22 Haziran 2009 Pazartesi

ŞEHRİMİZİ "FARKETMEDEN" GEÇİYOR MUYUZ?


Yahya DÜZENLİ, 4 Haziran 2008

Kadîm zamanlardan günümüze kadar adını, hikâyesini, anlamını, sahip olduklarını ve değerlerini sürdürebilmiş ve bugüne taşıyabilmiş şehirlerin temel özelliği; onların ‘medeniyet şehirleri’ oluşudur. Coğrafyası üzerinde yaşanmaya değer hayat çizgilerinden izler taşımasıdır. Bugün bu çerçevede, kuruluşundan bugüne isimleri bile aynı kalan birçok şehri hatırlayabiliyoruz. Tarihî süreç boyunca o medeniyet şehirlerini inşa edenlerden çok “inşa olunan”lar, yani o şehirlerin taşıdıkları ve taşırdıkları/aktardıklarıdır onları unutulmaz kılan, yokolmaktan kurtaran, koruyan.

Medeniyet şehirleri sürekli ‘değer’ taşırlar ve taşıdıklarını taşırırlar, aktarırlar. Zaman ve makâna bağımlıdırlar ancak kendilerini ‘yeniden inşa ederler’.. Böyle olmayan şehirler ise “kimlerin ölü kimlerin canlı olduğunun anlaşılmadığı” bir ‘yığınlar kenti’dir.

Taşıdığı ‘değer’lerle ‘diğerleri’nden ayrılan medeniyet şehirlerinin en önemli özelliği, onun hayran olunan eşyaları, mobilyaları, plastik malzemeleri, maddî dokusu değil, kendisine sorulan sıradan sorulara bile verdikleri/verebildikleri sıra dışı cevaplardır. İşte bu cevaplar onların imtiyazlı şehir olmaları niteliğini oluşturur, pekiştirir ve diğer şehirlere örnek hale getirir.

Trabzon da bu manâda bir “medeniyet şehri” olarak, ismi konulduğu kadîm zamanlardan bugüne böylesine ‘önemli’ bir medeniyet şehri olarak süregelmiştir.

Bizim baştan beri ısrarımız ve sürekli çabamız da budur: Şehre ve şehrin üzerinde yaşayanlara doğru soru sorup doğru cevaplara kapı aralayabilmek… Doğru soru sorabilecek endişeleri taşıyabilmek…

İtalo Calvino ‘Görünmez Kentler’in bir yerinde “kentlerin en iffetlisi” kavramını kullanır. Değerinin, sahip olduklarının onda bir ‘kibre dönüşmemesi’nin oluşturduğu bir iffettir herhalde bu… mahcubiyeti içerisinde kendisini sergilemekten ‘haya eden’ bir kent… Taşıdığı ‘hazine’yi bir meta gibi pazara sunmaktan ‘hüzünlenen’ bir şehir.. Hatta bu hal o derece ileridir ki; kendisini başkalarına anlatmaya çalışanlara bile içsel bir mukavemetle hazinelerinden bahsettirmeyen şehir. Peki bu şehri nasıl tanıyacağız? Calvino’nun cümlesindeki gibi “iffeti”yle…‘İffetli’ şehirler aynı zamanda ‘izzetli’ şehirlerdir. Bu hal, bu tavır, bu eda, bu tutum ancak “medeniyet şehirleri”ne mahsustur. Değerlerini taşımayı bilen bir iffettir ki bu değerleri sonraki kuşaklara taşırabilsin, aktarabilsin.

Burada konu ile doğrudan olmasa da ‘Trabzon’un hakikati’nden yola çıkarak onu bugünlere taşıyacak, O’na ait olduğu, muhtaç olduğu iklimi hatırlatacak, o iklimle yeniden ilgisini kurma çabası içinde olanlara hitap eden, hikmetli bir diyaloğu aktarmanın yararlı olacağını düşünüyorum:

Muhiddin Arabî çocuk yaşta iken eğitilmesi için babası tarafından İbn-i Rüşd’e gönderilir. İbn-i Rüşd bir gün Muhiddin Arabîye: “Artık kendini hakikat bilgisiyle donatabilecek derinlikte varlığının anlamını bilenlerin kalmadığı”ndan şikâyet eder ve “Bu gibi hallerin erbabı kalmadı. Biz hiç rastlamadık…” dediğinde Muhiddin Arabî yaşının çok üzerinde, büyük bir tevazu ve vakar içerisinde şu cevabı verir: “-Çok şükür işte biz bu zamanda bunlardan birisiyiz!”

Şehrimizde böylesine bir itminana-özgüvene sahip “hakikat adamları”na rastlayabiliyor muyuz?

Bugün Trabzon için bu cevabı verebilecek düşünce, kültür, sanat adamları var mıdır? Kendisini bu derece sorumlu gören ‘yakıcı bir idrak’e rastlayabiliyor muyuz? Rastlayabilecek miyiz? Başta sormamız gerekirken şimdi soralım: Böylesine bir idrak “gerekli midir?”

Gereklidir. Kimler için?

“İnsanın yeryüzünde, (daha dar anlamda etrafında, yaşadığı şehirde) olup bitenleri görmemezlikten, duymamazlıktan, bilmemezlikten gelme hakkına sahip olmadığı”nın idrakinde olanlar için gereklidir.

Yaşadığımız şehrin fotoğrafını yabancı vizörlerden, değerini yabancı sarraflardan, manâsını yabancı fikir adamlarından öğrenmek, “bu şehre ait” olduğunu iddia edenlere giran gelmiyor mu? Buradaki “yabancı” nitelemesini ‘bu iklimin dışındakiler’ anlamında kullanıyorum. Yoksa, kendilerini ‘yerli’ zannedenlerden çok daha şehrimize ‘yakın’ olan ‘yabancı’ları tanıyoruz. Şeyh Sadi’nin “Sen kandili bile görmeyen kör! Kandille neyi göreceksin?” hikmetinin yeri burası.

Tarihine, coğrafyasına, kültürüne, sosyal ve ekonomik hayatına, toplumsal yapısına ilişkin yüzbinlerce belgenin “kendi arşivleri”nde sararmış durumda beklediği, yerli bilim ve sanat adamlarının ise kimisinin “sığ sularda hamaset”, kimisinin “siyaset”, kimisinin de edebiyat adına “habaset”le meşgul olmaları

Yapılması gereken tek kelimeyle ve öncelikle “nedamet”, sonra “cesaret” daha sonra da “kesafet” olsa gerek..

Şehirleri ‘eğlenilecek mekânlar’dan, şuuraltının döküleceği, enerjilerin boşaltılacağı alanlar’dan, ‘haykırılacak salonlar’dan ibaret olanların yaşadıkları yerin “şehir” olmadığını belirtmeye gerek yok.

Şehre ait sorumluluklardan bahsederken seviyeyi, çıtayı çok mu yükseğe koyuyoruz?

Söyledik ya ‘soru sorabilecek endişeleri taşıma’ ve ‘soru sorduğumuz şehirden cevap alabilme’ derdindeyiz. Peki Trabzon kendisine sorulacak sorulara cevap verebilecek midir? Bir zamanlar verebiliyordu. Ya bugün? İşte bu temel sorunun cevabını arıyoruz.

Calvino’nun o güzel ‘Görünmez Kentler’inden bir paragrafta Trabzon’umuzu düşünerek yazımızı bitirelim:

“Rastladıklarına: ‘Pentesilea’ya nasıl gidilir?’ Diye sorduğunda, elleriyle geniş bir daire çizerler, hiçbir anlam veremezsin: ‘Burası’ ya da ‘Daha ileride’ veya ‘Bütün buralar’ dahası ‘Tam ters tarafta’ anlamına gelebilir.

‘Kent’ diye ısrarla sorarsın.
‘Biz her sabah çalışmaya geliyoruz buraya’, diye cevap verir bazıları, ötekiler: ‘Uyumaya dönüyoruz buraya biz’ derler.

‘Peki ya yaşadığınız kent?’ diye sorarsın.

Bazıları kollarını çapraz yönde havaya kaldırıp çeşit çeşit evlerin ufuktaki opak yığınını göstererek ‘Oralarda bir yerde olmalı’ derken, ötekiler sivri çatılarıyla arkanda duran hayalet kenti gösterirler.

‘Fark etmeden geçtim mi acaba?’

Trabzon’da ‘yaşarken’, dikkatsiz bir otobüs yolcusu gibi şehrimizi fark etmeden hızla geçiyor, terk ediyor muyuz acaba? Cevabımız evetse veyl halimize ! Hayır ise; baktıklarımızı ‘görebiliyor’, gördüklerimizi ‘tanıyabiliyor’ muyuz? Tanıyabiliyorsak, biz şehirde şehir de bizdedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder