22 Haziran 2009 Pazartesi

LOWRY'NİN "BAGAJ"INDAN TRABZON'A BAKMAK veya "BU YAKA"NIN GÖREMEDİKLERİ...


Yahya DÜZENLİ, 28 Mayıs 2008

Ülkemizde de anonim bir özdeyiş haline gelmiş, batılılara ait “Türkiye sadece Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” sözünden hareketle ‘medeniyet şehri’miz Trabzon’un tarihine, diline, folkloruna, kültürüne, etnik yapısına, coğrafyasına, antropolojik ve sosyolojik gerçekliğine, vs. şöyle bir kuşbakışı baktığımızda; kitaplık çapta ciddi araştırmaların varlığı hemen karşımıza çıkıyor. Bunların içerisinde çok fazla tarihî arka plâna sarkmadan hemen sayabileceklerimiz arasında Jacob Fallmerayer, William Miller, Antony Bryer, Heath W. Lowry, Michael E. Meeker, Bernt Brendemoen, vs. vs. geliyor.

Tarih, Filoloji, Antropoloji gibi değişik ve bir şehrin kuşatıcı kimliğine ilişkin temel disiplinlerde otorite sayılan bu bilim adamlarının verdikleri eserlerle neredeyse hayatlarını Trabzon’a vakfettiklerini söylersek, herhalde önemli bir gerçeğin altını çizmiş oluruz.

Bu bilim adamlarının yaptığı çalışmalardan sadece Heath H. Lowry’nin “Trabzon Şehrinin İslamlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583” isimli iki baskı yapan eserine baktığımızda, “Trabzon’un sadece Trabzonlulara bırakılamayacak kadar önemli bir şehir olduğu” gerçeğini daha iyi anlayabiliyoruz. Lowry’nin arşivlerimizde mevcut en eski 4 temel Tahrir Defterinden yola çıkarak analiz ettiği Trabzon’u 1972-1977 yıllarında çalıştığı arşiv belgelerinden bugüne taşıması Trabzon’un bir Amerikalı Osmanlı Tarihçisinin ilgisini çekmesinin ötesinde bir anlamının olduğuna da işaret ediyor. Bu anlamı kimilerinin manipülasyonlarından arındırmak gerektiğini düşünüyorum. Burada belirtmek istediğim, Trabzon gibi bir medeniyet şehrinin “ne olduğu”nun “suyun bu yakası”ndakilerden çok, hatta “bu yakadakiler”in hiç dikkatini çekmediği, Atlantik ötesinde bir Osmanlı Tarihçisinin dikkatini çekmesi ve Trabzonun, (kendi deyimiyle) İslamlaşma ve Türkleşmesinin ne kadar önemli olduğuna vurgu yapmaktır. Bunları söylerken, “nereye yönelik olduğu meçhul” hamasî “nutuk” ve “atışlar”a yönümüz kapalıdır.

Lowry kitabının önsözünde bir bilim adamına yakışır ahlâki tutarlılığı da gösteriyor ve “bu çalışmamın ortaya attığı fikirler ve tezler tamamen kendi düşüncelerimin mahsulü olup, teşekkürü borç bildiğim değerli bilim adamlarıyla bu sorumluluğu paylaşmadığımı titizlikle belirtmek isterim..” diyor. Burada Lowry ve sözkonusu kitabının tanıtımını, değerlendirmesini ve analizini yapacak değilim. Amacım, önceki yazılarımın hemen hepsinde vurgu yaptığım üzere “Nasıl bir şehirde yaşadığımızın farkında mıyız?” sorusuna bir de “öte yaka”dan ayna tutmaktır. Buna da en önemli “yansıtıcı”lardan birisi olarak Heath H. Lowry ile başlamak en uygunudur diye düşünüyorum.

Lowry’nin tesbitleri, analizleri, vardığı sonuçlar ne olursa olsun, Osmanlı Trabzon’una ilişkin bu çapta önemli bir esere suyun “bu yaka”sında rastlayamamamız ne ile izah edilebilir?

“Trabzon bizimdir bizim kalacak!” hamaseti şehre bir şey katmıyor. Aksine şehirden çok şeyler götürüyor. Şehrin “kimin olduğu”nun fotoğrafını değişik cephelerden ‘görüntülemek’ gerekiyor. Bu görüntüleri başka ‘vizör’lere havale etmek, sonuçta sadece ‘sinir sistemleri’ni ve ‘dudak refleksleri’yle yetinmeye yol açar. Büyük ölçüde Trabzon’la ilgili ‘yerli’ eserler de bu düzeydedir.

Trabzon’da ‘yaşayan’, Trabzon’lu ‘olan’, Trabzon’la ‘ilgilenen’ akademisyen, entelektüel, sanatçı, vs. gibi “şehre karşı sorumlu olduğu” iddiası taşıyan herkesin yerine getirmesi gereken bir ödevdir “Trabzon sorumluluğu” !

Onun için Lowry önemlidir. Ortaya koyduğu eserden çok bu eseri “niçin ortaya koyduğu” önemlidir. Sorumluluklarımızı Lowry’nin hatırlatması bize çok şey söylemeli. Hatta Osmanlı ile ilgili sorulan bir soruya Lowry’nin verdiği cevap son derece ahlâkî ve düşündürücüdür:

Kendisine sorulan soru şu: “ Bu devasa imparatorluk 624 yıl yaşadı. Örneğine tarihte az rastlanır bir süre dayandı ve başarılı oldu. 700. yılında bakınca bilançoyu nasıl görüyorsunuz, özetle Osmanlıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?”

Lowry’nin verdiği cevap, “fikir namusu” taşıyan herkesin derin düşünmesi gereken cevap niteliğinde.

“Tabi buna cevap verebilirim ama, benim mesleğimi gözönünde bulundurmanız lazım. Cevabımı değerlendirirken. 30 seneden beri hayatımı Osmanlı tarihine vermiş bir kişiyim. Kalkıp 30 sene sonra da Osmanlıların mühim olmadığını söylemem mümkün değil. Yani bu hayranlık bende devam ediyor. Bütün tarihçilerin Osmanlılar hakkında yazdıklarını, söylediklerini de ölçmek lazım. Çünkü ben de bagajsız gelmiyorum. Benim bagajım işte Hıristiyanım, Amerikalıyım, çocukluğum babamın misyoner olmasından dolayı Hindistan’da geçti. Benim söylediklerimi değerlendirirken bunların hepsini gözönünde tutmak lazım. Çünkü ben bunlarla beraberim, bunlarla varım.

70- 80 arası İstanbul’da oturdum, sonra Washington’a gittim ve son yirmi senedir de Amerika’da oturuyorum. Ondan evvel pek Amerika’da oturmuyordum. Amerika’da oturduğum senelerde devamlı benzetmeler çıkartmaya çalışıyordum. Osmanlılar ve bugünkü Amerika arasında. Değişiklikleri de var. Amerikaya zencilerin dışında herkes yeni bir hayat kurmak amacıyla göç etmişler. Ama netice Amerika kıtasında koskocaman bir imparatorluk olmuş. Herkes onun bir parçası olarak kendini görüyor. Kimse kalkıp Henry Kissinger’ı efendim sen Amerikalı değilsin, sen Almanya’da doğmuşsun Yahudisin ve 16 yaşına kadar sen Almanya’da yaşamışsın, nasıl Amerikalı olabilirsin diyemez. Henry Kissinger öz be öz Amerikalıdır. Osmanlı tarihine baktığınız zaman da 15. yüzyılda devşirme veya kendi isteği ile Osmanlı
tebasına girmiş bir kişiye sen Arnavutluk’tan gelmişsin, sen Hıristiyansın, senin bu toplumun içinde bir rolün yok kimse demedi. Baskı da yok. İlla ki.bir adam olmak istiyorsun müslüman olacaksın diye bir şey yok. Sonradan ya kendileri ya çocukları müslüman olmuşlar. Ama bu kendi istekleri ile olmuş, baskı sonucunda değil. Dolayısıyla Osmanlılardaki bir din serbestisi var bunu kabul etmek lazım. Eğer buna
ters bakmak isterlerse şöyle diyebiliriz: Tabii ki bir din serbestliği vardı. Neden? Çünkü gayrimüslimler bir ek vergi veriyorlardı. Evet onun karşılığında askerlik Yapmıyorlardı. ama, onların hepsinin Müslüman olması vergi geliri azalacağı için hiçbir zaman Osmanlı idarecilerinin işine gelmezdi.

17. Yüzyılın sonunda bir İtalyan seyyahı Bursa’ya gidiyor. Bunlar hemen rehber olarak Ladino bildiği için Yahudileri buluyorlar, rehber olarak. Çünkü bu eski İspanyolca İtalyanca’ya benziyor, anlaşıyorlar. Adam anlatıyor;.Avram adlı bir yahudi ile anlaştık, bize şehri gezdiriyor. Gezerken kendi cemaatinden polisler geldi onu gözaltına aldılar, çünkü vergi vermemiş. Ertesi gün yola çıktığımızda adamı gördük sokakta, demek ki işini halletmiş diyor. Çünkü herkesin bu toplum.içinde bir rolü vardı. Kendi cemaatinin mensubu olarak ve o din grubu içinde ama Osmanlı şemsiyesi altında . Bakınca bugün için bir takım mesajları görüyorum.

Eğer benim ileri sürmeye çalıştığım doğruysa, Osmanlıları 600 sene ayakta tutan biri vergi sistemidir, diğeri de adalet. Bunu eşitlikle karıştırmamak lazım. Herkesin yeri ve rolü belli, herkes bunu kabullenmiş. Bir bugünkü Türkiye için herhalde Osmanlılardan kalan en güzel nitelik gösterişten şaşaadan uzak olmalarıdır. Ancak günümüz Türkiye'sine rasyonel bir vergi sistemi ve idari manada bir adalet sisteminin kaldığı söylenemez. “

Lowry’nin söyledikleri oldukça önemli...

Konunun doğrudan Trabzon’la ilgili olmamasının önemi yok. “Ben de bagajsız gelmiyorum... Benim söylediklerimi değerlendirirken bunları da göz önünde bulundurun” diyen Lowry’den ders çıkarabiliyor muyuz acaba?

Bırakınız “bagaj”ı tahkim etmeyi, “üzerinde”kileri bile doğru ve gereğince giyememiş, giyme kaygısı taşımamış olanlara bu satırlar bir şey söyleyebilir mi? Günümüzde “ilgili”lerin (kendini sorumlu görüp de sorumsuzlukarını tahkim edenler) Trabzon’a olan sorumluluklarını yerine getirme tembelliğine karşı “Trabzon Trabzon olalı böyle zulüm görmedi!” desek haksızlık mı etmiş oluruz?

Bir düşünürümüzün söylediği gibi; “Zavallı aydınımız... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır...”

Üstad Necip Fazıl’ın da “başka iklimlerde el yordamıyla aramaya çalıştığımız, aradıkça da kaybımızı derinleştirdiğimiz” dediği hikmetin yeri de burasıdır sanıyorum...

Lowry ve eseri çok şey anlatmalı bize...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder