22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHRİMİZİ 'GİTTİĞİMİZ YERE' NASIL TAŞIYORUZ ?

YAHYA DÜZENLİ, 11 Şubat 2009

Şehrinize dair hayalleriniz varsa siz de varsınız. Çünkü şehir, siz farkında olmasanız da size sürekli ‘kendini anlatır.’ Dinlemeseniz de, umursamasanız da, karşı çıksanız da, yok etmeye çalışsanız da şehrin size ‘dikkatle’ bakan gözleri her an üzerinizdedir.

Büyük ârif Yunus Emre’nin “her gün yeni doğarız bizden kim usanası?” mısraında olduğu gibi ‘her an yenilenen bir süreç’te varoluşunu gerçekleştirmesi gereken insan gibi, şehir de kendisini bu insana ‘her gün yeni doğarız, bizden kim usanası?” diye sunar. Bu anlamda şehir her an yeniden, yenilenmiş olarak karşımıza çıkar. İçinde yaşarken, bize bakarken bunu anlayabiliyor muyuz? Şehre borcu olduğunu hisseden herkesin kendine sorması ve cevabını bulması gereken bir sorudur bu.

Peki ya şehrinden uzaklaşırken, başka şehirlerde mekân tutarken ‘ait olduğumuz şehri’ nereye koyacağız? Şehrimizle nasıl birlikte nefes alıp vereceğiz?

Bu konuda, şehrini derinden anlayanların, kent bilgesi Calvino’nun kitabında bir cümlesi var ki, “şehrimizi kaybetmemenin reçetesi işte bu !” diyecekleri bir cümle.

Calvino “Klasikleri niçin okumalıyız?”da Trabzon’dan ilk bahseden antik eser olan (M.Ö. V. yy.) Ksenophon’un Anabasis’ini anlatırken, onbinlerin yurtlarına geri dönme endişesi içerisinde Karadenize ulaşma mücadelesi verdiklerinden bahsederken, “birlikte oldukları sürece, bir biçimde yurtlarını da yanları sıra taşırlar” ifadesini kullanır. Bu ifade, metropollerde ‘taşralı hayatı sürme’ anlamında bir ‘getto’ oluşumunu değil, aidiyet hissedilen şehrin, nereye giderseniz gidin oraya taşınması bağlamında önemlidir. Şehrin havası, kokusu, dokusu yanınızda sizinle oluyorsa şehri taşıyorsunuz demektir.

Pers yenilgisinden sonra yurtlarına dönen ‘Onbinlerin Yürüyüşü’nü anlatan Ksenophon’un Anabasis’ inden hatırladığımıza göre, türlü meşakkatlerle Doğu Karadeniz dağlarına tırmanan Yunan ordusu denizi görür görmez “-deniz, deniz!” diye sevinerek çığlığı basar. Bu çığlık, yurtlarını sürekli yanlarında taşımalarının bir dışavurumudur aslında.

Onbin kişilik ordu Ege’den yola çıkarak Perslerle savaşıp, yenilgiye uğramasına rağmen dönene kadar yurtlarını yanlarında taşıyordu. Onları yurtlarına ulaştıracak olan; bilmedikleri, hatta önlerine ne çıkacağından korktukları, ürktükleri doğu Karadeniz coğrafyasında yürürlerken ‘yurtlarına dönme’ iştiyakını, özlemini diri tutan yurtlarını sürekli üzerlerinde taşımaları idi.

Modern zamanların mekân ve yaşamaya ilişkin gerçeklerine, ikibin dörtyüz yıl önceki bu olaydan nasıl bir anlam yüklüyoruz?

Doğduğunuz, yıllarca yaşadığınız şehri bir otobüs penceresinden bakarcasına sıradan bir bakışla seyrettiğiniz bir dünyada, ‘yurtlarını yanlarında taşıma’ ne anlama gelebilir ki?

Ancak şehrini görecek göz, şehrini anlayacak zihin ve şehrini hissedecek kalp taşıyanların anlayabileceği ‘şehri yanında taşıma’ bir büyük meşakkatli iştir. Bu meşakkat de ancak şehrin ağırlığına dayanabilenlere mahsus bir zorlu meşakkat.. İnsan, ancak bir Kızılderili Reisi’nin “pek çok kişi gökyüzüne bakınca yıldızları görür. Bense yurdumu görüyorum” dediği türden bir göze sahipse ‘şehri yanında taşıma’nın ne anlama geldiğini anlayabilir.

· Gittiğiniz yere kendinizle birlikte şehrinizi de götüremiyorsanız, orada değilsiniz demektir.
· Gittiğiniz yerde ifna:yok oluyorsanız, şehriniz kayboluyorsa ne kendinizi ne de şehrinizi idrak ediyorsunuz demektir.
· Gittiğiniz yer sizi içine çekiyor, büyülüyor ve şehrinizi unutturuyorsa, sizin ‘nereli’ olduğunuzun önemi yoktur. Çünkü daha sonra başka bir yere taşınacaksınız demektir.

Oysa Calvino’nun ‘yurtlarını da yanları sıra taşırlar’ cümlesi şehre dair derin bir kimlik ve aidiyet vurgusu taşır.

Şehri yanımızda taşıma; bir şahsiyet, kimlik, değer ve dünya görüşü tasarımına kavuşmuş olanların anlayabilecekleri bir meseledir.

Gittiği yere taşıyacağı şehri olmayanlar, geldiği şehirle gittiği şehir arasında fark göremeyenlerdir.

Çok ilginçtir; büyük metropollerde sayısal çoğunluk olarak önemli kesafeti olmasına rağmen, ‘şehri taşıma’ anlamında ‘özgül ağırlığı’ bir o kadar zayıf, hatta yok denecek seviyede olan şehirlilerimiz için Trabzon’un manâsı iki renk:- bordo-maviden ibaret olsa gerek-. Metropol siyaset ve bürokrasisinde kendilerine ‘yer edinme’ narsistliğiyle taşralı yemek sofralarının kahkahalarından ibaret Trabzon Platformları da işin traji-komik yönleri… Bu kışır idraklerin taşıdıkları şehir, şehirden devşirilecek rantla sınırlı…

Biraz daha devam edersek… Kimileri ‘yanlarında taşıdığı şehri’; değerini, tarih ve kültür dokusunu, coğrafyasını, yâni bütünüyle medeniyetini taşımak olarak hissedip algılanırken;

Kimileri için de;
· Büyük metropollerde Trabzon’un ‘mutfağından ibaret’, mideye indirgenmiş bir şehir;
· İhale ve iaşe kaygı ve beklentilerinin hakim olduğu taşralı ‘hemşehri’ ilişkilerinden ibaret bir şehir;
· Karadeniz gün ve gecelerinde ‘şuh kahkaha’lar atmak ve horon etmekten ibaret bir şehir,
· Siyasetçi ve bürokratlarının ise asla bir ‘medeniyet şehri’ne ait olduklarını hissetmedikleri…

Mahzun, mahsur, mahpus, mahcur, mahlul bir şehirdir Trabzon..

Bir medeniyet şehrine yapılan en büyük ihanet; bu “kafa yapıları”nın kendilerini “Trabzon’un sahibi, maliki, hakimi” görmeleridir. Ruhu özümsenemeyen, muhtevasına sahip çıkılamayan medeniyet şehri, sonuçta birilerinin kaslarına ve rantlarına sahip çıktığı şehir haline geliyor.

Şehrimizi ‘taşırmadan taşıyabilmek’ !. Marifet bu ! Metropollerde Trabzon’u taşırmadan ve de kendisini Trabzon’a taşıtmadan O’nu taşıyabilecek şahsiyetleri ne zaman göreceğiz bilinmez !

Trabzon; taşacağı zamanın idrakinde, taşıdığı mekânın derdinde, taşıyacağı ağırlığın haddinde, tasalanacağı insanın farkında, toplayacağı değerlerin fevkinde, ve taçlanacağı tarihin kendinde olduğunun bilincini kaybetmeyen/kaybetmeyecek bir medeniyet kentini metropollerde de heykelleştirme/sembolleştirme borcundadır. Çünkü medeniyet kentleri mensuplarını borçlandıran kentlerdir. Yâni kendisine bağımlı hale getiren kentler…

Şehrin hayaleti insanın şehre olan hayallerini kışkırtır veya insanın üzerine bir kâbus gibi çöker. Biz hayallerimizi kışkırtan “medeniyet şehri”mizi gittiğimiz her yere götürmek gibi bir varoluş borcu taşıma derdindeyiz.

Sözü, bağlamından daha fazla koparmadan Üstad Necip Fazıl’la tamamlayalım:

“Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık!
Nur şehrine gidelim yürü çilekeş çarık !”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder