22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHRİMİZLE HİÇ KARŞILAŞIYOR MUYUZ?


Yahya DÜZENLİ, 20 Mayıs 2009

Kimi insanlar, bir ömür içinde yaşasalar da yaşadığı şehirle karşılaşamıyorlar. Karşılaşma; iki kimsenin, grubun veya yabancının ‘ani’den ‘karşı karşıya gelme’ durumundan öte bir şeydir. Karşılaşan iki insan veya şehirle karşılaşan insan, karşılaştığının ‘kim olduğu’nu anlamak için onu ‘tanır’. Şöyle de diyebiliriz: Karşılaşmak için ‘tanımak’ gerekir. Karşılaşma ve tanıma sadece insana mahsus bir özellik. Diğer varlıklar için ne karşılaşma ne de tanıma sözkonusu. ‘Karşılaşma’yı ilk anda bilinçaltlarına yüklendiği şekliyle, müsabaka olarak anlarsanız, karşılaştığınız herkesi ve her şeyi ‘rakip’ görürsünüz. Oysa; karşılaşma aynı zamanda karşılaştığınızı ‘karşılama’yı, onu kabullenmeyi de içinde barındırıyor.

Bu karşılaşma veya karşılama; “leylâ vü mecnun” gibi her an kavuşmayı bekleyen, birbirini gerçekliğini kaybetmeden hayallerinde yaşatan, besleyen ruh haliyle gerçekleşendir. Bir mıknatıs gibi her iki tarafı da ‘kendisine doğru çeken’ özelliklerde olduğu bir karşılaşma… Bu karşılaşma “her an huzurda olma”ktan bir yansımadır.

Şehir; eğer hayallerinizi besleyen değil, yıkan bir silüete, niteliğe bürünmüşse onu rakip görürsünüz, ona düşman olursunuz, ondan nefret edersiniz. Karşılaşma’yı ‘müsabaka’ olmaktan çıkarmak için birbirine ‘meydan okuyucu’ rakip tavrıyla değil, Muhiddin Arabî Hz.lerinin ifadesiyle; “söyle bana ey dost, seni nereye götürmemi istiyorsun? “ haliyle yaklaşmak gerek. Şehir insanı, insan da şehri böylesine karşılamalıdır.

Bizim şehre, şehrin de bize sorması gereken temel soru budur. Böylece iki rakip, iki yabancı olmaktan kurtulur insan ve şehir.

Şehirde neyi görmek istiyorsak şehir bize onu gösterir.

Şehir deyince; acılarınız, hüzünleriniz, elemleriniz, hicranınız hatırınıza geliyorsa o şehir size bunları; Sükûnu, huzuru, hazzı yaşıyorsanız da bunları çağrıştırır. Şehirdeki varlığınızla ‘ne hissediyorsanız’ şehir size bunları hatırlatır, çağrıştırır.

İnfante “Şehirle Kitabı”nda “Kim bıkmış Londra’dan?” başlığıyla anlattığı olayda, ‘şehirle karşılaşma’nın orada ‘yaşadıkları’nazla ilgili olduğuna dair şunları yazar:

“Londra’ya yerleştikten sonra Samuel Johnson, ‘Oradan bıkan’ demiş, ‘yaşamdan da bıkmıştır, bayım.’ … Bir başka İngiliz şairi Shelley de şöyle yazmış: ‘Cehennem, Londra’ya çok benzeyen bir kenttir.’ Shelley böyle derken, bir değil birkaç nedeni vardı. İlk karısı Londra’da intihar etmiş; evimin bulunduğu sokağa komşu olan Hyde Park’taki The Serpentine havuzunda boğularak ölmüş. Trajedi ve güldürü karışımı bu olay Shelley’i kötü etkilemiş…

Yakıcı bir şehir muhabbeti ve dehşet veren bir şehir nefreti… Niçin?

Muhiddin Arabî’nin “seni nereye götürmemi istiyorsun?” sorusuna cevap verilecek yer burasıdır. Soran, cevaba göre ona kendisini gösterecektir. Aslında Arabî’nin sorusunun içerisinde ‘huzur veren cevap’ da gizli…

İşte iki bakış, iki yaşayış ve iki hissediş… Şehrin cehenneme dönmesi için de onda ‘hayatı bulmak’ için O’nda ‘neyi aradığınız’, neyi gördüğünüze karar vermelisiniz. Yâni onunla karşılaşmak, onu karşılamak, onu tanımak…. Nihayet O’na kavuşmak zorundasınız.

‘Neleri şehir’le özdeşleştiriyorsanız, neleri ‘şehirden’ sayıyorsanız şehir odur. Şehir size ‘kendinizi’ gösterebiliyorsa, onunla karşılaşıyorsunuz. Gölgenizi gösteriyorsa oradaki varlığınız ‘geçici’dir, yok hükmündedir.

Hangi şehirle? İnsanın kendisini beton nesneler akvaryumundaki canlılar gibi hissettiği şehir mi? Yoksa

Bizim şehrimiz ‘kendimizde mündemiç’ şehirdir! Karşılaştığımız, karşılandığımız, kavuştuğumuz şehirdir. Yunus’un mısrasıyla: “ Seni deli eden şey; yine sendedir sende!”

Onun için hayallerimizi kışkırtan değil, hayallerimizin gerçekleştiği şehirle karşılaşmak..

Trabzon’a böyle de bakmaya kendimizi zorlayalım mı? Veya şehrimizle bu manâda karşılaşabilir miyiz? Elbette ! Nasıl?

Onu da İbrahim Hakkı Hz.leri söylesin:

“Hiç ummadığın yerde
Nâgâh açılır perde…”

Perdenin açılmasını beklemeden, kendimizi hazırlamakla ! Galiba şehrimizle karşılaşamamamızın sebebi de bu, neticesi de.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder