarışı kazananlar hakkında diyor ki: “.. onların ezberlenecek dersleri, gösterecek hünerleri yoktur…. Oraya hadsiz hesapsız şekiller suretler vurur. Orada görünür…”

Bu hikâye ile ne anlatmak istediğimizi gene biraz şehrin üzerinde ve içinde dolaşarak belirtmeye çalışalım.

İnsanı bir “simyacı” gibi ruhundan kavrayan, onu değiştiren ve ona kendisini ‘gerçek ruhuyla’ hatırlatan ‘sarraf-ârif’ler şunu bilirler ki; bir insanda herhangi bir davranış değişikliğiyle, insanın sadece “o davranışı” değişmiyor, onun her şeyi değişiyor…Yani gerçekliği değişiyor…Bu gerçeklik yeni bir ‘aidiyet dünyası’nda şekilleniyor, ‘hakikati’nin yatağını buluyor.… Aynı şekilde yabancılaşma da böyle, inkâr da böyle, kaçış da böyle… Belki sonuçlarını kestiremeyeceğiniz ‘küçük bir davranış’ size, varolan gerçekliğinizi tamamen yabancılaştırabilir, inkâr ettirebilir, o ‘gerçeklik dünyası’ndan kaçırtabilir de..

Onun için bir değerler bütünü, “kendisinden tek bir parça koparıldığında” bütünün de zafiyete uğrayacağı, “ortada hakikati kalmayan” ruhsuz-mekanik bir malzeme yığınına dönüşüyorsa, “değerleri”yle “diğerleri”nden ayrılan, farklılığı yâni şahsiyeti ortaya çıkan şehir de, kendisini oluşturan ruhî genetiğinden bir parça koparıldığında, artık “kendisi” kalamıyor, başkası da olamıyor.

Bu hakikati bilen muhakkikler, ruh nakkaşları insanı ‘davranış değişikliği tehlikesi’ne karşı sürekli uyarmışlardır. Uyarışlarını bazen doğrudan bir mesaj, bazen şiddetli bir ikaz, bazan derîn bir serzeniş, bazen da ‘sıcak bir nefes’ olarak yöneltmişlerdir. Çünkü onlar, ‘birşeyin değişmesi’yle ‘herşeyin değişmesi’nin başlayacağını bilirler. Hz. Mevlâna’nın yukarıdaki hikâyesi birçok ‘hikmet-ibret’lerinin yanında böyle bir ‘bütün değişim’e de vurgu yapıyor.

Bu sarraf-ârif’lerin coğrafyamızda yaşamış bir diğeri olan Yunus, kimi zaman şehri ve şehirliyi “feryad-ü figan” ile uyarmak isterken, kimi zaman da bakışlarını şehrin kalbine yöneltir:

“Bu vücudum şehrine bir dem giresüm gelür.
İçindeki sultânun yüzin göresüm gelür.”

Yunus’un, biyoloji-organizma üstü bir şehre benzettiği insan vücuduna girip, o şehrin merkezinde oturan, onu yöneten ‘sultan’ın yüzüne olan hasreti, bir an bizi bu mısraları bağlamından koparıp “şehrimize” yönlendirsek, bu mısralara tercüme ettirsek acaba nasıl bir tablo ile karşılaşırız? diye zorluyor. Yazımızın başından beri de böyle bir zorlama altında olduğumuzu anlayan anladı.

Bu mısralardan, Yunus’un şehirden “nefs” yani masiva:görünenler, yapıp-etmeler dünyasını; yüzünü görmek istediği “içindeki sultan dan da “ruh” u kasdettiğini anlıyoruz. Eğer şehirde muhatap olduğunuz ilk insan, ilk nesne, ilk eser, herhangi bir parça unsur sizi “şehrin sultanı”na götürebiliyorsa, o şehir, “içine girilmeye değecek” bir şehir, o sultan da “yüzin görülecek” bir sultandır.

Bugün Trabzon’a Hz. Mevlâna’nın hikâyesi ve Yunus’un iki mısra’sının çerağıyla baktığımızda, şehrin bütün organlarına sinmiş bir ruha, bir kalbe sahip olduğunu söyleyebiliyor muyuz?

Sadece soruyoruz. Bu soruya birebir cevap verme ucuzculuğu ve şablonculuğu çabasında değiliz. Sadece, ‘cevap arama sorumluluğu’yla şunu söyleyebiliriz ki: Şehrin ruhu, şehrin dokusu, eğer şehirliyi aidiyete zorlayabiliyorsa; o şehir şahsiyetini bir çarşaf gibi hem eşyasına, hem insanına hem de ‘yerli’leri ve ‘yabancı’larına örter.

Bugün Trabzon’da “şehrin ruhunu örteceği” kuşatıcı bir örtüyü bütünüyle hissedebiliyor muyuz? Hissedebiliyorsak şehre ‘bir dem” bile girilse, o şehrin sultanı yâni ruhu yaşıyor demektir, o şehir girilmeye değer bir şehirdir. Bizimle nefes alan, yürüyen canlı varlıklar gibi ruhu üzerimizde dolaşıyorsa “şehir bize ait”, biz de “şehre aitiz”.

Trabzon’u anlatan, yazan, çizen, değerlendiren, kimi eski damarları arayan, kimi de yeni damarlar açmaya çabalayan herkesin, yaşadığı zamanla olan münasebetlerinde en önemli sıkıntıları “aidiyetle” olan ilgileridir.

Hz. Mevlâna’nın “Rum ressamlarla Çinli Ressamların yarışması”nda kazananların yaptığı gibi bu şehrin sultanını bulmak için, zemini üzerinde parazitlerin üremeyeceği, aksine muhatap olduğu her şeyi “kendisine dönüştürecek” bir “zemin temizliği, yoğun bir tezyinattan daha evlâdır. Çünkü tezyinatlar konjonktürel, zemin imar ve inşası kalıcıdır. Rum ressamlarının duvar cilâlamalarını “aidiyet” olarak kabul edersek, bu oluşmuş aidiyet önünde herşey ‘hakikatini’ orada görecektir, bulacaktır.

Şu da bir gerçek ki; “mutlaka bir yere ait olma ihtiyacı”yla zoraki aidiyet oluşturulamıyor.. Bir “bütün aidiyet” dünyasına dahil olmak için, mutlaka ‘şehri hazmetmiş’ olarak şehre ait olacaksınız. Şehre ait olmazsanız yaşayamazsınız. Çünkü şehir bir kâbus gibi üzerinize çöker. Aidiyetten kastım, bulunduğu topluma, bulunduğu şehre mensubiyeti kendi içerisinde derin bir disiplin haline getirmiş olmaktır. Bunu “asabiyet” anlamında söylemiyorum. Asabiyet, hem sahibini hem de asabîsi olduğu şeyi zaman içerisinde çürütür, yok eder. Bu anlamda aidiyet ile asabiyetin birbirine olan uzaklığına da vurgu yapalım.

Hz. Mevlâna’nın hikâyesi ile Yunus’un mısralarıyla Trabzon’a bakmak çok mu abartılı, anlaşılmaz, girift ve ilişkilendirilemez?

Nerede yaşadığımızı veya yaşamak istediğimizi biliyor muyuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder