22 Haziran 2009 Pazartesi

Bir Sanal Fetiş: "DÜNYA KENTİ"...


Yahya DÜZENLİ, 26 Kasım 2008

Sanal; yâni aslında, gerçekte varolmayıp da ‘varolduğu farzedilen’ , mevhum (vehmedilen, vehim haline getirilen), getirilmekle de kalmayıp, son yıllarda hızla ‘sanal literatür’ümüze giren fetişlerden birisi daha karşımızda bütün haşmetiyle duruyor: “Dünya Kenti”… Fetiş; tapınılan her türlü nesne… Bir şehrin ayaklarının yerden kesilip, kendisi olmama haline uygun, yoldan çıkarıcı bir kavram, bir ‘sanal fetiş’: “Dünya Kenti”… 80’li yıllarda ‘küreselleşme’ nakaratlarının hızlanmasıyla birlikte ‘dünya kenti’ nakaratı da sık sık tekrarlanmaya başlar.

Bir şeyin fetiş haline gelmesi/getirilmesi nasıl olabilir? Bünyede yokken, yukarıdan zorla giydiriliyorsa bu bir fetiştir. Ancak; bünye içerisinden kendi hususiyetleriyle çıkabiliyorsa, üreyebiliyorsa bu eşyanın tabiatının gereğidir. İnsan vücudu gibi… Nasıl ki; kolları bacakları kesilip kötürüm hale getirilen bir insan vücuduna kol, bacak protezleri takıp da buna eksiksiz, tam bir “insan bedeni” diyemiyorsak, bu manâda ‘dünya kenti’ kavramı da bugünkü protezli şehirlerimize giydirilemez.

“Dünya Kenti” kavramana Üstad Necip Fazıl gibi bakmanın yeri de tam burası: “Dünyada en kötü iş, herhangi bir mefhumu siper alarak o mefhumun hududu dışına çıkmak ve bu tecavüzü yaparken gûya o mefhumu korur gibi bir eda takınmaktır. Bazı aziz mefhumlara karşı yapılan bu türlü cinayetler, aynı mefhumu cepheden katletmeğe çalışmaktan bin kere beterdir…”

Bir şehir niçin ‘Dünya Kenti’ olmak ister?
Niçin bir şehir dünya kenti olmalıdır?
Modern zamanlarda illâ ki ‘Dünya kenti’ olmak gerekli midir?
“Yaşanmaya değer” şehirler mutlaka ‘Dünya Kenti’ olarak isimlendirilmek zorunda mıdır?

Sorulara devam edebiliriz. Bu ve bunun gibi sorulara verilecek doğru cevaplar, ‘Dünya Kenti’ kavramının hem temellendirilmesini, hem de bu kavramın ‘birinci elden’ sorgulanmasının yapılabilmesini sağlayacaktır.

Kavramlar masum, sadece yalın bir ‘kelime’ olarak gelmiyor. Canlı bir organizma gibi harekete geçiyor ve beraberinde kendi çevrimini, muhtevasını, kuramlarını, kurumlarını oluşturarak geliyor ve hayatımıza giriyor. Girmekle de kalmıyor, hayatımızda o kavrama ‘yaşama alanı’ açmaya, o kavramın getirdiklerini bünyemize eklemeye mecbur kalıyoruz.

Ülkemizde gerek şehir yöneticilerinin gerekse aydın, sanatçı, siyasetçi, bilim adamı, vs. konu ile ilgililerin (her zaman olduğu gibi) bir kavramın ‘cemaziyel evveli’ne bakmak, veya yukarıdaki soruları sormak gibi bir dertleri, endişeleri, sorumlulukları yok. Dünyanın gettosu olma traji-komikliğiyle ‘Dünya Kenti’ kavramının dudak tiryakiliğine olan ‘bağımlılıkları’ onları böyle bir sorumluluktan azade kılıyor. Ciğerlerimize çekemediğimiz, doğal dokumuzla uyumlu hale getiremediğimiz ancak ‘sanal fetiş’ olarak büyülü hale getirdiğimiz ‘dünya kenti’ kavramı, herkesin “rivayet bir, fakat maksut muhtelif” türünden yayılıcı virüs etkisini sürdürmeye devam ediyor.

Bir bakıyorsunuz herkesin dilinde; “…. bir dünya kenti oluyor”, “.. dünya kenti olma yolunda..”, “…. çağdaş dünya kenti olacak…”, “Hedefimiz …’i dünya kenti yapmak.”… Öyle ki, en ücra Anadolu kasabası bile ‘dünya kenti olma’ yolunda hızla koşuyor (!)

Trabzon da ‘dünya kenti olma’ kervanına katılmak isteyen şehirlerden… Onun da ‘sanal dünya kenti’ fetişlerine kapılacağından şüphe yok. Çünkü bu yolda beliren ilk ‘alamet’ler bu türden bir görüntü ortaya çıkaracağa benziyor.

‘Dünya kenti’; dünyanın odaklandığı, insanların aktığı, müziğin, eğlencenin, hedonizmin doruğa çıktığı yer midir? Yoksa ‘medeniyet şehri’ olmanın ağırlığını cazibeye dönüştürmüş, kendi medeniyet birikimini güncelleyebilmiş ve üzerinde yaşayanlara ‘yaşanmaya değer’ bir şehirde olduklarını sürekli hissettirmekte olan bir şehir midir? Şüphesiz bu ikincisi. Ancak ‘dünya kenti’ kavramının izdüşümü, çağrıştırdıkları hiç de öyle değil.

Kavramın ‘cemaziyel evvel’ine baktığımızda yâni, ‘nereden çıktığı’nı okuduğumuzda (ansiklopedik bilgi olarak) şunları görüyoruz: Kavramı ilk defa 18. yy.da Goethe’nin kullandığı söylenir. Goethe’nin dünya kenti sembolleri: Roma ve Paris’tir. 20. yüzyılın başında İskoç plâncı Geddes, kavramı büyük metropoller için kullanır. Sonra tarihçi Braudel sosyal bilimlere sokar. İktisatçı Friedman da ekonomi dünyasında kullanır.

Kısaca ‘kök bilgi’ böyle… Bu anlamda şehrimiz Trabzon bir ‘dünya kenti’ midir? Veya bir ‘dünya kenti’ olmalı mıdır? Şüphesiz şabloncu bir biçimde bu sorulara ‘evet’ veya ‘hayır’ yahut da ‘kabul’ veya ‘red’ tavrıyla yaklaşmak doğru değil. Ancak; ‘dünya kenti’nin çağrıştırdıkları ve sınırları bu şekilde…

Almanya’da yayınlanan bir gazete, geçtiğimiz yıl ‘film yıldızı gibi bir dünya kenti’ olarak tanımladığı İstanbul için “Boğaziçinde yükselen muhteşem metropol. Avrupa’dan gençler bir yandan alışveriş yapıp gezerken, diğer yandan dans edip eğleniyorlar” şeklinde yazdı. Ayrıca değişik uluslardan, değişik dinlerden, değişik kültürlerden insanların oluşturduğu İstanbul’un tarihi ve kültürel yapısı, oteller ve alışveriş merkezleriyle ilgi çektiği”ni de yazıyordu.

‘Öteki’lerin vizöründen İstanbul’un bir ‘dünya kenti’ olarak tanımı bu. Giderek ‘beriki’lerin gözüne de böyle görünmeye başlıyor şehirlerimiz.

‘Dünya Kenti’ kavramının ülkemizdeki ‘versiyonu’nun ilginç bir yanı da var. Taşradan metropollere ‘para kazanmaya gelmiş” bir üçüncü sınıf pazarlamacı-reklamcının Belediye Başkanının azgelişmişlik kompleksini tatmin için türettiği-ürettiği bir kavram: Dünya Kenti… Aslında ortada ne bir kent var ne de katılacağı, eklemleneceği dünya…

Bakarsınız şehrin caddeleri, bilboard’lar “… dünya kenti oluyor.” afişleriyle donatılır. Üzerine de Belediye Başkanı’nın müphem bir noktayı işaret eden, eli havada, şizofreni ve megalomani kokan bir fotoğrafı… Şehrin değil, Şehir yöneticisinin ‘narsizmi’nin dışavurumudur bu.. Şehri kendi ‘narsist’ kişiliğinin aracı yaparlar. Kentin caddelerinin “dünya kenti” afişleriyle doldurulması ne kenti dünya kenti yapıyor, ne de afişlerde ‘zoraki tebessüm’ eden kent yöneticisini ‘dünya vatandaşı’ yapıyor. Sadece ‘kompleksli kent’ ve ‘başkan-yönetici’ haline getiriyor. “Kendi’ olmaktan uzaklaştırıyor. Kentin yabancılaşma hızını artırıyor.

Oysa gerek eski gerekse de modern batı kentlerinin böyle bir derdi yoktur. Bu dert yapay bir derttir. Kendisi olmayı terk etme kompleksidir. Her şeyden önce dünya kenti olmak isteyen önce “kendisinin ne olduğu”nu bilmesi gerekir.

Trabzon’umuzu tahaylül ederek, kavramın ‘çekiciliği’nin farkında olarak bir de biz “Dünya Kenti” tanımı yapalım:

Dünya kenti olmak: insan ve mekân keyfiyetiyle, kalitesiyle ilgilidir. Yâni medeniyet iledir.. Dünya kenti ; dünyayı kendisine çeken, kendisi dünya tarafından çekilen kenttir… Dünyaya ‘kendi’ olarak katılabilen kent dünya kentidir.. Bu da kadîm bir tarihsel kent birikimini özümsemeyi gerektirir.

Plazalar, iş merkezleri, alışveriş merkezleri, ‘modern arenalar-stadyumlar’, gökdelenler, betonlarla mı dünya kenti olunuyor?

Dünya nüfusunun yarısından fazlasının şehirlerde yaşadığı vakıasıyla bakarsak; ülkemizde giderek ‘kontrolsüz göç’ün hızla şehirlere aktığını düşündüğümüzde şehirlerimizin zaten bozuk olan ‘doku’sunu bir de ‘dünya kenti’ fetişiyle bozmaya devam etmek hem dünyaya hem de kente ihanet değil de nedir?

Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Her şeyi o kadar tahrip ettiler ki, büsbütün berhava etmeden toplama imkânı kalmadı!” Şehirlerimizi de öyle. Trabzon’umuzu da öyle..

Trabzon kadîm tarihinde bugünkü “dünya kenti” tanımlarını ve sınırlarını aşan, medeniyet taşıyıcısı bir “dünya şehri” idi. “Dünya kenti” kavramı “mal bulmuş mağribi” gibi Trabzon’un sarılacağı bir kavram değildir. Bu kavram ‘kompleksli şehir”lerin ve “kompleksli yöneticilerin” sığınacağı bir “sanal fetiş”tir.

Trabzon, dün sadece doğu-batı arası ticarî yolların değil; kültürlerin, medeniyetlerin, dillerin kesiştiği, buluştuğu, örtüştüğü bir ‘medeniyet şehri’ydi. Bugün ‘sanal fetiş’ haline getirilen ‘dünya kenti’ kavramına ihtiyaç duymayacak kadar kendini sergileyebilen bir şehirdi. Halâ da ‘görünmeyen potansiyeli ve enerjisi’yle kendisini yeniden üretebilecek, dünyaya sunabilecek bir “medeniyet şehri” özelliklerini ‘mündemiç-içkin’dir. Şüphesiz bu medeniyetin idrakinde olanlarla…


Bir şehrin ölümü, ‘yabancı iklimler’den aldığı rüzgârlarla kendisini ‘dünya kenti’ vehmine kaptırmakla başlar. Trabzon’u yaban ellerde aramak veya başka iklimlere ‘benzetmek’ onu ‘kendi’ olmaktan çıkarmaktır.

Şehirlerin “duruş”larını kendisine bakarak/özenerek oluşturduğu şehirdir ki, dünya kentidir. Dünya kenti bu anlamda bir “medeniyet şehri”dir.

Celâlzade Mustafa’nın Selim-nâme’deki deyimiyle “mutluluk yeri saltanat merkezi mamur Trabzon şehri”
nin tevazuyla perdelenmiş vakar vardır. Komplekslerden arınmışlık vardır. Trabzon; bu “hâl”i güncelleyebildiği nisbette her türlü kompleksten arınmış, dünyanın ilgisini çekebilecek bir “dünya şehri” olabilir/olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder