26 Haziran 2009 Cuma

ATILIM ÜNİVERSİTESİ "NECİP FAZIL" PANELİ KONUŞMASI...

(Aşağıdaki konuşma metni, 26 Şubat 2009 tarihinde Ankara Atılım Üniversitesi Konferans salonunda "Atılım Üniversitesi Edebiyat ve Fikir Topluluğu"nun düzenlediği, Mustafa Güvenç'in yönettiği; Mustafa Miyasoğlu, Sadık Yalsızuçanlar ve Yahya Düzenli'nin katıldığı panelde Yahya Düzenli'nin irticalen yaptığı konuşmadır.)


Ben sözü ilk konuşmacımız Yahya Hocama vermek istiyorum. Buyurun Hocam söz sizin.

YAHYA DÜZENLİ- Teşekkür ederim.

Topluluğunuzu hürmetle selamlıyorum.

Bu kadar kalabalık ve yoğun olmasa da topluluğunuza mensup bir kısım arkadaşlarımızla bundan önce “Üstad”la ilgili birkaç sohbetimiz olmuştu.

Öncelikle, üstada böylesine yoğun ilgi gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Doğrusu bu ilgi bizi heyecanlandırıyor, onunla ilgili düşüncelerimizin yeniden harekete geçtiği bir teyakkuza sevkediyor.

Benim düşüncelerim, yaklaşık 35 yıldır, deyim yerindeyse üstadda ifna olmuş, yani onda yok olmuş düşüncelerdir. Bu ifna, ‘ifna olunandan alınanlar, ondan kalanlar”la hayata bakan bir ifnadır. Yâni deyim yerindeyse tam bir “iradî” ifnadan bahsediyorum. Benim üstada dair yaklaşık 35 yıllık ezberlerim vardır. Bu ezberler değişmeyen, değişmeyecek ezberlerdir. Ben bir ilk kaynak olarak bu ezberlerden yola çıkarak insana, hayata, topluma, tarihe, medeniyete ve muhatap olduğumuz her şeye bakmak gibi bir usül ölçüsüyle hareket ediyorum.
Bu ezberler, kimilerinin “ezberlerimizi bozalım” dediği tarzda ezberler değildir, hareketli ezberlerdir. Yani hayatın, toplumun, olayların yenilendiği, değiştiği her ana uyarlanabilecek düşüncelerdir. Ben, bunları bir menba olarak Necip Fazıl’da görüyorum. Bir de şu önemli. Muhiddin Arabi ile ilgili ciddi bir eserin girişinde şöyle bir ifade vardı: “Arabî’yi anlayabilmek için ona karşılıksız bir muhabbet beslemek lâzım.”. Bu Üstad Necip Fazıl için de böyle. Yoksa biz niçin Necip Fazıl’ı anlatmaya çabalıyoruz? Sorusunun cevabını veremeyiz.

Benim burada sınırlı bir süre içerisinde söyleyeceklerim, şüphesiz Necip Fazıl’ı bütünüyle kuşatıcı olmayacaktır. Onun için böylesine girift, kompleks bir mütefekkirin, şairin hayatının-eserinin bazı kesitlerine yansıtıcı tutmak gibi bir yol izlemek zorundayız. Benim konuşmam, şematize edilmiş bir konuşmadan çok, Necip Fazıl’ın nasıl anlaşılmasına ilişkin olacaktır. Yani Necip Fazıl kimdi? dediğimizde, buna şablon olmayacak bir şekilde verilecek cevaplardan ibaret olacaktır.

Böylesine genç bir topluluğun Necip Fazıl’a ilgisi doğrusu çok önemlidir.
Niçin önemlidir?

Üstadın bir iki mısrasını hatırlıyoruz:
"Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin,
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin. "

Üstad’ın söylediğinin aksine, bugün eserlerine ne zaman yönelirseniz yönelin O’nu “evde bulabilir”siniz.

Ben, adam tanımanın surat tanımak olmadığını Necip Fazıl’dan öğrenenlerdenim.Ne festivale indirgenmiş bir Necip Fazıl, ne de resmi şablonlar içerisine sıkıştırılmış bir Necip Fazıl profilinden bahsetmiyorum.

Necip Fazıl’ın doğrudan 1943 yılında fiilen başlayıp 1983’te vefatıyla sona eren 40 yıllık mücadele hayatını tek bir cümleyle anlatacak, bir cümleye yükleyecek olursak; Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir. Bir hesap sorma mücadelesidir. Köklerinden ve medeniyetinden koparılmış, ne kendisi kalabilmiş, ne de başka dünyalara ait olabilmiş, zorlama aidiyetler ile oturmayan, kök salamayan bir sistem ve rejime ve bunun sahiplerine karşı bir misyon mücadelesinden ibarettir.

Dış hatları itibariyle böyle.. Asıl bu dışı besleyen iç kaynağa gelince… O da Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanıdığı 30 yaşında, müthiş bir “iç muhasebe”yle yatağına kavuşan bir “şahsiyet” görüyoruz. Yatağına kavuşan diyorum… Çünkü ben Üstad’ın hayatını, özellikle Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'nin tanıdıktan sonraki hayatı ve ondan önceki hayatı diye ikiye ayıranlardan değilim. Necip Fazıl’ın hayatını bir bütün olarak, yani 20 yaşında yazdığı şiiri ile 1983’te yazdığı son şiirinin, gerek muhteva, gerek şekil, gerekse mana olarak, yönelik olduğu hedef olarak, derinliğine kaynak olarak tek bir kaynaktan neş’et ettiğini düşünüyorum.

O’nun bölünmüş, parçalanmış bir hayatı yoktur. Öncesi ve sonrası diye bir hayat yaşamamıştır. 18 yaşında yazdığı ilk şiiriyle 79 yaşında yazdığı son yazdığı son şiirinin muhtevası, manâsı aynı yakıcı ruh iklimine aittir.

Bazen “hangi kitabından okumaya başlayalım?” diye sorular geliyor. Necip Fazıl’ın hangi kitabını elinize alırsanız alın, o kitap, o eser size bütün kitaplarının ruhunu verecektir.
…………

Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir dedik. Bunu, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” mısrasında da, “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım” mısralarında da görebiliyoruz.

Necip Fazıl’ın yazdığı ve söylediği hiçbir şey konjonktürel değildir, zamanla, mekânla olayla sınırlı değildir. Zamana, mekana ve olaya ilişkindir ancak bunlara indirgenmiş değildir. O olayları aşan bir yorum, anlayış tüter kaleminden.

Yani Necip Fazıl’ın düşünceleri kimilerinin zannettiği ve yazdığı gibi tarihselcilik kapsamı içerisinde miatlı-süreli düşünceler değildir. Hem zatî değeri, hem yaşadığı zaman dilimindeki değeri, yani aktüel değeri, hem de bütün zamanlar boyunca kendisine başvurabileceğimiz, fikir gıdamızı emebileceğimiz fikriyattır diye düşünüyorum.

Üstadın mücadele verdiği yılları, yani eserlerini ortaya koyduğu yılları, o bütünüyle bir milleti “tarihinden, dilinden, medeniyetinden” koparmak için her türlü devlet baskısının yoğunlaştığı dönemleri düşünürseniz, özellikle 1930’lu, 40’lı yılları düşünürseniz… “Allah” demenin bile yasak olduğu yıllarda nasıl bir mücadele verdiğini daha iyi anlamış oluruz.

Kimilerinin zannettiği gibi Necip Fazıl Almanlar’ın bir Goethe’si değildir. Necip Fazıl İngilizlerin bir Shakespear’i değildir. Ben Necip Fazıl’ı, bütün bunların ötesinde bir medeniyet mücadelesi, 1923 ile 1983 yılları arasında yeni bir kök arama, suni bir kök arama mücadelesine, kavgasına, yapay bir tarih oluşturmaya karşı müthiş imkansızlıklar içerisinde verilmiş gerçek bir medeniyet mücadelesi olarak görüyorum.

Asla yılmayan, Vecd içerisinde verilmiş bir mücadele…

Ne diyordu: “Allah, Resul aşkıyla yandım bittim kül oldum. Öyle zayıfladım ki sonunda Herkül oldum!”

Eğer Necip Fazıl’ın hayatını kendi kavramlarıyla üç kelimede ifade etmek istersek, bunu “iman, fikir ve aksiyon” olarak ifade edebiliriz. Necip Fazıl 1927 yılında yazdığı bir mısrada diyor ki, “Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi”. 1949 yılında Sakarya Türküsü’nde de “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!” Böylesine destanlık bir mücadelenin adamıdır Üstad.
Ancak, doğru okunduğunda “zevken idrak” edilebilecek bir mücadele..

Üstad’ın resmi formatlar içerisinde pek görülemeyen, kaçırılan, belki o resmi formatlar içerisinde ifade edilmesinde sıkıntı duyulan bütün bir hayatının özeti, Vasiyetnamesi’nde ortaya konulmuştur. Orada şunu söyler:

“Allahı,Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!..Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

İşte bütün bir ontolojik hayatın kendi kaleminden net ifadesi.

Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” diye ifadelendirdiği davası, O’nun bir “medeniyet mimar ve inşacısı” sıfatıyla medeniyet mücadelesi olarak yürüttüğü kavga, onun büyük rüyasıdır, büyük duasıdır, büyük davasıdır ve büyük sevdasıdır. Bunun ne olduğunu “İdeolocya Örgüsü” kitabını okuyan ve okuyacak olanlar göreceklerdir. Bu eser bir medeniyet manifestosudur. O’nun ütopyasıdır. Ütopyası yâni hayata ilişkin bir bütünlükte sistematize edilmiş “dünya görüşü”nün temel ipuçlarıdır.

Necip Fazıl’ın en büyük talihi de talihsizliği de şair olmasıdır diye bir olumsuz cümle kurmak istiyorum. Bu olumsuz cümleden yola çıkarak da şunu söylemek istiyorum: O’nun şiirinin tılsımlı derinliğine, büyülü etkisine kapılarak düşünce adamlığının, mütefekkirliğinin, mimarlığının, yani tarih, toplum, insan, medeniyet sorgulamalarının es geçildiğini düşünüyorum. Fikri böyle olduğu gibi şiirinin de bütünüyle gerektiği gibi anlaşılabildiği düşüncesinde değilim. Ancak şiirinin kelâm büyüsüne kapılıp mütefekkirliğinin, asıl bilinmesi, anlaşılması, hissedilmesi, hazmedilmesi gereken mütefekkir boyutunun anlaşılmadığı düşüncesindeyim.

Aslında üstadın bütün şiirlerini ihtiva eden “Çile” kitabı ile “İdeolocya Örgüsü” kitabını yan yana koyduğunuzda, birbirinin simetriğidir denilebilir.

Üstadın dünya görüşünü ifade eden “Büyük Doğu İdeolocyası”nın, -bu, aynı zamanda bir medeniyet tasarımıdır, inşa edilmesi gereken, günümüze ve dünyamıza sunulması gereken, alternatif olarak teklif edilmesi gereken bir mütefekkirin düşüncelerinden ibarettir- Çile’de “aks”ini görüyoruz. Bunun şiir diline dökülmüş, kendisinden önce böyle bir damarı olmayan, kendisinden sonra da bu damarın sürdürülemediği bir muhteva görüyoruz. Yâni Çile’nin İdeolocya Örgüsü’nün şiir diliyle ifade edilmiş biçimidir diye düşünüyorum.

Kimileri İdeolocya Örgüsü’nü anlayamadıkları veya yanlış kanallardan beslenerek saptırdıklarından dolayı Üstad’ın düşüncelerini realize edilemeyecek fikirler olarak görebilirler. Bu idrakler konumuzun dışındadır ve muhatabımız değillerdir.

Üstad Necip Fazıl yaşadığı dönem boyunca, mücadele hayatı boyunca, bu ister hapishane hayatı olsun, isterse toplumsal mücadelesinde olsun (medeniyet dünyamızın kavramıyla ifade edecek olursak) sürekli huzurda yaşamış bir adamdır. Kelimelere dikkat ederseniz, “huzurlu yaşamış bir adam” demiyorum, “huzurda yaşamış bir adamdır” diyorum. Yani, “kimin huzurundayım” sorusunun cevabını mücadelesinin gayesi bilmiştir.

O’nun el atıp da kendi rengine büründürmediği hiçbir mesele yoktur.

Bunlar çok iddialı cümleler gibi gelebilir size. Ben sentetik cümlelerle konuştuğum için, yani hüküm cümleleri halinde konuştuğum için bunların bende analitik olarak gerekçeleri var. En azından böylesine sentetik konuşmalar belki muhataplarımızca sebeplerine inilmesi gibi bir şeye vesile olabilir diye düşünüyorum

Üstad; maiyyet olmaya değil, maiyyet almaya memur bir düşüncenin adamıydı. Arkasına takılacağı değil, arkasına takılınacak düşüncelerin adamıydı.

Üstad’ı belli günlerde anmanın değil, bütün zaman dilimlerinde “anlama”ya çabalamanın önemli olduğunu düşünüyorum. O’nu ölü bir şark dekoru şeklinde anlamamak gerekiyor. Yani Necip Fazıl’ı belli zaman dilimlerinde anılması gereken, tarihsel ve arkeolojik bir malzeme olarak değil, sürekli içimizde yaşaması gereken ve anlaşılması gereken bir şahsiyet olarak anlamak, yaşatmak ve eserlerini hayata geçirmek gerekir diye düşünüyorum.

Necip Fazıl’ın, tavizsiz bir tavrı vardı. Mücadelesinde, fikriyatında, sanatında, şiirinde, tavizsiz bir istikameti vardı. Ne kadar eseri varsa, birbiriyle doğrudan ilgili veya farklı olan bütün eserlerinde hepsinin içerisine giydirdiği bir tavizsiz tavrı vardı. Necip Fazıl, mücadele hayatında da böyleydi, eserlerinde de böyleydi.

O’nun halini ifade eden iki kelime: Fikir ve Öfke’dir. O fikirsiz öfke ile öfkesiz fikrin hiçbir mana ifade edemeyeceğinin idrakindedir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “Eserlerinin ve hayatının bütününe yayılmış öfkeyi her zaman görebilirsiniz” der. Üstad bunu “ya ol, ya öl” formülasyonuyla ortaya koymuş ve bütün hayatını bu tavizsiz tavır çizgisinde yaşamıştır. Yâni fikirsiz öfkenin ve öfkesiz fikrin Necip Fazıl’da yeri yoktur.

Üstad vefat ettiğinde herkes “boşluğu doldurulamayacak” diye beylik laflar ediyordu. Üstadın mücadele arkadaşlarından rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ise “Boşluk bırakmadı ki doldurulsun” demişti. Biz de böyle düşünüyoruz.

Konuşmamı, üstadın tarihi tezler taşıyan “Abdülhamid” kitabının en sonundaki bir cümlesiyle bitirmek istiyorum. Üstad kitabının sonunda diyor ki, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” Belki sizlere büyük bir iddia gibi gelebilir, ama ben de diyorum ki, “Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Teşekkür ediyorum.


SUNUCU- Hocam ekleyeceğiniz şeyler varsa, buyurun.

YAHYA DÜZENLİ- Bir iki cümle eklemek istiyorum.

Necip Fazıl insanların kendilerini onun duruşuna göre ayarlayabilecek bir şahsiyettir. Bugün bundan mahrum olduğumuzu düşünüyorum.

Necip Fazıl’ın hiçbir şeyini okumasanız da veya bütün kitaplarını okusanız da, hayatını tarasanız da ortada göreceğiniz tek bir hece vardır. O hece “ben”dir. Yani “ben idraki”.

Ontolojik olarak insanın ne olduğunu ben Necip Fazıl’dan öğreniyoruz.

Mustafa Bey’in dediği gibi, Necip Fazıl’ın birçok metaforları var. Bu “ben” idrakinin ne olduğunu anladığımızda ancak hayatın anlamını ve ötenin anlamını da ancak derinliğine anlayabileceğimiz mütefekkir bir şahsiyettir.

Üstat’ta bu “ben” idraki o kadar ileriye gider ki, “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı” der. Yine, “Bir kuş, bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” der.

İnanın, ancak velayetle idrak edilebilecek, velayetle izah edilebilecek anormal, yani cümle üstü cümlelerdir bunlar. Sadece hiçbir şey olmasa bile, kardeşimin okuduğu “Muhasebe” şiiri bile her şeyi anlatmaya yeter diye düşünüyorum.

Batılı çok büyük bir besteci şu an için diyor ki, “Ben bu büyük sanatçının eserleriyle tazeleniyorum, arınıyorum, canlanıyorum.”

Bizler de inşallah Necip Fazıl’ın eserlerinde derinleştikçe yeniden tazelenebileceğimizi, hayattaki duruşumuzu da yeniden teyit edebileceğimizi düşünüyorum

Hepinize çok teşekkür ediyorum.


SORU- Yahya Hocam, Necip Fazıl’ın üslubuna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

YAHYA DÜZENLİ- Bir bütün içerisinde olmadıkça üstadı anlatmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Ama sizlere küçük bir anekdotu, küçükken yaşadığım bir olayı anlatayım.

Üstad, 1960’lı yılların sonunda Amasya’da bir konferansa geliyor. Salon tıklım tıklım dolu… Üstad konferansını verirken bir kişi itiraz ediyor. İtiraz eden ayağa kalkıyor. Üstad soruyor: “Kimsiniz?” İtiraz eden “Ben buranın Alay Komutanıyım” diyor. “Peki, buyurun oturun” diyor.
Üstad konferansa devam ediyor. Öylesine asabi bir mizaca da tabii tahammül etmesi mümkün değil. Dinleyiciler kendini kaptırmış konuşmanın büyüsüne. Üstad tekrar soruyor: “Kimdi o itiraz eden?” İtiraz eden ayağa kalkıyor; “Benim” diyor. Üstad bakıyor; “Peki, oturabilirsiniz” diyor.
Üstad konuşmasına tekrar devam ediyor. Üstad üçüncü kez soruyor; “Kimdi o itiraz eden?” İtiraz eden tekrar ayağa kalkıyor; “Benim” diyor. Üstad, “Peki, oturun” diyor.

Ondan sonra üstad salona dönerek şu cümleyi söylüyor; “Asker fikirden anlamaz, emir verip kaldıracaksın, emir verip oturtacaksın.”
Çok teşekkür ederim. (Alkışlar)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder